Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

116 syf.
10/10 puan verdi
·
Beğendi
·
3 günde okudu
Günaydın/ Rojbaş Cumartesi Anneleri
Bu bir İnceleme Değil! YAZIŞMALI SÖYLEŞİ Soru — İdam istemiyle yargılanan bir yurttaşsınız. Şiir dalının birinciliğini kazanmak sizde nasıl bir duygu, ne gibi düşünceler yaratıyor? Yanıt — ödülü düşlemek, onu almaktan daha mı güzeldi diye sorduğum oldu kendi kendime. Bu soru, ödülün ilk şaşkın sevinci durulmaya başlarken ağırlığını duyurdu. Kendimi yokladım: Bir hüzün, bir uçurum. Şaşkın sevincim tepetaklak düşüyordu ve dibi yoktu uçurumun. Besbelli, yeterince paylaşamamış, yaşayama-mıştıra sevincimi. Paylaşılamayan sevinç, giderek, taşınması güç bir ağrıya dönüşüyor. İçerdeki paylaşım bir noktadan sonra yetmez oluyor. Günlük yaşam kaygısı öne geçiyor ve... ve ozan ödülüyle yapayalnız kalıyor. Herhangi bir paylaşımın ötesinde derinlemesine yaşamayı gereksiyor insan. Ama bakıyorum: Çevrem duvar, demir ve plâstik. Duvarları aşıp ulaşan sevinç, kendi büyüklüğünde bir hüznü de taşımış yanında. Devinen insan nasıl daha çok oksijeni gereksiyorsa, sevinçten ka-baran yürek de taşabildiğince bir uzam istiyor. Bu noktada en çok sevinilen an, özgürlüğe en çok gereksinilen an oluyor. Belki acılar usul usul kanamasını beceriyor ama sevinçler suskun kalmayı bilmiyor! Hüznü öne çıkarmış olmayayım. Hüzün bir an öne çıksa da aslolan yaşama sevinci. Benimkisi daha çok dışarda sevdiklerimle yanyana olamamak, ödül öncesi ve sonrasındaki gelişmelere etkin biçimde katılamamaktan kaynaklandı sanırım. İçerinin koşullarında — her şeye karşın — üretilen bir bölüm şiirimin seçicilerce ödüle değer görülmesi, hiç kuşkusuz umutlandırıcı bir olay. 1981 Temmuzunda başlamıştı şiirle kavgam. Bu kavganın 1984 başına kadar süren evresinde üretilen bir bölüm şiirime verildi ödül. Şiir serüvenimin öncesi olmadığı düşünüldüğünde, bu, kısa denebilecek bir süredir. O gerçekten şu sonucu çıkarıyorum: Kapalı bir uzamda olsak da çok yoğun yazmışım. İnsan kendini yeniden üretebildiği oranda yaşıyordur dersek yanılmış olmayız. İçerinin koşullarında yeni duyarlıklar edinişimin yanında, kendimi yeniden üretebilme isteğinden doğan zorlamanın bir sonucu olsa gerek sanatsala uzanışım. Ödül, kendimi üretebilme sevincimi kitap bütünselinde paylaşmama, onunla tanışmama aracılık etti. Yaratma gücü hiçbir koşulda engellenemiyor. Bir yolunu bulup başkalarıyla paylaşılabiliyor. Ne güzel! ödül, bir sevinci akıtırken yüreğime, koca bir sorumluluğu da sezdirme-den omuzlarıma yükleyiverdi. İnsan olabilme sorumluluğunun yanısıra ozan kimli- ğini taşımak zorunda olduğumun olanca dehşeti ve güzelliğini yaşattı. Sel gider kum kalırmış.. Birincilikten de geriye kalan, salt bir güzelim sorumluluk... Soru — Altı yıldır içerdesiniz. Bu süre içinde hapishane koşullarında edebiyathareketleri nasıl bir gelişim gösterdi? Yanıt — İnsanların varoluşunu belirleyen onların bilinci değildir. Aksine, bilinci belirleyen toplumsal varoluştur. Yaşama biçimindeki her değişim bilinç değişimini koşullar. Sanatsal yansıtmada tek bir değişim gösterilemez ki, toplumsal gerçeklikteki değişimle bağıntılı olmasın. Ama toplumsal gerçeklikle girilen somut ilintiler sürekli değişim gösterir; mekanik değil, esnektir. Sanat, gerçekliğin yeniden 102 üretilmesi, dönüşüme uğratılmasıdır. içerde ya da dışarda oluş görece ayrımlar gösterse de bu yasallıkta buluşurlar. İçerinin koşullarında yaşayan insanların yeni duyarlıklar edinmesi, — dışardakilerden farklı olarak— kaçınılmaz gibi. Her insanın yaşamında zorunlu bir uğrak değil içerisi. Az sayıda insan bu ayrıcalıktan (!) yararlanıyor. Gözlenen bu olgu, içeri düşüşün ilk bir yılı içinde birçok arkadaşta şiir yaz-ma biçiminde somutlandı. Tabii, salt duyarlıkla şiir yazılamayacağı gerçeğinin anlaşılmasıyla, eleme kendiliğinden oluşuyor. Yeri gelmişken bir yanılgıya değineyim: Sanılıyor ki, içerde zaman, istemediğince çok, millet can sıkıntısından oturup şiir yazıyor. Ne büyük bir yanılgı! Her şeyden daha az elan belki de süre'dir. Ama "süre" denen kavramın değeri, içerde yatan insanların nitelikleriyle doğrudan bağlantılıdır. Her koşul kendine özgü duyarlıklar kazandırır. Ne var ki, içerde de, dışarda da yaratımın yasal koşulu aynı: Şiirin şiir olarak yazılmasının zorunluğu! Soru — Yazıda duygusal patlama neden daha çok şiir yoluyla oluyor? Yanıt — Duyarlığın şiirle daha kolay buluşmasında aranmalıdır yanıt. Ve hatta şiirin neden yazı sanatının anası olduğunda!.. Salt içeriye özgü bir olay değil bu, dışarısı için de geçerli. Kapalı uzamda kalış, yoksunluklar, ayrılıklar ve benzeri durumlarda devinen duyarlık, koşullarını bulduğunda yazarını, ozanını yaratmış; Bulamadığındaysa sanatsal duyarlık olarak kalmış ya da kurumsal alanda yetkinleşmeyi koşullamıştır. Bir inancımı daha belirteyim: Sanat yan tutar. Toplumun ayrı kültürler halinde bölünmesinin zorunlu sonucudur bu olgu. Sanatsalın işlevsel-liği de bu noktada ayrımlaşıyor. Genelleştirmemek kaydıyla, Konstantin Simonof-un "Bekle beni" şiirini anımsayalım. Cephedeki yüzbinlerce asker tarafından okunup ezberlenmiş, mektuplara yazılmış. Onca insanı ortak duyguda, idealde buluşturma-yı şiirden başkası yapamazdı denebilir... Soru — İlk yapıtınıza neden Şafak Türküsü adını verdiniz? Yanıt — "Şafak Türküsü" somutunda kısaca şunları söylemek isterim: Bir yangın vardı, bir çağ yangını. Herkese şu ya da bu oranda bir pay düşüyordu bu yangından.Kıyısında, köşesinde yananlar Vardı. Bir de tam ortasında yananlar! Ben, yangının tam ortasında, hem de hiç yakınmadan yananları, etiyle kanıyla, özlemle-ri, kavgaları ve umutlarıyla duyurmak istedim. Soru — Yeni kuşağın ozan yanı için neler düşünüyorsunuz? Yanıt — Son günlerde "genç ozanlar olgusu ve şiirimizde ki yeri" yeniden tartışma gündemine getirilmeye başlandı. Bizden "umut var" olanlar da var, olmayanlar da. Ama şurası kesin: Gençler arasından yarının usta ozanları çıkacak. Bu gerçeği tartışmak bile gereksiz. Gençler-yaşlılar sınıflaması yapılırken şu gerçek de gözden ırak tutulmamalı: Genç olup şiirinde yaşlılığın derin çizgilerini taşıyan, ağlamaklı sarsılmalarla ölümden dem vuran ve hatta kuramsal olarak "çöküşme" sanatını savunan gençlerimizin varlığı nasıl bir gerçekse, şiirini gepgenç koruyabilmiş, hep yeniden yana tavır koyabilmiş yaşlı ozanlarımızın varlığı da bir gerçek. Toplumsal gerçekliğin yasalarını kavrayan genç arkadaşlarımın, bilinçlenmişlikleriyle, şiirimizin pek çok kavga ve deneyden geçmiş birikimlerinden beslenerek yeni sokaklara ve ustalıklara ulaşacağına inanıyorum. Yaşanan bu gerçeklik, dönemine çağının damgasını vuracak usta ozanlar yetiştirecek. Boşuna şişmiyor bu toprağın karnı! Soru — Bazı çevrelere göre genç ozanların şiirleri birbirine pek benziyormuş Ne dersiniz? Yanıt— Bu sava pek katılmıyorum. Yüzeysel, kolaycı bir değerlendirme gibi geliyor bana. Aynı koşullarda yaşıyor olmaları benzer duyarlıklar yakalamalarına yol açıyor, kabul. Ama bu, şiirlerin birbirine benzediğini kanıtlamaz. Neyi anlattıkları değil, neyi - nasıl anlattıklarıdır önemli olan. Kaldı ki, hemencecik kopuşma, ustalaşma da beklenmemelidir. Nicel patlamanın 1980 ve sonrasında olduğu düşünüldüğünde, haksız bir beklenti görünümü çıkmıyor mu ortaya? Ustalığın, özgürlüğün ipuçlarını aramak doğru ama, değerlendirme yapılırken az sayıda genç ozan gözönünde tutuluyor. Ozan sayısının sınırlı tutuluşun da salt sanatsal kaygının "rol oynamadığı biliniyor. Dergilere girememiş, kitabını bastıramamış o kadar çok genç arkadaşımız var ki... Pek çoğu da genel şiir ortalamasının üstünde şiir yazıyor, yakın tanığıyım. Hapishaneler şair yetiştiriyor. Şuna gelmek istiyorum: Geniş bir inceleme, araştırma, sabırlı bir çalışma yapılmadan kesinlemeye gitmiş değerlendirmelerden kaçınmak gerek. İlke olarak da gençlerden umutlu olmalı. Ha gençlerden umudu kesmişiz, ha yarından! Bense kendimize ve yarına inanıyorum. Soru — ölüm çözüm müdür? Çözüm nedir? Yanıt — Sağlıklı insan düşüncesi, hiçbir koşulda, hiçbir zaman "ölüm"ü kendisine araç edinmez. Ne ki, kimi zaman ölüm, tarihsel evrimin toplumsal-ideal'e uzanan basamaklarında bir yasallık olarak insanın karşısına çıkabiliyor. Bu durumlarda insan, o yaşattığın zorla kabul ettirilmiş ismini tarihsel yasallık tan elemek ve bir da-ha insanlığın karşısına çıkmasını önlemek için ölüme katlanabiliyor. Tarih bu gerçeğin örnekleriyle dolu. Özetle, insanın ölümü, toplumsal ideale uzanan basamakta bir yasallık olarak ortaya çıkmadığın da, cinayettir. Çözüm, insanın elinde insan ölümünü üreten koşulların tarihsel ömrünü tamamlamasındadır. Bunun erkene alınması insanın kendi elindedir. Sorun, bu gerçeğin daha çok insan tarafından bilince çıkarılmasıyla ve ortak çabaya girilmesiyle çözülecektir. Soru — Dünya Gençlik Yılı 'na girdik. Bu konuda neler düşünüyorsunuz? Yanıt — Birleşmiş Milletler Örgütü 17 Aralık 1979 günü bir genel kurul kararı alarak 1985 yılını Gençlik Yılı olarak kabul etmiş. Karar, uygulamaya geçeceği yılı beklerken, dünya nüfusunun beşyüz milyondan fazlasını oluşturan genç kuşak nice yoksunluklar, kıyımlar, acılar yaşadı, halâ da yaşıyor. Belki kararın kendisi demokratik bir yanı da içeriyordu ama, son beş yılı düşündüğümde yüzüm acılaşıyor. Karar Birleşmiş Milletler Örgütünce alındığına göre, her ülkenin ona katılış amacı uygulama biçimi farklılıklar gösterecektir. Genelde insan sorunlarını çözmekte ileri adımlar atabilmiş ülkeler bu kutlamaları bir bayrama dönüştürebilirler. Ama özel-de gençliğin, geneldeyse insanın önünü açamamış, hatta tıkamış ülkelerin böyle bir kutlamaya hakkı yoktur. Hayır, yas tutmayı falan önermiyorum. Vurgulamak istediğim, Gençlik Yılı'nı fırsat bilip, insan sorununa, onu olumsuz biçimde etkileyen sosyo-ekonomik yapıya çözüm aramak yerine, genel-geçer demeçler, paneller ve benzer biçimlerle somut gerçekliğin üstünü örtme çabasının amaçlanacağıdır. Gençlik, kendisinde, atılım, değiştirme, edebilme dinamiklerini barındırır. Dinamiklerini özgür-ce aktarabileceği bir kanalı gerekser. O kanal ya da kanallar tıkalıysa, yolunca yordamınca akamıyorsa, neden akamadığının araştırmasına girer. Bulur da. Bulamadığında, yabancılaşmanın batağına saplanır. Ya dinamikleri İS-diş edilmiş "akıllı-uslu" (!) genç olur, ya da lumpen-arabesk yozlaşmalarda boğulur. Gençlik, özgürce gelişip serpilebileceği, kaygısızca soluklanabileceği genişlikleri ister. Onun genç omuzları tabut darlığına sığmaz. Sığamıyor diye de onu yargılamak, suçlamak aklın alacağı tavır değildir. Biraz daha açarsak, gençlik, yüzyıllardan bu yana evrensel barışa çağıldayarak, her türlü engelleri aşarak akan evrimin 104 olabildiğince kısaltılması için ödenen bedelde adım büyük harflerle okutmuştur. Genç- lik Yılı, insanlığı evrensel barışa ve kardeşliğe götüren yolu kısaltmada dünya gençliğine dinamizm kazandıracaksa, işlevini, görmüş olacaktır. Tarihsel çatışmanın acılarım her dönemde derinlemesine yaşayan gençliğin, geçici çözümler ya da çö- züm yamltmalarıyla oyalanmaya devam edildiği bir yıl olarak kalmamasını diliyoruz bu yılın. Ülkemizin sorunları, ilk bakışta kördüğüm olmuş koca bir yumağa benzer. Ancak, bu sorunların boyutu kimseyi umutsuzluğa süreklememeli. Hele de toplumun en dinamik kesimi olan gençliği asla! Ülkemizde önemli bir tarihsel dö- nem yaşandı. O kesitin acılarından, yıkımlarından, yitimlerinden en yoğun biçimde etkilenen toplum kesiti gençlik oldu. Gençlik, süre giden çağ yangınının ortasınday dı. Egemen düşüncenin açıklamaya çalıştığının tersine, gençlik o yangının ortasına "itilmedi" toplumsal çatışmanın ortasındaydı zaten. Ancak, kendinde barındırdığı dinamikler, çatışmanın doğal yasallığı içinde yangının büyümesinde etmen oldu. Sonrasında yaşanan süreç belli: ölümler, ayrılıklar, özlemler, koparılmalar, kopmalar, yıkımlar... Bugün varılan noktada soruna öyle yaklaşılıyor ki, "gençlik" tüm bir tarihsel kesit için sorumlu tutuluyor. Bir anlamda, sistemin çelişkilerinden kökenle-nen toplumsal çatışma ve onun sonuçlarının günah kaydı gençliğin üzerine yapılı- yor. Buysa, kimilerinin akıllarınca sistemin aklanmasından başka birşey değil! Soru — Sevginin, inancın ve umudun insan yaşamındaki yeri nedir? Yanıt — Sevgi, inanç, umut insanın insanca güçlerinin en temel öğeleridir. Bu güçleri kuşanabildiği oranda yaşamını anlamlı kılabilir insan. Basit anlamını dışarda tutarsak, sevgi, bir dağı sırtlamaktır derim. Hele de çağımızda koca bir ağrıdır sevmek, yaşamak ağrısı. Ama ne güzelim bir ağrı! Sevmek, yaşadığımız çağın bize yükümlediği sorumluluğun bilincine varmaktır.Kısacası, insan çağının kendine yü- kümlediği sorumluluktan kaçınmayıp olanca gücünü seferber ederek sevgiyi, inancı, umudu özyaşam deneyimine dönüştürdüğü ve toplumsal idealle somut ilintiler kurduğu oranda yaşıyordur. Ancak bu şekilde, bireysellikte yaşanması gereken sevgi, inanç ve umut anlamlı, doyumlu olabilir. * * Dostlar, şu yazının adına ister edebi röportaj deyin, isterseniz "çığlık". Günümüzde zaten kavram karmaşası doludizgin gidiyor. Ama bir gerçeğin altını iyice çizelim: Yıllardan beri dolan hapishaneler artık taşıyor. " A f " sözcüğü hep lâfta kaldı. O gençleri hapishanelerde şair olsunlar, yaşama doyamasınlar diye mi büyüttük? Biliyorum, bu sözlerime kimileri fena içerliyor. Aldırmayın. Siz benim söylediğim gerçeğe kulak verin. Onlar bizim çocuklarımız. Bu toprağın anaları, babaları yetiştirdi, buranın ekonomik, sosyal ve politik koşullar şartlandırdı onları. Cumhuriyet onlara emanet edildi. Gençlik Yılı onlar için kutlanıyor. Merhaba Gençlik! Merhaba (Nevzat Çelik!) Nejden Çelik! HAPİSHANE KOŞULLARININ DOĞURDUĞU ŞAİR, NEVZAT ÇELİK* Şahap Balcıoğlu lçerdekiler Genel Affı bekleyedursunlar, hapishane koşulları gene bir şair doğurdu. Zindanın nemli duvarlarında, parmaklıkların acılı gerisinde oluşan bu yeni ozanın adı Nevzat Çelik. Grafik bölümünün birinci sınıfındayken, kısacası ondokuz yaşında bir yüksek öğretim genciyken 1980'de, anarşinin at koşturduğu günlerde idam istemiyle hapse düşen bu genç adamın özgürlüğüne kavuşması ancak aklanmasına bağlı. Çünkü lâfı edilen Af onlar için geçerli değil, önlerinde anayasal engel var. Hem hapishane duvarı, hem de anayasal duvar. Zor iş. Çin Şeddinden beter. Onu ancak "akıncı ruhlar" geçer. Ama bugün yirmidört yaşına ulaşan adamda sanırım o atılım ruhu var. Masamda duran şiir kitabı bunun kanıtı. Adı (Şafak Türküsü), yazan Nevzat Çelik. Kapakta, telörgüleri ardından, budanmış bitkinin gövdesinde filizlenen bir yeni canlı. "Nevzatlar bitmez" der gibi bu resim. Sayfayı çevirip ilk şiire göz atıyorum Adı (Saklambaç): "Önüm arkam/sağım solum/beton/hey toprak/neredeysen çık." Lafa baştan girelim: Akademi Kitabevinin 1984 yılı edebiyat ödüllerinin dağıtılacağı 20 Aralık 1984 günü törenin yapıldığı Dostlar Tiyatrosu salonundaydım. Aziz Nesin'le Vedat Türkali güzel birer konuşma yaptılar. Sıra Şiir Büyük Ödülüne geldiği zaman, toplantıyı yöneten Demirtaş Ceyhun, Seçici Kurulun oybirliğiyle Nevzat Çelik'i yeğlediğim, kendisinin beş yıldan beri hapiste bulunduğunu seçimden sonra öğrendiklerini açıkladı. Kardeşi adına ödülü almak için gelen ablası Aysel Çelik'se öylesine duygu dolu konuştu ki gözlerimize yaş yürüdü. Toplantıdan sonra Seçici Kurul Başkanı ünlü ozan A. Kadir'le birlikte vapurla Kadıköy'e geçerken bu yeni şair için neler düşündüğünü sordum. Kadir de zindan çilesinin yarattığı ozandı. Bugünkü yürüme zorluğu bile o günlerden arda kalan canlı bir anı. Şöyle bir iç geçirdi: — Gelen on, on beş şiir dosyası arasında dikkatimi en çok bu çekti, dedi. Evde eşim Cansen'le birlikte okuduk, ikimizde ağladık. Şu sıra dergilerde çıkan şiirler-den bile ayrı bir havası var. Çocuğun hapiste bulunduğunu bilmiyordum. Ama içerde yatmış olduğu, o çileyi çektiği anlaşılıyordu. Ömrünün baharında bir mahpus hayatı yaşamış, ama tükenmemiş, yaşama susamış. Oysa içinde bulunduğu koşutlar onu tüketebileceği halde direnmiş. Bir an gözleri daldı. Gün batıyor. Selimiye açıklarında martılar uçuşuyordu. O sürdürdü: — Bana göre bu genç şairin tek direnç kaynağı ana sevgisi, yuva sevgisi, özgürlük ve yaşam sevgisi. Bunlar onu ayakta tutmuş. Umutlu, yaşama iyimser bir bakışıvar. Şiirlerinde dil yapısı, estetik yapı diri ve sağlam. Fazlalıklar yok. Ve kendi duygularım bize olduğu gibi aktarmasını biliyor. Bazı etkilenmeler var ama bu pek doğal. Çünkü daha çok genç. Genç şairlerde de bu etkilenmeyi kabul ediyorum. (*) Bu yazının bir bölümü daha önce Gösteri Dergisinde yayınlandı. Şiirlerinde yakınma ve sızlanma yok. Çıplak ve yalın. Ölümle burun buruna gelip böylesine insanca, çorba kokularını duya duya ölümü karşılamak bence yürek ister. O genç şairde bu yürek var. Geleceğe inanıyor. Bence ilerisi için büyük umutlar vaad ediyor. Acı acı gülümsedi: — İşte şiir gene hapishane duvarlarını aşıyor. A. Kadir'in bu sözlerinden birkaç gün sonra Nevzat Çelik'in o günkü töreni düzenleyenlere kendi elyazısıyla gönderdiği mektubu okudum. Şöyle diyordu genç adam: "Aranızda olabilmek kimbilir ne yaşanası sevinçtir! Ama hepten ayrı olduğumuz da söylenemez. Ne kadar kalın ve ne kadar yüksek olursa olsun duvarlar, gökyüzünün kapatılamayan bir mavisi kalır ki, bunun adı umuttur. Umut ederek sürdürüyoruz yaşamı içerde. Çekilen bunca atı hep bu yarımın umudu için değil mi?" Gültepe'deki ev Bu araştırma bana da epey acı çektirdi. Ertesi sabah saat beşte kalktım. (ŞafakTürküsünü açıp okumaya başladım. Okudukça içlendim, içlendikçe okudum. On-binlerce genci o acımasız ortama iten kişilere, koşullara içimden geldiğince okudum. Hapishane yaşamının, hele genç ve atılım yüklü kişiyi hangi dert dolabına çevirdiğini içeri giren bilir. Dışardan gazel okumak kolaydır. Sen git, bir de içerdekini dinle. Bu genç adam daha ondokuzundayken tattı o çileyi. Beş yıldır o işkenceyi çekiyor. Dev-Sol'dan yargılanıyor. Her an ölüm fermanı gelebilir. Bir buçuk yıldır kimseyle görüştürülmüyor. Sarılacak dal niyetine ana ve kardeş sevgisini, insanca yaşam özlemini bulmuş. Şair olmuş. Dokunmuş bağlamanın teline, başlamış okumaya: "....ölmek ne garip şey anne/artık duvarları kanatırcasına tırnağımla/şaş-kın umutlu şiirler yazamıyacam / mutlak bir inançta gözlerimi tavana çakamıyacam / baba olamıyacam örneğin / toprak olmak ne garip şey anne / ceplerimde elyerine birer balyoz taşırken / korkunç bir merakla beklerken / yüreğimin ırmakları taştı / taşacakken / ölmek ne garip şey anne..." Böyle diyor ama, ozanımızın delikanlı ve de inanç dolu olduğunu unutmayalım. O dizelerin hemen ardından gelen şiirin de bakın nasıl sesleniyor sevenlerine: "geçici ayrılık benimkisi/ilkyaz çiçeğine gebeyim/ağıtlar yakmayın adıma/ ben ölmedim ölmeyeceğim." İyi ama bu sözleri 1982 yılının Aralık ayında yazmış. Genç adam 1980'in Martından beri zindanda. Şair yanı, içeri düştükten birbuçuk yıl sonra 81 Temmuzunda su yüzüne çıkmış. Ondan da onaltı ay sonra, özetle dörtduvar arasına girişinin üstünden üç yıla yakın süre geçince bu inanç dolu dizeleri sıralamış. Oysa o günden sonra da günümüze gelene kadar bunca yıl geçti. Bugün Nevzat Çelik ne âlemde dersiniz? Bu konuda bilgi edinmek için ailesini bulmak gerek. • * Önce ablası Aysel'le konuştum. Sonra onunla sözleşip Gültepe'deki evlerine gittim. Günlerden zorunlu olarak pazarı seçtik. Çünkü Çelik'ler tipik bir emekçi ailesi: 49 yaşındaki baba Cemil Çelik Kâğıthane'deki Plastifay fabrikası işçilerinden, 48 yaşındaki ana Fahriye Çelik, Yıldız'daki Dedeman Otelinde çalışıyor. Aysel'le kızkardeşi Şükran da birer işyerinde görevli. Nevzat'ın erkek kardeşi Bahri'yse Urfa'da askerliğini yapıyor. Gittiğimde evdeydi. Ağabeyinin ödül alması şerefine izinli gelmiş. Aysel'in on yaşında Ulaş adında yakışıklı bir de oğlu var. İlkokul dörtte okuyor. Özetlersek, hapiste olan Nevzat'la Urfa'da bulunan Bahri'nin dışındakiler gündüzleri evde yok. Akşamları ve haftasonları biraraya gelebiliyorlar. Cemil'le Fahriye Çelik Sinop'un bir köyünden gelmişler. Baba hiç okumamış. Ama sözü sohbeti pek güzel. Fahriye ananın ilkokul diploması var ama kulağasma. Aslında yalnız birinci sınıfı okumuş. Fakat akıllı kadın. Şimdi hem okuyor, hem de yazıyor. Üstelik, evlât hasretinden o da şair olmuş. Zaten evin genel havasına bakınca, bireylerin birbirlerine nasıl sıkısıkıya sarıldıkları hemen göze çarpıyor. Bu sarılışın yapmacığı olmaz. Birlikte oturup tarhana çorbası içtik, etli pilav yedik. Çocukların pervane gibi dönüp dolanmalarını, anayla babanın onlara gözucuyla bakışlarını inceden inceye izledim. Nevzat altı yıldır hapiste ama evdeki yeri sıcacık duruyor, ödül kazanan şiirlerinin basıldığı kitap hemen televizyonun yanında. Şişli Lisesini bitirdikten sonra girdiği Beşiktaş'daki Uygulamalı Sanat ve Endüstri Yüksek Okulu Grafik Bölümü'nün birinci sınıfındayken kardeşlerinin karakalemle yaptığı resimleri duvarda. Nevzat konusu her an evde, odalarda, sofrada. Hasreti yüreklerde, gözlerde, sözlerde. Şimdi o, nüfusta kayıtlı olan biçimiyle, yani Nejden Çelik adıyla Sağmalcılarda Özel Tip İkinci Askeri Cezaevi'nin H3 koğuşunda Dev-Sol 2'den yargılanıyor. Nejden Çelik 82 numaralı sanık. Altı yıldır hapiste olan genç adamın sonu n'olacak? Onlar için af söz konusu değil. Anayasal engel var. Bu Meclis o engeli aşamaz, aşamaz. İstenen cezaysa idam. Yok mu bunun daha ucuz bir tarifesi? Yok. Nevzat ya asılacak, ya da aklanıp özgürlüğe kavuşacak. Karar ne zaman belli olur? Ona rüfailer karışır. Cemil Baba: — Oğlumun ödül alması beni çok mutlu etti, diyor. Gönül isterdi ki düzenimiz bozulmasın, evlâdım okumayı sürdürüp bitirsin. Ama olmadı işte. Ne diyeyim? Ben onun suçsuzluğuna inanıyorum. Nevzat gene dönüp eve gelecek. Aysel, Şükran ve Bahri ses etmeden bizi dinliyorlar. Abdi İpekçi caddesi, Ferah sokağı, 2 numaradayız. Pencereden, bayırın Kâğıthane'ye bakan yüzü görünüyor. Gözler dalgın, bakışlarda hüzün. Fahriye Ana konuşuyor: — Evlâdım hapishanede şair oldu. Körpe yaşta dama düştü. Hasretinden ciğerim sızlıyor, yüreğim yanıyor. Aysel kulağıma eğildi: — Annem Nevzat için türkü yazdı. Şaşırdım önce: — Fahriye Hanım, siz de mi şair oldunuz? Boynunu büküp acı acı gülümsedi: — Bizim şairliğimizden ne olacak bey? Geçen gün otelde çalışırken, evlât hasreti gene başıma vurunca, dilime gelenleri kağıda döküverdim. Aysel'in şiir dediğine bakma sen. — Olsun bacım. Şu kağıdı ver de bir göz atayım. Gidip içerden getirdi. 22 Kasım 84 günü yazılmış. Adı (Oğula Hasret Türküsü). Birlikte okuyalım: "Hasretinden kalbime bir mesken kurdum/ Sakın bir kenarını yıpratma oğul/ Gözlerimde yanan senin ışığın/ Sakın onu incitip söndürme oğul./ Bilmem beni ürküten neyin korkusu/ Hasretin uzadı gelmez arkası/ Kanlıdır gözlerim yoktur uykusu/ Ellerim gözümde beklerim oğul./ Yüreğimde gücü senden alı- rım/ Bu yüce sevgiyi sende bulurum/ Beklerim yolunu ağardı saçım/ Bütün telleri özlemdir oğul./ Yaşam direncini senden öğrendim/ Hiçbir çiçek koklamadım oğul tadında/ Mahşerde bile huzur duyarım/ Hiç utanç duymadım senin adında./ Beş 108 yıldır sabahım sensiz oluyor/ Kalbimdeki mesken seni arıyor/ Dünyamı bazan boş- luk sarıyor/ Beni umutsuz bırakma oğul./ Yıldızlar şarkı söyler geceyarısı/ Güneş- te gülücüğü bulutta yası/ Her birini sarmış şiir sevdası/ beni şiirsiz bırakma oğul." O gün Gültepe'deki evden ayrılıp Kadıköy'e dönerken kendi kendime düşünmeye başladım. İstanbul'un bir yanında, yılın Şiir Büyük Ödülünü kazanmış adam yaşıyor. Bu ozan askeri disiplinin uygulandığı bir hapishanede yatıyor ve tutuklu üniforması giymeye bundan birbuçuk yıl kadar önce arkadaşlarıyla birlikte "hayır" dediği için o günden beri kimseyle görüştürülmüyor. Oysa şiirleri dillerde dolaşıyor, kitabı bir süredir satış listelerinin başında geliyor. Ve ben onunla konu- şamıyorum. Olacak iş mi bu? Ne yapsam, ne etsem ki Nevzat'la söyleşi kursam? "Hele bir deneyelim" dedim. Mutlaka Okuyun/ Okutun.... Keyifli okumalar diliyorum
Şafak Türküsü
Şafak TürküsüNevzat Çelik · İmge Kitabevi · 2010492 okunma
·
1 artı 1'leme
·
1.052 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.