Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

EHL-İ BEYT (A.S) NAZARINDA KURÂN
Kur'ân-ı Kerim'in insana yol gösterici olabilmesi ve onu çeşitli manevi körlük ve hastalıklardan kurtarabilmesi bu ilahi kitabın doğru bir şekilde tanınmasına, adabını riayet ederek okunmasına, anlaşılmasına ve uyulmasına bağlıdır. Diğer yandan Kur'ân'ın gerçek taşıyıcıları ve öğreticileri bizzat Hz. Muhammed ve onun pâk ehl-i Beyt'i olduğu için bu ilahi kitabı tanımanın en sağlam yolu onlara başvurmaktır. Bu yüzden biz Peygamber (s.a.a) ve ehl-i Beyt imamları'nın (a.s) Kur'ân hakkındaki açıklamalarından yararlanarak Kur'ân'ı tanımamıza yardımcı olan bilgileri sekiz bölümde burada aktarmaya çalıştık. Aynı zamanda bu bölümlerde yer alan açıklamalar ehl-i Beyt mektebinin Kur'ân hakkındaki görüşünü de yansıtmaktadır. Burada, kalplerinde Peygamber'e (s.a.a) ve onun pak ehl-i Beyt'ine (a.s) muhabbet hisseden kimselere tavsiyemiz, bu açıklamalara önem verip Masumların bu nurlu beyanları çerçevesinde Kur'ân'ın, hayatlarındaki yerini belirlemeleridir. 1- Kur'ân'ın Mucize Oluşu Mucizenin Gerekliliği insanoğlu irade ve seçme hakkına sahip, bilgisi oranında sorumlu bir varlıktır. Allah Teala insanı, iyi ile kötüyü birbirinden ayırma gücüyle, yani akılla donatmış ve ona yaratılışında iyiliklere yönelme duygusu, hakkı kabul etme ve iyi işleri yapma gücü vermiştir. Bu donatılara, "batınî hüccet" (Yüce Allah'ın her insanın içinde yerleştirdiği delil ve kılavuz) adını verebiliriz. insanın, hedefine ulaşması için bu iç donatılarının tozunu alıp onları faal hale getirecek güvenilir rehberlere ihtiyacı vardır. Bu nedenle Yüce Allah, "zahirî hüccet" (dıştan insana yol gösteren delil ve kılavuz) olarak, yol gösterici mesajlarla onu sırat-ı müstakime yönlendirecek peygamberler ve masum önderler göndermiştir. Bu iki hüccetin varlığını dikkate aldığımızda, artık insanoğlunun doğru yolu izlememesi hususunda ileri sürebileceği bir mazereti kalmaz ve amellerinin tüm sorumluluklarını üzerine alması gerekir. imam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: Allah Teala, yarattıklarına marifet vermedikçe onların kendisini tanımalarını farz kılmamıştır. Kulların Allah üzerindeki hakları, onlara kendini tanıtması; Allah'ın kulları üzerindeki hakki ise, onlara kendisini tanıttıktan sonra O'nu kabul etmeleridir.1 imam Musa Kâzım (a.s) şöyle buyurmuştur: ey Hişam! Allah'ın insanlar üzerinde iki hücceti vardır: Zahirî (açık) hüccet ve batınî (gizli) hüccet. Zahirî hüccet elçiler, peygamberler ve imamlardır; batinî hüccet ise akıllardır.2 Bunların yanı sıra, tertemiz kalplerden şek ve şüphe tozunu silmek ve çeşitli zulüm ve çirkin davranışlarıyla kalplerinin marifet meşalesini söndüren insanlara hücceti tamamlamak için din literatüründe Allah'ın nişaneleri ve mucize denilen diğer özel bir unsura da ihtiyaç vardır. Bu nişaneler, onlarla karşılaşan herkesin doğruluklarını teşhis edebileceği bir özelliğe sahiptirler. imam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: Hak, mutlaka her insanın kalbini çalar; ister kabul etsin, ister kabul etmesin. Nitekim Allah şöyle buyurur: "Oysa biz, hakkı batıla çarparız da hak, batılı ezer. Bir de bakarsın ki, o yok olup gitmiştir…"3 Allah Teala'nın, insanın hakkı tanıma merhalesine ulaşması için batınî ve zahirî hüccet ile birlikte sunduğu nişaneler iki kısma ayrılmaktadır: 1- Genel nişaneler. 2- Özel nişaneler. Yer, ay, güneş, gece, gündüz, bulutların dolaşması, rüzgârın oluşması, mevsimler, canlılar, ana karnındaki cenin merhalesinden ölüme kadar insan hayatının çeşitli aşamaları ve bu âlemde özel bir sistemle yerlerinde bulunan binlerce diğer olaylar, Allah Teala'nın genel nişanelerindendir. Bunların üzerinde düşünen her insan, Allah Teala'yı bilip O'nun mutlak güce ve sonsuz hikmet ve bilgiye sahip olduğunu anlayabilir. Yine ilahî kılavuzların ister risaletten önce ve ister risaletten sonra bir an bile ayrılmadıkları doğruluk, temizlik, emanetçilik, dünyaya gönül vermemek, takva, davranışlarda istikamet ve diğer üstün özellikler, diğer taraftan onların mesajlarının akıl ve yüce insanî eğilimler ile uyum içerisinde oluşu, peygamberlerin ve masum önderlerin davetlerinin doğruluğunun apaçık delilidir. Dolayısıyla, peygamberleri sürekli kendileriyle birlikte olan birtakım özellik ve nişanelerle göndermek, bütün insanlar için hüccetin tamamlanmasına neden olur. Kur'ân-ı Kerim şöyle buyurmaktadır: Peygamberleri göndermesinden sonra insanların Allah'a karşı artık bir hüccetlerinin (bahanelerinin) kalmaması için müjdeleyici ve uyarıcı olan peygamberleri gönderdik.1 insanlardan bazıları, Allah Teala ve peygamberlerini bu genel nişaneler vasıtasıyla tanıyıp mesajlarından yararlanırlar. Ancak bazıları da öylece şek, şüphe ve inkâr merhalesinde kalırlar. ikinci gruba hakkın ispatı ve hüccetin tamamlanması için özel nişanelere veya mucizelere ihtiyaç vardır. Kur'ân-ı Kerim'de, israiloğulları peygamberlerinin kıssalarında işaret edilen Hz. Musa'nın (a.s) asası, Hz. isa'nın (a.s) nefesi, Hz. Salih'in devesi bu gibi mucizelerden sayılmaktadır. Dolayısıyla, bazen bir kişi veya bir toplum öyle birtakım şartlarla karşı karşıya kalır ki, şüphe ve vesveselerin tuzağından kurtulması, hak inançlara iman etmesi ve hüccetin tamamlanması için genel nişanelerin dışında mucize denilen özel birtakım nişanelerin de ortaya çıkması gerekir. Bu nedenle Allah Teala, bazı peygamberlerine özel birtakım nişaneler vermiştir. imam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: Mucize, Allah'ın nişanesidir; Allah onu doğru konuşanların yalancılardan ayırt edilip tanınması için peygamberlerine, elçilerine ve hüccetlerine verir.2 Mucize diye adlandırılan Allah'ın nişanelerinin zuhuru, her ne kadar peygamberlerin sözlerinin doğruluğunu ispat içinse de, ancak bu mucizeler, kesinlikle bu dünyada insan hayatına hâkim olan kural ve sünnetleri değiştirecek nitelikte değildirler. Çünkü insan bu dünyada sürekli şeytanla ve nefsanî isteklerle mücadele halinde olup, hakka ulaşmak için sürekli olarak birtakım imtihanlardan geçmek zorundadır. Buna göre mucizeden sadece kendilerindeki Allah vergisi hakkı tanıma yetenek ve zeminlerini yok etmeyen kişiler yararlanabilirler; aksi takdirde peygamberlerin çeşitli mucizeler göstermeleri, onları doğru yola hidayet etmez. Belki de Kur'ân-ı Kerim ve hadislerde mucizelere nişane anlamında "ayet" denilmesi bu yüzdendir. Açıktır ki nişaneler, sadece onlara dikkat eden, hedefe ulaşmak için onlardan yararlanmak isteyen kimseler için yararlı olurlar; yoksa sadece nişaneleri görmek insanı hedefe ulaştırmaz. Dolayısıyla ilahî mucizelerinin asıl hedefi, insanları hakka yönlendirmektir. Her ne kadar imtihan ve vesvese yolu hiçbir zaman kapatılmasa da, bu açık nişaneler, hak yoldan çıkan herkesin elinden her türlü bahaneyi alıp hücceti ona tamamlar. imam Ali (a.s) bu konuda şöyle buyurmaktadır: Allah Teala dileseydi, peygamberleri gönderdiği zaman altın hazinelerinin, mücevher madenlerinin ve yemyeşil bağların kapılarını onların yüzüne açar, gökteki kuşları ve yeryüzündeki vahşi hayvanları onlarla birlikte harekete geçirirdi; ancak böyle yapacak olsaydı imtihan söz konusu olmaz, mükâfatlandırma ve cezalandırma anlamını yitirir, ilahî haber (ve uyarılar) kaybolup gider, gün ortasında uyuyanlar için imtihan edilenlerin mükâfatı farz olmazdı (imtihana tâbi tutulanların aldığı mükâfatı almadan öylece uyurlardı); müminlere, iyilikte bulunanların sevabı ulaşmaz; (mümin, muttaki, zahid ve abid gibi) isimler sahipleri için açık bir mana ifade etmezdi. Çünkü Allah gökten bir ayet indirdiği zaman o ayet karşısında saygıyla eğilirlerdi. eğer böyle yapacak olsaydı, imtihan bütün insanların üzerinden kalkardı. Fakat Allah Teala peygamberlerini azim ve irade bakımından güçlü, görünür durumları açısından ise fakir ve zayıf kıldı. Gözleri ve kulakları rahatsız eden bu fakirlik ve yoksullukla birlikte onlara kalpleri ve gözleri ihtiyaçsızlıkla dolduran bir kanaat verdi. Peygamberler karşı konulmaz bir güce, mağlup edilmez bir yenilmezliğe, insanların boyunları kendilerine doğru uzanan (kendilerine tamah gözü dikilen) ve uzak yollardan kendilerine varmak için yolculuğa çıkılan bir hükümdarlığa sahip olsalardı, insanlar için imtihan kolay olur, büyüklük taslayanlar onların karşısında saygıyla eğilirlerdi veya kendilerini kuşatan korku veya maddiyata tamah etmeleri nedeniyle iman ederlerdi. Bu durumda işlerine ilahî olmayan niyetler karışır ve çeşitli maddî amaçlarla iyiliklere yönelirlerdi. Ancak Allah peygamberlerine tâbi olmanın, kitaplarını doğrulamanın, kutlu zatının karşısında huzu ve huşu etmenin, emrine uymanın ve itaati için teslim olmanın sadece kendisi için yapılan işlerden olmasını, bunlara başka şaibelerin karışmamasını irade etmiştir. imtihan ne kadar büyük olursa onun sevap ve mükâfatı da bir o kadar büyük olur… Daha sonra şöyle devam ediyor: Allah Teala kullarının kalbinden kibri çıkarmak, içlerine alçak gönüllüğü yerleştirmek ve bunu kendi bağışı için bir kapı, affı ve imtihanı için bir vesile kılmak için onları çeşitli zorluklarla imtihan eder, çeşitli çabalara zorlar ve çeşitli sıkıntılarla sınar. Nitekim şöyle buyurmuştur: "İnsanlar, 'İman ettik.' demeleriyle imtihan edilmeden kendi başlarına bırakılacaklarını mı sandılar?! Biz, onlardan öncekileri de imtihan ettik. Allah, doğru söyleyenleri ortaya çıkaracak ve yalancıları da ortaya çıkaracaktır."1 imam Mehdi'den (a.s) nakledilen şu hadis de bu gerçeği vurgulamaktadır: Muhammed b. ibrahim b. ishak-ı Talekanî -Allah ondan razı olsun- şöyle diyor: Aralarında Ali b. isa Kasrî de olan bir grupla birlikte Şeyh ebu'l-Kasım Hüseyin b. Ruh'un (k.s) yanında olduğum bir sırada adamın biri yerinden kalkarak Hüseyin b. Ruh'un yanına gelip ona, "Sizden bir şey sormak istiyorum." dedi. Hüseyin b. Ruh, "Sorunu sorabilirsin." deyince adam şöyle dedi: "Acaba Hüseyin b. Ali (a.s) Allah'ın velisi midir?" Hüseyin b. Ruh, "evet." dedi. Adam, "Acaba onun katili -Allah ona lanet etsin- Allah'ın düşmanı mıdır?" diye sordu. Hüseyin b. Ruh, "evet." dedi. Adam, "Allah'ın, düşmanını velisine musallat etmesi caiz midir?!" diye sordu. Bunun üzerine ebu'l-Kasım Hüseyin b. Ruh o adama şöyle dedi: "Sana söylediğimi anlamaya çalış! Bil ki, Allah Teala açıkça insanları muhatap almaz ve onlarla sözlü olarak konuşmaz. Allah Teala insanlara kendi cinslerinden kendileri gibi beşer olan elçiler gönderir; eğer onlara kendi cinslerinden olmayan ve kendilerine benzemeyen elçiler gönderecek olsaydı, ondan kaçar ve kabul etmezlerdi. insanlara kendi cinslerinden olan, yemek yiyen ve pazarlarda yürüyen peygamberler gelince de onlara, "Sizler de bizim gibisiniz; o halde benzerini getiremediğimiz, bizim güç yetiremediğimiz, bize değil size mahsus olduğunu bildiğimiz bir şeyi getirmedikçe kabul etmeyiz." dediler. Böylece Allah elçilerine insanların yapmaya gücü yetmeyecek birtakım mucizeler verdi." Onlardan bazısı, insanları korkutup hücceti tamamladıktan sonra tufanı getirdi ve sonuçta isyan edip başkaldıranların tümü boğuldu. Bazısı ateşe atıldı ve ateş onun için soğuk ve esenlik oldu. Bazısı sert kayadan dişi deve çıkarıp devenin memesinden süt akıttı. Bazısı için deniz yarıldı ve bir taştan çeşmeler fışkırdı, kupkuru asası ejderha olup diğerlerinin yalanla uydurdukları her şeyi yuttu. Bazısı anadan doğma kör ve alacalıya şifa verdi ve Allah'ın izniyle ölüleri diriltti ve insanlara yedikleri ve evlerinde biriktirdikleri şeyi haber verdi. Bazısı için ay yarıldı, deve ve kurt gibi hayvanlar kendisiyle konuştular. Bu elçiler böyle şeyler yaptıkları ve ümmetleri böyle şeyler yapmaktan âciz oldukları halde Allah'ın takdiri, kullarına olan lütfü ve hikmeti, peygamberlerini bu mucizelerle birlikte bazen galip ve bazen de mağlup, bir durumda hâkim ve bir durumda ise mahkûm etmek yönündeydi. eğer Allah onları sürekli galip ve hâkim kılacak olsaydı, onları sıkıntıya düşürüp imtihan etmeseydi, insanlar Allah dışında onları ilah edinirlerdi ve onların belalar, sıkıntılar ve imtihanlar karşısında sabır ve tahammüllerinin değeri anlaşılmazdı. Fakat Allah bela ve sıkıntı halinde sabırlı, sağlıklı olduklarında ve düşmana galip geldiklerinde ise şükreden olmaları ve her durumda kibirli ve zorba değil, alçak gönüllü olmaları için peygamberleri diğerleri gibi kıldı. Yine insanların, onların da kendilerini yaratan ve yöneten bir ilahları olduğunu bilip Allah'a tapmaları ve peygamberlerine itaat etmeleri; peygamberler hakkında haddi aşıp onların ilah olduğunu iddia edenlere, onlara karşı düşmanlık besleyip muhalefet edenlere, peygamberlerin ve elçilerin getirdiklerini inkar edenlere Allah'ın hüccetinin tamamlanması, böylece helak olan kimsenin apaçık bir delil üzerine helak olması ve yaşayanın da apaçık bir delil üzerine yaşaması için peygamberleri diğerleri gibi kıldı. Muhammed b. ibrahim b. ishak (r.a) diyor ki: "ertesi gün içimden, 'Dün Hüseyin b. Ruh bize söylediklerini kendi yanından mı söyledi?' diye geçirdim ve tekrar Şeyh ebu'l-Kasım Hüseyin b. Ruh'un (k.s) yanına gittim. Ben bir şey söylemeden o konuşmaya başlayarak bana dedi ki: 'ey Muhammed b. ibrahim! Gökten düşüp de kuşların beni kapması veya rüzgârın beni uzak bir yere atması, benim yanımda Allah'ın dini konusunda kendi görüşümle ve kendim yanımdan konuşmaktan daha sevimlidir. Söylediklerim, (elimdeki) hadis kitabından ve Hz. Hüccet'ten (imam Mehdi) -Allah'ın rahmet ve selamı onun üzerine olsun- duyduklarımdan idi."
Sayfa 69 - Kevser YayıncılıkKitabı okuyacak
·
141 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.