Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

236 syf.
·
Puan vermedi
“Kozmosa çıkıyoruz, her şeye hazırız: Yalnızlığa, zorluğa, tükenişe, ölüme… Alçak gönüllülükten söylemeye dilimiz varmıyor ama, kendimize hayran hayran baktığımız oluyor. Ama çok, çok yazık! Birazcık yakından baktığımızda bütün o şevkin aslında düzmece olduğunu görüyoruz. Aslında kozmosu ele geçirmek değil istediğimiz, yalnızca Yer’in sınırlarını kozmosun sınırlarına dek genişletmek” (86). Bilimkurgunun “atılım” çağının aydınlanma, modernleşme ve kapitalizmin yükselişine denk gelmesi tesadüf değildir. Zira bilimkurgu hem olumlu hem de olumsuz sonuçlarıyla “içi içine sığmayan”, yenilikler için sürekli etrafına bakan bir varoluş ya da bilinç durumuna ihtiyaç duyar. Evreni ve doğayı anlama, bu anlayışla doğal güçleri “insan iyiliği” için kullanma, onların içlerindeki saklı enerjileri salıverme çabası bilimkurguya temel olacak istençle de uyumludur. Anlama, işleyişi bilmeyi, kategorize etmeyi, etkileşimin olası sonuçlarını, yararlılıkla bütünsel amaçları farklılaşan sistemler yaratmayı gerektirir. Tabii bunlarla kopmaz bağlarla ilişkili olan “kontrol” etme güdüsünü de saymamız gerekir. Bilimkurgunun aydınlık tarafı açılma, aşkınlaşma ile, karanlık tarafı ise kapanma, kontrol etme ve kendini koruma güdüsüyle yakından etkileşim içindedir. Hatta bu taraflar arasındaki salınım bir sarkaç gibi sürekli gidip gelir. Zaten çoğu bilimkurgu eseri bu iki yön arasında bir denge kurar. Örneğin uzaylılarla temas, sonunda kendi türsel varlığını korumaya gerekçe edilir. Yeni bir varlık “yaratabilme gücü”, Frankenstein’ın karabasanı oluverir. Başka zamanlara yolculuk yıkım olasılığından asla uzakta değildir. Yanı sıra dışarıya dönük bu bilimsel bakış, bildiğimiz dünyada nasıl işe yarıyorsa bilimkurguda da öyle işe yarar. Evreni ve doğayı daha iyi anlar, üretimi arttırır, başka diyarlara göç ederiz; bilimkurguda da bilinmeyen ile temas kurulur, o anlaşılmaya başlanır, kategorize edilir, yıkıcı güçler denetim altına alınır ve olasılık senaryosu bir sonuca bağlanır. Pek çok klasik bilimkurgu eserinin sahip olduğu yön bu şekildedir. Bununla birlikte, her şey her zaman böyle kolay olmaz. Ya temas edemiyor, iletişim kuramıyorsak? Ya ötekiyi anlama çabası biçareyse? Ya içe dönmek dışında bir yolumuz yoksa? Sahip olduğumuz bilimsel beceri ve teknolojik imkânlar yetersizse? Geçmişte Polonya’ya bağlı, bugün savaş altında bir ülkenin (Ukrayna) kenti olan Lviv’de, 1921 yılında doğan Stanislaw Lem, çoğu eserinde bu garip durumu ironik biçimde ele alır. Lem’in en bilinen eseri, şiirsel sinemanın en ünlü yönetmenlerinden Andrei Tarkovski’nin de aynı adla filmini çektiği Solaris romanıdır. 1961 yılında yazılan, Tarkovski tarafından 1972, Steven Soderberg tarafından ise 2002 yılında uyarlaması çekilen bu roman, farklı ve bilinmeyen ile teması, yarattığı iletişim sorunlarını ve aslında sahip olduğumuz “yetersizlik” duygusunu gözler önüne serer. Roman, Dr. Kris Kelvin’in Solaris gezegeninin yörüngesine konumlandırılmış istasyona varışıyla başlar. Solaris, Dünya’ya çok “uzak” olmayan, ondan çok daha büyük, tümüyle sıvı, jel ile kaplı okyanusa sahip bir gezegendir. Mavi ve kırmızı iki güneşin etrafında, beklenmedik ve mümkün görünmeyen bir yörüngeye sahip olan gezegen, dünya dışı yaşamın devasa bir büyüklüğe ulaşmış örneği olarak görülür. Yörüngesindeki “anomali” ile ilgiyi üzerine çeken gezegen ve üzerindeki yaşam, bir anda dünyadaki bilimsel araştırmaların merkezine yerleşir. Derhal keşif seferleri düzenlenir, bilim insanları sürekli biçimde bu gezegeni tanımlaya, onu anlamaya, hatta iletişim kurmaya çabalar. Kelvin bir psikolog olarak, istasyonda araştırmalar yürüten bilim insanlarını ve Solaris gezegenini gözlemleyecektir. İstasyona varmadan önce intihar eden yakın dostu Dr. Gibarian, ardında büyük bir gizem bırakmıştır. Diğer iki araştırmacı Snaut ve Sartorius ise kendilerine gelen konuklarla ne yapacaklarını bilemeden gizem perdesini aralamaya çalışır. Kelvin, istasyona varışının ertesinde bilim insanlarının çaresizliği ve boşvermişliği karşısında şaşırsa da, on yıl önce intihar eden sevgilisi Rheya’yı aniden yanında görünce ne yapacağını bilemez. Kelvin aslında Rheya gibi güzel bir “konuk” sahibi olduğu için şanslıdır. Snaut cücelerle uğraşırken, Gibarian dev bir zenci kadın konukla başa çıkmak durumundadır. Konuklar ve İnsan Tipolojileri Konuklar, okyanusun bu araştırmacılara bir ödülü, bir laneti ya da her ikisi birden olabilir. Ortaya ilk çıktıklarında tabula rasa denilebilecek boş bir kâğıt gibilerse de, sonrasında giderek özbilince sahip olurlar; benlikleri ve deneyimleri, temsil ettikleri kişilerin anılarıyla harmanlanarak yeni bir düzeye erişir. Onlardan kurtulmak, yok etmek mümkün değil gibi görünür. Zaten hem Kelvin hem de diğerleri böyle çabalara girişmiş, yok edilen konuk yerine okyanus yenilerini göndermiştir. Bilimkurgunun “sevdiği” kahraman tipi ya da yine bu kahramanın etkileşime girdiği bilinmeyen “öteki” sıklıkla dışa dönük bir karakter tipine sahiptir. Carl G. Jung’un analitik psikoloji terimleriyle saptadığı bu iki temel kişilik özelliği dört ana bölümde toplanmıştır: Düşünme, duygu, sezgi, duyu. Spektrum epeyce geniş olsa da, kavramların ifade ettiği gibi tipik dışa dönük insan sosyal ilişkilere önem verir, cana yakındır, kolay ilişki kurup çok arkadaş edinir. Sosyal ilişkiler ve temas ona enerji verir. Kendi başlarına kalmaktan çok hoşlanmazlar. Heyecan verici olaylar, keşifler ilgilerini çeker. Neşeli, hareketli, konuşkan, tasasız, iyimser, duygusal değişimleri hızlı kişilerdir. İçe dönükler ise sessiz, münzevi, çevreye karşı kapalıdır. Yoğun sosyal ilişkiler onlarda enerji kaybına yol açar. Okumak, yazmak, resim ve müzik gibi kişisel uğraşlar daha çok haz yaratır. Zor arkadaş edinir, duygularını denetim altında tutarlar. Kendilerini kolay kolay insanlara açmazlar. Bilimkurgunun Sevdiği Karakter Tipi solaris Şüphesiz kelimenin kesin tanımıyla mutlak içe dönük ya da dışa dönük insan çok azdır. Hepimiz şu veya bu oranda dışa dönük ya da içe dönüklük belirtileri gösteririz. Bilimkurgu ve genel olarak anlatılarda ise aksiyon genelde baskın dışa dönük insan tipolojisini gerektirir. Birbirleriyle etkileşim kurmaya çalışan iki taraf, onların temasları, arayışları, mücadeleleri “ilgi çekici” bir hikâyenin merkezinde yer alır. Bununla birlikte Lem, tam da bu beklentiyi tersine çevirir ve birinci tekil şahıs anlatımla (Kelvin’in anlatımıyla), içe dönük münzevi bir Okyanus’un hikâyesini, gözlemlenişini aktarır. Okyanus’u bu kadar gizemli kılan gerçekten onun iletişim kurmaya gönülsüzlüğü gibidir. Çağdaş bilimin Kolombları atılgan biçimde onunla etkileşim kurmak için deney düzenekleri oluştururken, Solaris ara sıra gösterdiği tepkimeler dışında bu canlıların çabalarına karşı ilgisizdir. Bu yüzden okyanusun varlığı ve etkileşim biçimi, az önce saydığımız aydınlanma, modernleşme ve gelişme gibi kavramları yerinden eder. Bu bizler için acayip bir durumdur. Kapitalist üretim zinciri içinde insan belleğinden imgeler yakalayıp bunların “tıpkı üretimlerini” yapan bir makineyi “üretim zincirine” koşmak mükemmel olurdu kuşkusuz. Yine bu yaratık gibi kütle çekim üzerinde müdahaleler yapmak insanlığı farklı bir noktaya ulaştırırdı. Buna karşın Okyanus, ironik biçimde kendine yönelmiş bakışı bir ayna gibi araştırmacıların kendi içlerine yöneltir. Onların belleğinden özenle damıttığı imgeleri yine onlara göstererek dışa dönük eğilimlerini yok eder; içe dönük, kuşkulu, insan içine çıkamaz yaratıklar hâline getirir. Kitaptan alıntılarsak, yeni durum biraz da Kelvin’in şu betimlemesi gibidir: “Bakışlarını karşılamak için kendimi zorluyorum, ama bakışlarıma bir yön veremiyorum, her türlü istemli çabanın ötesinde, soğurulmuş bir sessizlik içinde ikimiz de birbirimizi keşfediyoruz” (207). Anlamanın İdeolojisi Aslında anlamanın ideolojisi vardır. Anlamak, en azından yoğunlukla kapitalist kültür altında size bir işlevsellik dayatır. Anlaşılır hâle geldiğinde cevaplamanız gereken ilk soru, “bu ne işe yarar?” sorusudur. Madem anladınız, anladığınız şeyin bir işe yaraması, daha hızlı, daha üretken, daha ucuz bir şeye yol açması beklenir. Buna karşın öteki ile temasın işlevselliği bulunmayabilir. Bu anlayışlılık ya da anlayışsızlık size hiçbir maddi katkı sunmayabilir. İşte bu durumda yaşadığınız çağın anlayışı sizin anlama ediminize katılır ve ne kadar iyi anlarsanız anlayın bunun bir fayda getirmediğini, dolayısıyla yararsız olduğunuzu kabul etmek durumunda kalırsınız. Solaris bilimi de böyledir. Solaris’i betimlemenin, tanımlamanın, kategorize etmenin ne faydası vardır? Buluşunuz işlevsel bir katalizör etkisi yaratmadıysa, bir kütüphanenin unutulmuş raflarında kendinize güzel bir yer bulabilirsiniz. Bu bakımdan bilim insanlarının çabası giderek bir anlamsızlık denizinde seyreder durur. Solaris ile temas etmenin özgül, bireysel anlamları bulunsa, bu ömrünüz boyunca yapacağınız en kapsamlı, en özel temas olsa da, bunları ifade etmek bilime ve size hiçbir katkı sunmayabilir. Hem Tarkovski’nin filminde hem de Lem’in romanında “itiraf” edenlerin karşılaştığı sonuç budur. Aslında bir süre sonra Solaris’te bulunmanın anlamı değişikliğe uğrar. Gezegene gönderilen bilim insanlarının görevi bu gezegeni anlamak, onun yaratıyor göründüğü anomaliyi incelemek olsa da, Dr. Snaut’un fark ettiği gibi onu, yani gezegeni değil de insanın kendisiyle ilgili bir şeyi anlama olasılığı belirir. Gezegende bulunmak bir nevi varlığın ayrıntılı bir analizini yapıp, o varlığın imgesinde, belleğinde bulunan şeylerle etkileşimini izlemek üzerine kurulu gibidir. Cüce, iri zenci kadın, Kelvin’in eski sevgilisi Rheya, hepsi bu minvalde ortaya çıkar ve gezegenden çok, o varlığın kendisi hakkında bir imge sunar. Dahası, gezegen kahramanlarımıza göre bir adım öndedir. Romanda betimlendiği üzere insanlara ruhsal bir viviseksiyon yapan gezegen, insanların düşünsel dünyasının bir kopyasını çıkarıp bunun üzerinde çalışabilir. Artık ortaya çıkan şey tümüyle şansınızadır. Kelvin gibi Rheya ile de karşılaşabilirsiniz, Snaut gibi cücelerle de.. Netice itibariyle Solaris, bir bilimkurgu klasiği olarak bilimkurgunun anaakım eğilimlerine karşı durur. Hatta uzun vadede karşılaşabileceğimiz durumlara karşı bir ön hazırlık yaptırır. Anlamanın, iletişimin mümkün olmadığı bir dönemde ve mekânda bütün bilimsel ve ideolojik ideallerin ters yüz edildiği bir zamanda kendinize, içinize dönmek dışında hiçbir çareniz olmayabilir. Alabildiğine açılmak istediğiniz bir dönemde evren size karşı kapanabilir. Evrene ve dünyaya karşı en güçlü olduğunu sandığınız bilimsel yöntemler, işlevsizlik içinde öylece kalabilir. Lem, bu durumda melankolik, karamsar bir gelecek sunuyor görünmesine rağmen, aslında durum pek de öyle değildir. Varoluş anlamayı, anlayışı ve bilimselliği kapsasa da bunların ötesinde yer alır. Bu yüzden deneyimin özgül yönü, ifade edilemezlik, suskunluk ve duyum aslında yeterli ve değerli bir fenomendir. Solaris ise bunu ortaya koymanın eşsiz bir örneğini sunmaktadır. Konuklar, okyanusun bu araştırmacılara bir ödülü, bir laneti ya da her ikisi birden olabilir. Ortaya ilk çıktıklarında tabula rasa denilebilecek boş bir kâğıt gibilerse de, sonrasında giderek özbilince sahip olurlar; benlikleri ve deneyimleri, temsil ettikleri kişilerin anılarıyla harmanlanarak yeni bir düzeye erişir. Onlardan kurtulmak, yok etmek mümkün değil gibi görünür. Zaten hem Kelvin hem de diğerleri böyle çabalara girişmiş, yok edilen konuk yerine okyanus yenilerini göndermiştir. Bilimkurgunun “sevdiği” kahraman tipi ya da yine bu kahramanın etkileşime girdiği bilinmeyen “öteki” sıklıkla dışa dönük bir karakter tipine sahiptir. Carl G. Jung’un analitik psikoloji terimleriyle saptadığı bu iki temel kişilik özelliği dört ana bölümde toplanmıştır: Düşünme, duygu, sezgi, duyu. Spektrum epeyce geniş olsa da, kavramların ifade ettiği gibi tipik dışa dönük insan sosyal ilişkilere önem verir, cana yakındır, kolay ilişki kurup çok arkadaş edinir. Sosyal ilişkiler ve temas ona enerji verir. Kendi başlarına kalmaktan çok hoşlanmazlar. Heyecan verici olaylar, keşifler ilgilerini çeker. Neşeli, hareketli, konuşkan, tasasız, iyimser, duygusal değişimleri hızlı kişilerdir. İçe dönükler ise sessiz, münzevi, çevreye karşı kapalıdır. Yoğun sosyal ilişkiler onlarda enerji kaybına yol açar. Okumak, yazmak, resim ve müzik gibi kişisel uğraşlar daha çok haz yaratır. Zor arkadaş edinir, duygularını denetim altında tutarlar. Kendilerini kolay kolay insanlara açmazlar. Şüphesiz kelimenin kesin tanımıyla mutlak içe dönük ya da dışa dönük insan çok azdır. Hepimiz şu veya bu oranda dışa dönük ya da içe dönüklük belirtileri gösteririz. Bilimkurgu ve genel olarak anlatılarda ise aksiyon genelde baskın dışa dönük insan tipolojisini gerektirir. Birbirleriyle etkileşim kurmaya çalışan iki taraf, onların temasları, arayışları, mücadeleleri “ilgi çekici” bir hikâyenin merkezinde yer alır. Bununla birlikte Lem, tam da bu beklentiyi tersine çevirir ve birinci tekil şahıs anlatımla (Kelvin’in anlatımıyla), içe dönük münzevi bir Okyanus’un hikâyesini, gözlemlenişini aktarır. Okyanus’u bu kadar gizemli kılan gerçekten onun iletişim kurmaya gönülsüzlüğü gibidir. Çağdaş bilimin Kolombları atılgan biçimde onunla etkileşim kurmak için deney düzenekleri oluştururken, Solaris ara sıra gösterdiği tepkimeler dışında bu canlıların çabalarına karşı ilgisizdir. Bu yüzden okyanusun varlığı ve etkileşim biçimi, az önce saydığımız aydınlanma, modernleşme ve gelişme gibi kavramları yerinden eder. Bu bizler için acayip bir durumdur. Kapitalist üretim zinciri içinde insan belleğinden imgeler yakalayıp bunların “tıpkı üretimlerini” yapan bir makineyi “üretim zincirine” koşmak mükemmel olurdu kuşkusuz. Yine bu yaratık gibi kütle çekim üzerinde müdahaleler yapmak insanlığı farklı bir noktaya ulaştırırdı. Buna karşın Okyanus, ironik biçimde kendine yönelmiş bakışı bir ayna gibi araştırmacıların kendi içlerine yöneltir. Onların belleğinden özenle damıttığı imgeleri yine onlara göstererek dışa dönük eğilimlerini yok eder; içe dönük, kuşkulu, insan içine çıkamaz yaratıklar hâline getirir. Kitaptan alıntılarsak, yeni durum biraz da Kelvin’in şu betimlemesi gibidir: “Bakışlarını karşılamak için kendimi zorluyorum, ama bakışlarıma bir yön veremiyorum, her türlü istemli çabanın ötesinde, soğurulmuş bir sessizlik içinde ikimiz de birbirimizi keşfediyoruz” (207). Aslında anlamanın ideolojisi vardır. Anlamak, en azından yoğunlukla kapitalist kültür altında size bir işlevsellik dayatır. Anlaşılır hâle geldiğinde cevaplamanız gereken ilk soru, “bu ne işe yarar?” sorusudur. Madem anladınız, anladığınız şeyin bir işe yaraması, daha hızlı, daha üretken, daha ucuz bir şeye yol açması beklenir. Buna karşın öteki ile temasın işlevselliği bulunmayabilir. Bu anlayışlılık ya da anlayışsızlık size hiçbir maddi katkı sunmayabilir. İşte bu durumda yaşadığınız çağın anlayışı sizin anlama ediminize katılır ve ne kadar iyi anlarsanız anlayın bunun bir fayda getirmediğini, dolayısıyla yararsız olduğunuzu kabul etmek durumunda kalırsınız. Solaris bilimi de böyledir. Solaris’i betimlemenin, tanımlamanın, kategorize etmenin ne faydası vardır? Buluşunuz işlevsel bir katalizör etkisi yaratmadıysa, bir kütüphanenin unutulmuş raflarında kendinize güzel bir yer bulabilirsiniz. Bu bakımdan bilim insanlarının çabası giderek bir anlamsızlık denizinde seyreder durur. Solaris ile temas etmenin özgül, bireysel anlamları bulunsa, bu ömrünüz boyunca yapacağınız en kapsamlı, en özel temas olsa da, bunları ifade etmek bilime ve size hiçbir katkı sunmayabilir. Hem Tarkovski’nin filminde hem de Lem’in romanında “itiraf” edenlerin karşılaştığı sonuç budur. Aslında bir süre sonra Solaris’te bulunmanın anlamı değişikliğe uğrar. Gezegene gönderilen bilim insanlarının görevi bu gezegeni anlamak, onun yaratıyor göründüğü anomaliyi incelemek olsa da, Dr. Snaut’un fark ettiği gibi onu, yani gezegeni değil de insanın kendisiyle ilgili bir şeyi anlama olasılığı belirir. Gezegende bulunmak bir nevi varlığın ayrıntılı bir analizini yapıp, o varlığın imgesinde, belleğinde bulunan şeylerle etkileşimini izlemek üzerine kurulu gibidir. Cüce, iri zenci kadın, Kelvin’in eski sevgilisi Rheya, hepsi bu minvalde ortaya çıkar ve gezegenden çok, o varlığın kendisi hakkında bir imge sunar. Dahası, gezegen kahramanlarımıza göre bir adım öndedir. Romanda betimlendiği üzere insanlara ruhsal bir viviseksiyon yapan gezegen, insanların düşünsel dünyasının bir kopyasını çıkarıp bunun üzerinde çalışabilir. Artık ortaya çıkan şey tümüyle şansınızadır. Kelvin gibi Rheya ile de karşılaşabilirsiniz, Snaut gibi cücelerle de… Netice itibariyle Solaris, bir bilimkurgu klasiği olarak bilimkurgunun anaakım eğilimlerine karşı durur. Hatta uzun vadede karşılaşabileceğimiz durumlara karşı bir ön hazırlık yaptırır. Anlamanın, iletişimin mümkün olmadığı bir dönemde ve mekânda bütün bilimsel ve ideolojik ideallerin ters yüz edildiği bir zamanda kendinize, içinize dönmek dışında hiçbir çareniz olmayabilir. Alabildiğine açılmak istediğiniz bir dönemde evren size karşı kapanabilir. Evrene ve dünyaya karşı en güçlü olduğunu sandığınız bilimsel yöntemler, işlevsizlik içinde öylece kalabilir. Lem, bu durumda melankolik, karamsar bir gelecek sunuyor görünmesine rağmen, aslında durum pek de öyle değildir. Varoluş anlamayı, anlayışı ve bilimselliği kapsasa da bunların ötesinde yer alır. Bu yüzden deneyimin özgül yönü, ifade edilemezlik, suskunluk ve duyum aslında yeterli ve değerli bir fenomendir. Solaris ise bunu ortaya koymanın eşsiz bir örneğini sunmaktadır.
Solaris
SolarisStanislaw Lem · İletişim Yayınevi · 20181,124 okunma
73 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.