Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

10/10 puan verdi
MONTAIGNE_DENEMELER
Ah Montaigne…Onun ‘’Denemeler’’ini okuduğunuzda şunun gibi bir soru sorarken bulabilirsiniz kendinizi; ‘’Acaba bu kitap, başka bir evrende, benim kalemimden çıkmış olabilir mi?’’ Zaten amaçlananın biraz da bu olduğu kanısındayım ben. Montaigne, okuyucuya notunda gayesinin öldüğü vakit yakınlarının, hakkında etraflıca bilgi sahibi olmasından ibaret olduğunu söylese de, bence kitap bugün bambaşka bir amaca hizmet ediyor. Çoğumuzun böyle hissettiğine inandığımdan, ben bu kitaba ‘’insanlığın günlüğü’’ diyorum. Çünkü normal şartlarda bir kitabı okurken bazı satırlarında kendinizden bir şeyler bulur ve altını çizersiniz fakat tamamının altını çizme isteği doğuran bir kitap demek, tüm satırlarında kendinizi gördüğünüz anlamına gelir. İşte bu istek sordurur o soruyu. ‘’Bu kitap, başka bir evrende benim kalemimden çıkmış olabilir mi?’’ Hasan Ali Yücel Klasikler Dizisi’nden okuduğum Denemeler’in ilk bölümünün adı ‘’Kendimizi anlatmak’'. Böyle söylüyorum çünkü sahaflardan bulduğum eski bir baskıda çeviri bambaşkaydı. Orijinaline en yakın çeviri dilinin hangisi olduğunu bilmemekle beraber bolca yazım yanlışı gördüğüm ‘’deniz kitaplar yayınevi’’ adlı eski basımdan, Hasan Ali Yücel Klasikler Dizisi’ne geçiş yapmayı tercih ettim. Ve ‘’Kendimizi Anlatmak’’ bölümünde şöyle diyor; ‘’Ama, bana sorarsanız birçokları içip sarhoş oluyor diye, şarabı yasak etmek yanlıştır…’’ Yani kendini övmekle karıştırılan kendini anlatmak, aslında Sokrates’in her daim yaptığının ta kendisidir diyor. Müritlerini hep bu yönde teşvik eden Sokrates’e kulak vermek gerek diye düşünüyorum. ‘’Yalnız Sokrates, Tanrısının dediğine uyup kendini gerçekten tanımasını ve küçük görmesini bildiği için bilge adını almaya hak kazanmıştır. Kendisini böylesine tanıyan adam istediği kadar kendisinden söz etsin.’’ Kitabın en çarpıcı bölümlerinden olan ‘’Hayat ve Felsefe’’ ile devam edelim. Bir yerinde ; ‘’ Felsefenin amacı erdemdir; bu erdem de, medresenin söylediği gibi, sarp, yalçın ve çıkılmaz bir dağın başına dikilmiş değildir. Ona yaklaşanlar, tersine güzel, bereketli ve çiçekli bir ova içinde görürler onu. Orada erdem yine her şeyden yüksektedir; fakat, yerini bilen olunca, ona gölgeli, çimenli, güzel kokulu yollardan, güle söyleye, göklerin kubbesi gibi rahat ve dümdüz bir girişle varılabilir.’’ diyor. Aslında çok derin bir konuya değiniyor burada Montaigne. Felsefe öğretisinin bizler için ne kadar mühim olduğundan ziyade, sanki yaşarken ulaşmak istediğimiz noktaya giden o yolda, doğru kişilerce yönlendirildiğimizde, dikenli yokuşlar değil, çiçekli patikalar göreceğimiz müjdeleniyor. Ve diyor ki; ‘’Bize yaşamayı hayat geçtikten sonra öğretiyorlar.’’ ‘’Madem ki asıl felsefe bize yaşamayı öğreten felsefedir ve madem ki çocuğun da öbür yaştakiler gibi, ondan alacak olduğu dersler vardır; niçin çocuğa felsefe öğretilmezmiş…’’ Burada bahsedilen felsefe, lisede gördüğümüz felsefe olmamalı. Sözü edilen şey bir yaşam öğretisi, doğru yol göstericisi. Çocukların, büyüdüklerinde, sudan çıkmış balığa dönmemeleri için, henüz çocukken öğrenmeleri gereken şeyler var ve cam bir fanusun içinde, ezberlettirilen şeylerle yetiştiremezler kendilerini. ‘’Hayat ve Bilim’’ bölümünde de bununla örtüşen bazı kısımlar var ve vereceğim alıntı ile bu hususla alakalı tüm taşların yerine oturacağını düşünüyorum. ‘’Çocuklarımıza kendi dünyalarından önce sekizinci kat göklerdeki yıldızların ve devinimlerinin öğretilmesi büyük saflıktır. Bizi para tutkusu, mevki tutkusu, saygısızlık, geri kafalılık içimizden yıkarken, gidip de dünyanın dönüşüyle mi uğraşacağım? Çocuğa, daha akıllı ve daha iyi olmasına yarayacak şeyleri öğrettikten sonra mantığın, fiziğin, geometrinin ne olduğunu anlatırız. ‘’ Hele bir de ‘’Aşk üstüne’’ denen bölüm var ki… Tümünü yazıvermek istiyorum buraya. Zira okurken, yaptığınız büyük hataların yüzünüze vuruluşuyla uyandığınızı hissediyorsunuz. Kendi kendimizi hor görüşlerimiz, bizi dibe çekmekte yeter de artar diyor bir nevi. Başkasına hacet yok. ‘’Bre zavallı insan, az mı derdin var ki kendine yeni dertler uyduruyorsun. Az mı kötü haldesin ki bir de kendi kendini kötülemeye özeniyorsun. Ne diye yeni çirkinlikler yaratmaya çalışıyorsun? İçinde ve dışında zaten o kadar çirkinlikler var ki! O kadar rahat mısın ki rahatının yarısı sana batıyor?’’ Tanıdık gelmiş olmalı. Öyle değil mi? Hepimizin, en iyimser haliyle bile, en az bir kere kendine yaptığı bir kötülüğün detaylıca anlatılışıydı bu. Sahiden de, tam deyimiyle, rahat batar bazen insana. Canımızın yanmasından zevk alır gibi uğraşırız içimizle. Hiç kimseyle değil de, kendimizle başımız derttedir bizim. Bunu çok daha iyi anlıyorsunuz Denemeler’de. Bir tek bunu değil, daha bir çok şeyi anlıyorsunuz. Mesela, ‘’Yalnızlık’’ ismi verilen bölümde, zamanımızın en büyük derdine dönüşen kaçıp gitmek, uzaklaşmak arzusunun üzerinde durmuş Montaigne. Gitmek isteriz, isteriz ama niye? Sadece kalabalıktan bunaldığımız için mi? Hayır diyor Montaigne, hayır. Hayır diyoruz. Gayet tabi biliyoruz, sorun olduğumuz yerde değil, olduğumuz kişide. Kaçmak istediğim bu kadar ‘’ben’’ varken bende, gideceğim hiçbir yere sığamazdım. Bunu bilmek, unutmamaya yetmediğinden, böyle hatırlatıcılara kulak vermeli işte. ‘’Denemeler’’, insanın kendine dair unuttuğu ne varsa hatırlatıyor. Bir kitaptan daha ne beklenir ki? ‘’Zincirlerimizi götürürüz kendimizle birlikte; tam bir özgürlük değildir kavuştuğumuz; döner döner bakarız bırakıp gittiğimize; onunla dolu kalır düşlerimiz.’’ Bu konuyla bağıntılı, ‘’Yaşamak Sanatı’’ nda da şunu söylüyor Montaigne; ‘’Hastalıklarımızın en belalısı, kendimizi sevmemek, küçük görmektir. Kendimizden kaçmamız kendimizde olup biteni bilmediğimizdendir…İstediğimiz kadar yüksek sırıkların üstüne çıkalım, yine kendi bacaklarımızla yürüyeceğiz; dünyanın en yüksek tahtına da çıksak, yine kendi kıçımızla oturacağız.’’ Şimdi, ‘’İnsan Tabiatı’’ ndaki bir kısmı hiç lafı uzatmadan sunup geçeceğim; ‘’Zekamızı olaylara ve dünya işlerine daha elverişli bir hale getirebilmek için biraz ağırlaştırmak, körleştirmek, onu bu karanlık ve bayağı hayata uydurmak için karartmak ve bulandırmak lazımdır. Nitekim gevşek ve alelade zekalar işleri daha kolaylıkla, daha başarıyla çevirirler. Yüksek ve ince felsefi düşünceler iş görmeye elverişli değildir. Keskin bir fikir inceliği, kabına sığmayan bir zeka çevikliği işlerimize engel olur. ‘’ Başka bir bölümden bahsedelim. ‘’Hasta Görünmenin Zararları Üstüne’’ de kendini bilmenin önemini vurguluyor Montaigne. Şöyle diyor; ‘’ Hasta olduğumuzu bilmemek de iyileşmemizi daha zorlaştırıyor. Kendimizi erkenden bilmeye başlamazsak, nasıl baş ederiz bunca dertler, bunca kötülüklerle?’’ Ah Montaigne…Nasıl da keskin bir tat bırakıyor ağızda! Birçok derdin altında kalışlarımız işte bu yüzden. Yani tedaviyi reddetmenin de gerisi, hastalığı kabul etmemekti bu. Üstelik hasta değilken hasta gibi gezenlerinki kadar vahimdir bu hal. ‘’Bu deli kadın kör olduğunu anlamıyor ve benim evimin karanlık olduğunu ileri sürerek, kendisini başka yere götürmesini istiyor yöneticisinden ikide bir. Onun bu haline gülüyoruz; ama inan bana ki hepimizin düştüğü bir haldir bu; Kimse cimri olduğunu, kıskanç olduğunu kabul etmez. Körler hiç olmazsa bir yol gösterici isterler; biz kendi kendimizi sokarız yanlış yollara. Benim yükseklerde gözüm yoktur, ama Roma’da başka türlü yaşanmaz, deriz; ben gösteriş sevmem, ama şehir öyle istiyor, deriz; öfkeliysem, güvenli bir hayat kuramadıysam suç bende değil, gençlikte, deriz. Dışımızda aramayalım kötülüğü, içimizdedir o; ciğerimize işlemiştir.’’ Hal böyleyken, insan, kendini bilmezken, iyileşemiyor da diyor. Haklı. Hep dışarıda ararız kötülüğü. İyi olan her şey bizden gelirken, kötü her şey dıştan gelir, bizimle bir ilgisi yoktur, ne münasebettir. Öyle değil mi? Aynaya bakınca kendini göremeyen körlerden vahimdir o zaman bizim halimiz. İyileşmek, kabulden geçiyor. Bizler, içimizi kemiren şeyin varlığını kabul etmedikçe, zehri dışarıda aradıkça hiçbir iyileşme belirtisi gösteremeden öleceğiz. Geç olmadan kabul etmeli insan. ‘’Cimriyim. Kıskancım. Gösteriş meraklısıyım. Suç benim! ‘’ diyebilmeli… ‘’Kendi Kendisiyle Yetinme’’ bölümü ise, hepimizin olmak istediği o noktayı çok güzel anlatıyor. ‘’Kendimi hem yürekçe, asıl iş yürekli olmakta çünkü, hem varlıkça öyle hazırlıyorum ki, başka her şeyimi yitirdiğim zaman kendimle yetinmesini bileyim.’’ Henüz bu noktayı hedeflemiş değilse bile, istemeli insan. O noktaya ulaştığındaki özgürlüğü düşünmeli. Düşlemeli. Özgürlüğün, evinin kapısından çıkıp da öylece yürüyebilmek olmadığını bilmeli istediği sokağa. Çünkü köpekler de gezinir fütursuzca sokaklarda, yahut kediler de. Mühim olan bağımlı olmamaktır kimseye. ‘’Mutluluk’’ üzerine konuştuğu bölüm, kitaptaki en sağlam öğretilerden biriydi bence. Al, cebine koy onu ve hayatın değişsin. Şu hayatta çoğu şeyi mutlu olmak gayesiyle yaparız ya. Sonunda mutlu hisseder miyiz? Çok kısa bir an evet, hissederiz belki. Ama bu his çabuk yitirilir. Dolayısıyla şunu sorarız; nedir bu mutluluk? Sürekli bir mutluluk var mıdır? Yoksa boşa mı bu arayışlarımız? Mutluluklarımızı, maddeselliklere koşullandırdığımız müddetçe, evet, boşadır. İşin özünü bir alıntıyla vermek istiyorum, tabi –kendim de dahil- alabilene. ‘’Ruhu kaba ve duygusuz olan için, bütün bunlar neye yarar? İnsanın sağlığı ve düşüncesi yerinde değilse, hazdan, mutluluktan da bir şey anlamaz. Talih, insana bütün nimetlerini verse, onları tahlil edebilecek bir ruh gerekir. Bizi mutlu eden, bir şeyin sahibi olmak değil, tadına varmaktır. Nasıl dili pas tutmuş bir adam Yunan şarabının tadından bir şey anlamazsa; nasıl bir at, üzerindeki zengin koşumların farkında olmazsa; vurdumduymaz, zevksiz bir ahmak da içinde yaşadığı nimetlerin tadına varamaz.’’ ‘’Mutluluk’’ tan hemen sonra ‘’Ölüm’’ geliyor kitapta. İnanmazsınız, onun da neredeyse tüm satırlarının altını çizmişim. Bu bölüm hakkında başlı başına bir yazı yazılır, o yüzden birkaç alıntı not edip geçmeye çalışacağım. ‘’Yaşadığınız her an, hayattan eksilmiş, harcanmış bir andır. Ömrünüzün her günkü işi, ölüm evini kurmaktır. Hayatın içinde iken, ölümün de içindesiniz; çünkü hayattan çıkınca, ölümden de çıkmış oluyorsunuz. Yahut şöyle diyelim isterseniz: Hayattan sonra ölümdesiniz; ama hayatta iken ölmektesiniz. Ölümün, ölmekte olana ettiği ise, ölmüş olana ettiğinden daha acı, daha derin, daha can yakıcıdır. Hayattan ettiğiniz karı ettiyseniz, doya doya yaşadıysanız, güle güle gidin.’’ ‘’Hayat, kendiliğinden ne iyi, ne kötüdür: ona iyiliği, kötülüğü katan sizsiniz.’’ ‘’Şunu anlamakta geç kalmayın: Doya doya yaşamak yılların çokluğuna değil, sizin gücünüze bağlıdır.’’ ‘’Ölümün Tadına Varmak’’ da geçen şu sözle desteklenebilir burası. ‘’Büyük bir şey değildir yaşamak: Uşaklar da, hayvanlar da yaşıyor, ama dürüstçe, akıllıca ve sağlam yürekle ölmek büyük bir şeydir.’’ Yaşadığımız sistemin, nasıl da ömrümüzü verimsiz geçirmeye yönelik kurulduğunun altını çizen Montaigne, ‘’İnsan Ömrü’’ bölümünde şöyle diyor; ‘’Bazen vücut, bazen de ruh, ihtiyarlığın esiri oluyor. Kafaları, midelerinden ve bacaklarından daha önce zayıf düşenleri çok gördüm. İhtiyarlık kendini belli etmediği için çok tehlikeli bir derttir; insan bu derde farkına varmadan düşer. Onun için kanunların bizi, işte çok tutmasını değil, işe geç almasını yanlış buluyorum. Hayatımızın ne kadar cılız olduğunu, her gün nice tehlikelerle karşılaştığını düşünüp gençlerin hazırlanma, öğrenme, oyalanma yıllarını pek uzatmamalıdır.’’ İlkinde karşı çıkacak olabilirsiniz belki fakat söylenilenin özüne göre, bize verilen bedeni ve ruhu en aktif çağında kullanıp da yaşlılığında dinlenmeye bırakmak fikri kötü değil. Düşününce, en iyi ihtimalle bir üniversite mezunu olabilmek ve sağlam bir meslek edinebilmek takribi yirmi iki yaşa mal oluyor. O meslekte bir yer edinebilmekse şaibeli… Tecrübe şartı için en az üç dört yıl –genellikle- kötü şartlarda heba olduğunda, şanslıysan emeğinin karşılığını alabildiğin iyi bir işe sahip olabiliyorsun. Yirmi beş yaşında başlıyorsun yani. Vücudunun istirahat alarmı vermesine en fazla yirmi sene kalmışken. Yaşlılık yaşamını ne kadarını garantiye alabilirsin bu sürede, belirsiz. Bir yandan kayıp giden gençliğin var ve oraya gelene kadar zaten çok çalıştın, şimdi yaşlılığına en fazla yirmi sene var diye maksimumunu vererek çalışma motivasyonunu bulabilir misin kendinde? Zor. Çözüm Montaigne’nin dediği gibi olmasa bile, bir yerlerde bir yanlışlık oluğu bariz. Sistemin bozukluğuna bir bölümden daha eleştiri geliyor sonra. ‘’Romalı Büyüklüğü’’ nün bir yerinde der ki; ‘’En iyisi gençlerde öğrenme hevesini ve sevgisini uyandırmaktır, yoksa kitap yüklü birer eşek yaparız onları, kırbaç zoruyla bilim dolu bir çanta taşıtıyorlar onlara; oysa bilimi evimizde saklamak yetmez, evlenmek gerek onunla.’’ Üzüldüm bu satırları okurken ben. Yanılıyor muyum bilmiyorum fakat bundan yirmi sene evvelki çocuklar –kendim de dahilim buna- bu kadar tiksinmiyorduk okumaktan. ’Tiksinmek’ kelimesini kullandım zira şu andaki çocukların ve gençlerin suratlarının çoğunda o ifadeyi görüyorum, konu buysa. Ya bizim aklımızı kaçırabileceğimiz oyuncaklarımız sınırlıydı, ki bence bu tez çalışır, ya da yirmi yıl öncesinin öğretisi bugünkünden doğruydu. Ne olduysa ‘’yirmi yılda’’ mı oldu? Üzgünüm ama bu tez de çalışır. Bilgisizlik kandırılmayı doğurur, rahatça. Kimilerinin işine yarar bu. Bu düşünceyle neye saldırıp okusak azdır, hangi konuya eğilsek gereklidir diye düşünüyorum. İnsanın kandırılmaması için her şeyden biraz bilmesi şart gibidir. ‘Her alanda bir şeyler bil bir alanda her şeyi bil’ sözünü duymuşsunuzdur. Duymadıysanız da vesile olmuş olayım, çok güzel bir söz ve çok faydalı bir öğretidir. Bir yaşam felsefesi edinmeyi düşünüyorsanız, daha iyisini bulana kadar fazlasıyla iş görür. Denemeler’e dönecek olursak , ‘’Bilgi ve İnanç’’ bölümünü olduğu gibi alıntılamakla devam edebilirim; ‘’Aldatmaya ve aldanmaya en elverişli şeyler bilmediğimiz şeylerdir. Bir defa, görülmedik şeylere insan nedense kolay inanır; sonra da, üzerinde konuşmaya, düşünmeye alışık olmadığımız için, bunlara kolay kolay karşı koyamayız. Bu yüzden insan en az bildiği şeye en çok inanır. Bize masal okuyanlar çok rahat konuşurlar; alşimistler, kahinler, hukukçular, falcılar, doktorlar gibi. Korkmasam bunlara daha başkalarını da katardım. Mesela Tanrı’nın istediklerine öncülük eden bir takım adamlar vardır; her olayın nedenlerini bilir görünürler, Tanrı’nın yaptıklarında yüce iradesinin hangi sırları gizlediğini görürler. Olup biten şeylerin birbirini tutmaması, bir o yana bir bu yana kaçması, bir doğudan bir batıdan gelmesi bu adamları yıldırmaz. Yine hep bildiklerini okurlar, aynı kalemle akı da, karayı da yazar dururlar.’’ ‘’Kitaplar’’ bölümü ise, ‘bu satırlar kesin benim kalemimden çıktı!’ dediğim bir bölümdür. Yalnız benim değil okuyan her insan için öyle olacağına eminim elbette. ‘’İyileşmek elinde olan bir hastaya acınmaz. Pek doğru olan bu atasözünü ben denemiş ve kullanmış olarak, kitaplardan gördüğüm yarar için söyleyebilirim. Gerçekten ben kitapları, kitap nedir bilmeyenlerden fazla kullanmam diyebilirim. Cimriler nasıl günün birinde kullanacağım diye hiç dokunmazlarsa definelerine, ben de öyle saklarım kitaplarımı. Ruhum onların benim olmasıyla doyar, yetinir. Savaşta, barışta kitapsız yola çıktığım olmaz; yine de hiç kitap açmadığım günler, aylar olur. Biraz sonra, yarın, canım istediği zaman okurum, derim. Zaman yürür gider beni dertlendirmeden; çünkü kitaplarımın dilediğim zaman bana sevinç verecekleri, yaşamama destek olacakları düşüncesi anlatabileceğimden daha büyük bir rahatlık verir bana. İnsan hayatı denen bu yolculukta benim buluğum en iyi nevale kitaplardır ve ondan yoksun anlayışta insanlara çok acırım.’’ Denemeler’in her bir bölümünden bir öğüt kapılıp atılır cebe. Basit ama kesinkes doğru bu öğütlerin gün içinde, yeri geldiğinde, kulaklarımıza çın çın çınlaması için edilecek bir dua, yapılacak bir büyü varsa, bütün insanlık adına gelsin. ‘’Öfke Üstüne’’ bölümünde geçen şu satırlar, öfkelenme anında duyurabilse sesini bize, dünya, çok daha sakin bir yer olurdu. ‘’Kalbinizin fazla çarptığını, kanın yüzümüze çıktığını hisseder hissetmez meseleyi kapatmalıyız. Öfkemiz geçtikten sonra her şeyi başka türlü göreceğiz. Kızdığımız zaman bağıran, konuşan biz değil, hırsımızdır. Nasıl sis içinde her şey olduğundan daha büyük görünüyorsa hırs içinde de suçlar büyüdükçe büyür.’’ Tabi ki insanın bu denli olgunlaşması kolay şey değil. Ama insanın kendi sınırlarını her konuda zorlaması gerektiği gibi, bu konuya da eğilmeli. Hırsımızın kurban ettiği kaç kalp vardır gerimizde, hepimizin. Affedilebilir suçları bile o sis yüzünden büyüte büyüte küçülürüz sevdiklerimizin gözünde. Öfkenin, hırsa dönüştüğü eşikteyken, Montaigne’nin bu sözlerini hatırlamak ve geri çekilmek, -kendi kendimizle olan- savaşı kazandır. ‘’Yaralı ve Güzel Üstüne’’ nin, çok sevdiğim bir yerinde şöyle sesleniyor 'insana' Montaigne; ‘’İç savaşlarla geçen zamanlarımıza uygun bir ders veriyor bu sözler. Kuşandığımız zırhların, yüreklerimizi katılaştırması hiç de gerekli değil; sırtlarımızı katılaştırması yeter. Kalemlerimizi mürekkebe batırmakla yetinelim, kana batırmayalım. Dostluğu, kişisel bağları, verdiğimiz sözü, yakınlarımızı kamu yararına, devlet uğruna hiçe saymak büyük bir yiğitlik ve eşine az rastlanır yaman bir erdemse eğer, kendimizi mazur göstermek için diyebiliriz ki bu kadar büyüklüğü Epaminondas’ın büyük yüreği bile kaldıramamıştı.’’ Bahsetmeyi istediğim daha nice bölümü olmasına karşın, çok fazla açıldığımı düşünerek son bir alıntı yapacağım. Bilmem kadere inanır mısınız? Her şeyin bizlerin elinde olmadığına ve olması gereken neyse aslında onun olduğuna, olacağına? Montaigne diyor ki, ‘’İnsana Güven Göstermenin Yararı’’ bölümünde; ‘’Kadere seve seve boyun eğebilir, kendimi onun kollarına bırakabilirim. Böyle oluşumdan da bugüne dek zarardan çok yarar gördüm. Kader hep benden daha akıllı davranıp benim çıkarımı benden daha iyi sağladı. Yaşamımda başarılmış zor, yada belki akıllıca denebilecek birkaç eylem vardır. Bilin ki bunlarda benim payım üçte bir, kaderin payıysa en az üçte ikidir. Bence başarısızlıklarımız kadere yeterince güvenmemekten ve elimizde olmayan bir davranışımıza bağlamaktan geliyor. Dilediklerimize varamayışımız çok kez bundan ötürüdür.’’
Denemeler
DenemelerMontaigne · Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları · 202054,7bin okunma
·
457 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.