Yazı masamı temizledim bu sabah. Çekmeceleri
ters çevirip silkeledim, ıslak bezle adamakıllı sildim içlerini. Temiz, düzenli bir masa istiyorum, her şey yerli yerinde olsun.
Babam yazı masasına ‘sekreter’ derdi ve 'sekreterin
yeri yazıhanedir’ ve ‘evle işi sakın karıştırma.’
Karım evde bir masam olmasını istemiyordu, kitaplığım olmasını da.
Karım aslında evde ‘ben’ olmasını istemiyordu, uysal bir bukalemun olayım istiyordu sadece ya da kabın
şeklini alan zararsız bir sıvı, arada bir sulanan yaşlı bir
saksı çiçeği, ortak hayatımızın durgun hücresi olayım.
Bir tomar beyaz kâğıt koydum masama, siyah mürekkepli dolmakalem. Mürekkepli kalem kullanmaya
yeni başladım, (eskiden tükenmez kalem kullanırdım,
daktiloyla yazdırdığım usanık cümlelerimin altını imzalamak için) kalemi aldığım gün ne yazacağımı bilemedim, adımı yazdım boyuna, adımı, adımı, adımı, imzamı
attım pek çok defa.
İlk beş ayı doldurulmuş ajandayı koydum masaya, çayımı koydum, telefon çaldı. Saat dokuz buçuğa geliyordu.
Bir emlakçı aradı. İlanı görmüş, eve bakmak istiyormuş, hazır müşterisi varmış, gayrimenkul piyasası durgunmuş aslında... İçimi bir sıkıntı bastı adam konuşurken, telefonu yüzüne kapatıverdim.
Arayan erkeklerin hepsini atlattım, satıldı beyefendi... geç kaldınız... az önce verdik... dedim. Daha sabahın körü filan demeye kalktılar, bir tanesi ‘kaça verdiniz?'
diye tutturdu, 'sana ne kardeşim?’ dedim, ‘kaça verdimse verdim?
Sadece kadınlarla konuştum; onların da sesleri
ahenkli, sözleri güzel olanlarıyla.
Erkeklerle bir arada olmaktan hoşlanmam, iyi vakit
geçirmeyi bilmezler.
Sabahları kendime ayırdığım için, hep öğleden sonraya randevu verdim, kadınlara.
On dört L.ale hanım, zararsız bir çiçek adı.
On beş otuz Itır hanım, tınısını sevmem bu çiçek
adının.
On yedi Keriman hanım, adı yaşlı bir kadını çağrıştırıyordu, ama sesi gençti, ışıklıydı.
Tünel Geçidi işhanınm dördüncü katında, avukatlık
stajımı bitirdikten sonra açtığım; insanı para için yalvartmaktan zevk alan babamın beni şaşırtarak yazdığı çekle
bir masa, bir daktilo, bir koltuk alarak döşediğim; zamanla, bir masa daha, bir koltuk daha, bir kitaplık daha
derken tıklım tıklım dolan ve yirmi yedi sene boyunca
hafta içi her gün gittiğim büromda, yanımda dört yıl çalışmış olan sekreterim Mukaddes’in sesini hatırlattı bana
Keriman hanımın sesi.
Mukaddes öğle yemeğini yedikten sonra çenesini avcuna dayayıp uyurdu, uyuması bir şey değil, horlardı, duruşmadan geliyorsam sesini ta koridordan duyardım. Port mantoya fortmanta derdi; ‘fortmanta değil Mukaddes
portmanto/ ‘eee, ben ne diyorum E. Bey?’ Kaba, vahşi bir
güzelliği vardı Mukaddes’in, fısıldayarak konuştuğu zaman meşe ormanı uğulduyor sanırdım. Ama teni is kokardı, sanki bacada yaşıyor, ne zaman kucağıma alsam, bir
öksürük tutardı beni, boğulacak gibi olurdum, bu yüzden
öpemezdim zehirli mantarı andıran iri dudaklarını. Evlendikten sonra yazıhaneye birkaç kere geldi. Yerine gelen
dalgın bakışlı, silik ama hüzünlü sekreterimin önünden
edalı edalı geçerken kızcağıza küçümseyerek baktı hep.
Karşımdaki koltukta kaykılarak oturdu, iri parmaklarına
yakışmayan sigaralar yakıp dumanı yüzüme üflerken aşırı
gülümsüyordu, evlendim, artık her şey daha kolay E. bey
der gibi. Baktım, dokunsam ellerime yapışacak, yüz vermedim, ‘duruşmaya gidiyorum Mukaddes’ dedim her gelişinde, ‘başka zaman gel,’ şaşırdı, üzüldü, gelmez oldu.
Lale hanım ikiyi yirmi geçe geldiği için hakkını kaybetti. Kapıyı açar açmaz ‘geç kaldınız' dedim. ‘Malum
İstanbul trafiği...’ filan dedi, yüzünde sahtekâr bir gülümseyiş. İfadesi sinirime dokundu, ‘hakkınızı kaybettiniz’ dedim soğukça, kapıyı küt diye kapattım. Gözetleme dürbününden baktım, kapının yüzüne kapandığına
inanamıyor gibi bir hah vardı. Deli olduğumu düşünmüştür (pek de haksız sayılmaz).
Güzel kadındı ama, gençti, petekli balı hatırlattı
bana.
On beş otuz Itır hanım beş dakika erken geldi. Bilge’yi andırıyordu, fazla şirin, sahte olduğunu düşündürcek kadar. İçeri girer girmez konuşmaya başladı. Jinekologmuş, nişanlısı göz doktoruymuş, ihtisaslarını yeni
bitirmişler, kayınpederi ile babası para koymuşlarmış çocuklar bir daire alsınlar da muayenehane yapsınlar diye,
ama benim daire eskiymiş, tadilat gerekiyormuş, fiyat
yüksekmiş, son kaça verirmişim. Nemrutluğum tuttu 'beş kuruş inmem’ dedim, ‘işte kapı.’ Patlak gözleri sulandı birden, tam ağlayacakken diklenmeye kalktı, kapıyı ardına kadar açtım. ‘Güle güle.’
Güzel bir kız değildi, loğusa şerbeti gibiydi, fazla
kırmızı, fazla baharlı.
On yedi Keriman hanım tam zamanında geldi, nazikti ama çok silikti, soluk araba farları gibi, griler giymiş.
Salonun kapısında durdu, ‘caddenin sesi olduğu gibi
içerde’ dedi. (Biliyorum hanfendi, ömrüm bu dairede
geçti.) Tatlı bir söz etmeye üşenen, bezgin, mutsuz bir
hali vardı. Sadece mutsuz olsaydı, ilgilenebilirdim. Sesinin ışığı silik görüntüsünün içinde soldu, yok olup gitti.
On yedi sıfır beşte kalakaldım.
Hava karardı. Caddenin gürültüsü arttı.
Amaçsızca evi dolaştım. Odalara baktım, mutfağa,
banyoya, sandık odasına. Ağzına kadar eşyayla dolu bir
ev. Kapılara elimi sürdüm. Parkelerin döşenişine, yerdeki
mozaiklerin desenlerine gözümü diktim, artık böyle
zevkli şeyler yapmıyorlar diye mırıldandım.
Pencerenin önündeki koltukta babamın babasını görür gibi oldum.
Meşguliyet, hepsi bu.
Sayfa 24