GÜL/ÜMSE736 sayfalık bu kitabı elimden geldiğince sizleri sıkmadan açıklamaya çalışacağım.
Umberto Eco'nun yazdığı bu ilk romanında yazar tüm riskleri göze almış. Sayfa sayısı, konusu, konunun geçtiği mekan, kişiler ve en önemlisi de kendi dönemini kurgulamak yerine ortaçağı seçmiş olması. Tüm bunların altından kusursuzca kalkmış bence ve bu da yazarın o büyük bilgi birikiminin bir kanıtıdır.
Konusu her ne kadar polisiye diye geçse de yazar elinden geldiğince orta çağın, özellikle de kiliselerdeki tüm sorunlara uzun uzun değiniyor. Kitabın adını ilk başta "Suç Manastırı" olarak düşünen yazar bu durumda okuyucunun dikkatini sadece polisiye konusuna çekileceğini düşünmüş. Bu da kitabın içinde geçen diğer konulara gerçekten de haksızlık olurdu. Çünkü polisiye kısmı kadar şu konulara da değiniyor. Yazar, Papa ve imparatorluk arasındaki güç savaşına, tarikatlar arasındaki fikir ayrılıklarına, bir manastır içindeki kirli oyunlara, her insanın içinde ki o günahkâr kişiliğe. Ben kitabı okurken yazarın aslında değinmek istediği şeylerin bunlar olduğunu, polisiye kısmının sadece okuyucuyu romanda tutmak için kullandığını bile düşündüm. Fakat polisiye kısmı da o kadar zeka doluydu ki onu ufak bir araç gibi gösterirsem çok büyük haksızlık etmiş olurum. Yazar her iki konuyu da kusursuz bir felsefeyle okuyucuya aktarıyor.
William ve çömezi (Adso) manastırda işlenen esrarengiz cinayetleri çözmeye çalışırlar. Uzun diyaloglar şeklinde geçen bölümlerde yazar sizi de konunun içine çekiyor. Onlarla beraber sizler de cinayetlerle ilgili akıl yürütmeye başlıyorsunuz. 7 gün şeklinde bölümlere ayrılmış kitap fakat bu 7 gün için de çok geniş bir zaman dilimine değiniyor yazar. Çünkü sadece manastırın için de geçen olaylara değil ortacağın tüm karanlık yanlarına da değiniyor. Bu açıdan tarihi bir değer de taşır mı kitap yoksa anlatılanların hepsi yazarın kurgusu mu bunu bilmek için ayrıca araştırma yapmak gerekiyor. Fakat okuyunca şundan emin oluyorsunuz ki din her dönem de aynı sorunları içinde barındırıyor. Her dönemde dünya üzerindeki gücü elinde tutmak isteyenlerin dini kullandığını görüyoruz. Ve bu gücü kazanmak, kazandıysa da kaybetmemek için aklınıza gelecek olan her kötülüğü yapabileceklerini görüyoruz.
Manastırda dinen günah denilen her şey yaşanıyorken birisi çıkıp da "gülmek" günah diyebiliyor. Gülümsemekten korkuyor ve bu korkuyu herkesin zihnine işlemeye çalışıyor.
Her zamanki gibi en büyük günahların sebebi olarak kadınlar gösteriliyor. Oysa kitapta tek bir kadın karakter geçiyor. O da çok kısa bir bölümde. Bu konuya kitaptan değil Murathan Mungan'ın bir yazısının ufak bir kısmını alarak değineceğim.
Beni hatırladınız mı? Ben Gülün Adı’nın adsız kızıyım. Bir lokma ekmek için manastıra gizlice sokulup etini satan, ortaçağ’dan bu yana milyonlarca örneği olan küçük, yoksul bir köylü kızı. İddiasız, geleceksiz bir kız...
Umberto Eco diyor ki;
"Bir roman yazdım, çünkü canım bir roman yazmak istiyordu." Bunu görüp kalemi elinize alıp ben de bir roman yazmak istiyorum demekle olmuyor. Çünkü öncesinde bir çok araştırma, bilgi, emek ve zeka gerektiriyor.
Okumayı düşünenleri; bir manastır, manastırın içinde labirent şeklinde gizemli bir kütüphane ve kütüphaneye bağlı cinayetler serisi bekliyor.
Herkese keyifli okumalar