Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

·
Puan vermedi
Modern insan için var olmak, yüce bir anlamdan yoksun, hiç bulunmayacakda olsa anlama arayışının sürdüğü bunalımlı bir varoluştur. Kimileri ise bu varoluş şuurununun farkında olamayacaktır hiçbir zaman -ki bunlar nispeten şanslı kişilerdir- (“Yalnızca asla düşünmeyenler, başka bir deyişle yaşamak için gereken şeylerden başka bir şey düşünmeyenler mutlu oluyor” dedi. Evet evet doğru bu.) kimileri de bu şuura ermiş, varoluşun dayanılmaz ağırlığını omuzlarında hissetmekte ve kendisi gibi saçma, dünyaya fırlatılmışlığını anlamlandıracak “aşkın” bir varlığın olamayacağını düşünmektedir. J.P. Sartre’ın “bulantı” dediği bu durum varoluşun şuuru ile başlamakta ve varlığının sonuna dek orada durmaktadır. Varlığını kendinden aşkın bir varlıkla anlamlandıramayan varlık için tek yol kendini yaratmasıdır. Her insan kendini yaratmak durumunda olduğu için bu sorumluluğun omuzlarımıza yüklenmesi bulantıyı da beraberinde getirecektir. Ancak bu bulantı kendimizi yaratmaktan alıkoymadığı gibi aksine varlığı harekete geçiren ve hareketle birleştiren merkez çekici bir bulantıdır da. Bu durumda kendimizi yaratma yolunda daima bir bulantı içindeyizdir… Bulantı hayatın geçici olmayan tatlarından biridir çünkü beni ben yapar. Seni sen yapan sen değilsindir, fakat yinede seni sen yapan sensindir… Peki, insanın kendini yaratması mümkün müdür? Elbette. Peki, “belirlenmiş” hayatımız ile saatlerin arasına sıkıştırılarak hızın kölesi haline getirilen yaşamlarımızda mümkün müdür? Elbette, bu da mümkündür. Ne istediğinizi iyi bilmek, belki de istediğiniz şey sizin için hiç de iyi değildir, diye anlamca basit görünüm itibariyle varoluşsal olan bir sözün akla getirerek bu yaratma sürecinde doğru olanı nasıl seçeceğiz? Cevap: deneme-bulantı-yanılma-bulantı-deneyim-yine bulantı. Neyse çok derine inmemize gerek yok. Alt tarafı basit bir bulantı denklemi. Hepsi o kadar işte. Sadece basit… Şimdi bu bulantı’nın biraz felsefi tarafına bakalım ama önce edebiyatın ilerlemesine bakmamız lazım. Ki resmi daha iyi görelim. Görebilelim. Gerçekçi/yansıtmacı/klasik edebiyatı mimetik, yani gördüğümüz gerçeğin bize olduğu gibi anlatılması, estetiğine dayanır. Bu anlamda edebiyat bireyin içine doğru değil dış dünyaya doğrudur. Kahramanın iç düşünceleri önemli değildir. Gerçek artık somut bir olgu olarak algılanmıyordur. Çağın getirdiği sosyopolitik gelişmeler de yeni gerçekliğe zemin hazırlamaya başlamıştır. Somuttan soyuta/göreceye geçiş başlamıştır. Hızla gelişen dünyada insan afallamıştır adeta. Artık bir yabancıdır dünya için. Yalnız hissetmiştir güç odakları karşısında. “Bundan kaç yüzyıl önce yeryüzünün küçük tanrısı diye tanımlanan insan; doğaya da, çevresindeki nesnelere de yabancılaşıyordu.” Dünya değişmekte, ve bilinen deyişiyle kapitalist sistemler günlük hayata yerleşmektedir. Artık para ve seri üretim çağıdır. Bu gelişmelerin etkisiyle şekillenmeye başlayan varoluşçu felsefe insanın varlık ve özüne odaklanmaya başlamış, bu felsefenin insanın yalnızlığına ve yabancı durumuna ağırlık vermesi edebiyatı da dönüştürmüştür.Tüketime yönelen kültür ve makineleşmenin, insanın bireysel özgürlüğünü ortadan kaldırması, topluluk içindeki insanların birbirlerine ve dünyaya yabancılaşmasına neden olur. İnsanlık bir avuç çulsuz azınlığın tüketim kurbanı olmuş, demek daha doğru. Bu da Varoluşçuluk’a zemin hazırlamıştır. İnsanın kendisine yabancılaşması, önce kendi varlık yapısının birliğinin bozguna uğraması, uyumsuzluğu, onun öz benliğinden uzaklaşması anlamına gelmektedir. Bu yüzden Varoluşçuluk insanın ne olduğu ve varlığının bilincine varmasını amaç edinmiştir. Her akımda farklı düşünceler olduğu gibi Varoluşçular da kendi içlerinde tanrı fikirleriyle ayrılmışlardır. Biz Sartre kısmına biraz daha ağırlık vereceğiz. Sartre’a göre tanrı yoktur. Tanrı inancı insan için tehlikelidir. Çünkü böyle bir inanç, insana sorumluluklarını unutturur ve onu kaderciliğe sürükler. Böyle bir kadercilik anlayışı ise insanın, Tanrı’nın iradesi sınırları içerisinde yaşaması demektir ki bu, insanın özgürlüğünü kesin olarak elinden alacaktır. Çünkü Sartre’a göre özgürlük insan için en temel şeydir. Varlık anlayışını Tanrı’nın yokluğu üzerine kuran Sartre, onu iki kategoriye ayırır. Bunlar kendi başına varlık(kendinde varlık) ve kendisi için varlıktır(insan). Sartre da kendinde varlık, sebepsiz ve izahsızdır. Bu yüzden mantık olarak saçmadır. Çünkü o başka varlıklarla açıklanamadığı gibi mümkün ya da zorunlu varlıktan da türemiş değildir. O mutlak ve dayanıksız olarak mevcuttur. Kendinde varlık ile nesneler dünyasını kasteden Sartre için asıl problem alanını kendisi için varlık yani insan oluşturmaktadır. Bunun nedeni, sadece insanın özgür bir varlık oluşudur. Sartre’a göre, kendisi için varlık olan insan dışındaki her şey bir belirlenmişlik içindedir. Çünkü Sartre’a göre; insan, bir taş ya da sopa gibi basit ve bilinçsiz bir varlık değildir. Sopa ve taş, her ne ise odur. Hâlbuki şuurlu bir varlık olan insan, ne olması gerektiğine kendisi karar verir. Yazgı, özgürlük olunca, insan kendi hayatından tümüyle sorumludur, hiçbir mazerete sığınamaz. Özsüz, doğasız ve yazgısız kalan kişi ne olduğuna, kim olduğuna, nereye gideceğine, kim olacağına kendisi karar vermek, böylece kendi varoluş değerini yaratmak zorundadır. Biz insanlar, seçim yaparken sadece kendimizi değil aynı zamanda bütün insanlığı seçmiş oluruz. İnsanın kendisini seçmesi, bütün insanlığı seçmek demektir. Bu yüzden biz olmak istediğimiz kimseyi yaratırken herkesin nasıl olması gerektiğini de belirlemiş oluruz. Peki Bulantı bunun neresinde? Bulantı, insanın, hayatın boşluğunu ve sebepsizliğini tecrübe etmesidir. Sartre felsefesinde, insan her şeyden önce, kendisini manasız bir varlık ve beyhude bir hayat karşısında bulmaktadır. Zira bu varlık yaratılmamıştır, hiçbir sebebe dayandırılamayacağı için de gereksiz, fazla ve saçmadır. Bu durum ile karşı karşıya gelme, insanda bir irkilme ve tiksinme hali vücuda getirir. Sartre, buna “bulantı” adını vermektedir. Birey, kendini yaratma çabasına girerek eylemlerde bulunarak bulantıdan kaçmaya çalışacaktır. Ancak bireyin bu kendini yaratma çabası, arttıkça bulantı da artacaktır. Sartre’da insanın kendini seçmesi, kendini seçerken bir başkalarını da seçtiği düşüncesi insanı bulantıya sokar. Fakat bu bulantı insanı eylemde bulunmaktan uzaklaştıran bir bulantı değildir. Bu bulantı bizi eylemde bulunmaktan alıkoymaz, aksine bu bulantı bizi eylemle birleştirir, harekete geçirir ve eylemin bir parçası kılar. İnsan bu dünyaya atılmıştır, tek başınadır ve bir Tanrı da yoktur. Sadece insanın bu dünyaya bırakılmışlığı, atılmışlığı terk edilmişliği yani varoluşu vardır. Kitaptan alıntılarla bu düşünceleri desteklemeye çalışalım. İnsan “sebepsiz”, “izahsız”, “kontenjan” bir varlıktır; yani evren diye adlandırdığımız kendinde varlık ”saçma”dır. O mutlak olarak hiçbir şeye dayanmaksızın varolduğundan dolayı aynı zamanda ”fazladan”dır. Sartre, insanın bu ”saçma” ve ”fazladan” varlıkla karşılaşmasını Bulantı adlı eserinde kahramanı Roquentin aracılığıyla yansıtır. İnsan dışındaki her şeyin belirlenişi nesneler karşısında insanı bulantıya sokar: “Nesneler canlı olmadıklarına göre, insanda etki yaratmamaları gerek. İnsanlar bunları kullanır, yerine koyar, ortalarında yaşar. İşimize yararlar, o kadar. Benim üzerimde ise etki yaratırlar, dayanılır şey değildir bu. Onlara değmekten korkarım, canlı hayvanlarmış gibi sanki… Bir çeşit yavan tiksintiydi bu. Ne de tatsız şeydi hani! Taştan geliyordu, eminim, taştan ellerimin içine geçiyordu. Evet, tamam, ta kendisi: Ellerin içinde bir çeşit bulantı.” Nesnelerin ortasında olduğunu, altında, ardında ya da üstünde kendisini kuşattıklarını, hiç bir şey istemeseler, kendilerini zorla kabul ettirmeseler de “orada” olduklarını fark eden Roquentin’in yakasını bulantı/tiksinti bırakmaz: “Bulantı yakamı bırakmadı, kolay kolay bırakacağını da sanmıyorum; ama katlanmıyorum ona artık, o ne bir hastalık ne de geçici bir nöbet. O, ben’im.” Nesneleri farklı bir perspektiften görmeye başlayan Roquentin kendisinin de bu dünya içindeki nesnelerden biri olduğunu fark ettiğinde kendi varlığını da aynı derecede saçma ve lüzûmsuz bulmaya başlayacaktır: Benliklerinden sıkılan, rahatsızlık duyan bir sürü varlıklardık biz. Ne birimizin ne öbürümüzün orada olmasına hiç bir neden yoktu. Utanan, için için kaygılanan her varlık öbürleri karşısında fazla görüyordu kendini. Saçmalığın yaşama ve dünyaya atfedebileceğimiz yegâne nitelik olduğunu ve bu saçmalığın kendi çerçevesinde tam bir mutlaklığa sahip olduğunu bulgular Roquentin: Varolmak, ortada olmaktır sadece; varolanlar görünürler, kendileriyle karşılaşılır, fakat hiçbir zaman varlıktan düşürülemez, indirilemez onlar. Bunu anlamış olan kimseler var, sanıyorum. Yalnız bunlar zorunlu ve nedeni yine kendisi olan bir varlık icat ederek bu olumsallığı yenmeye çalışmışlardır. Oysa hiçbir zorunlu varlık varoluşu açıklayamaz: Olumsallık yalancı bir düzen, yok edilebilir bir görünüş değildir; saltık’ın kendisi, dolayısıyla tam bir hasbilik’tir. Her şey hasbidir, şu park, şu kent ve ben kendim. İnsan bunu farketmeye görsün, midesini bulandırır bu, her şey başlar dalgalanmaya… Bulantı budur işte. Varlığın zorunlu olmayışı ve saçmalığı öyle kuşatıcıdır ki, roman kahramanı Roquentin kendisinin ağaçlarla, çakıl taşlarıyla ve nesnelerle kurabildiği tek bağın ”fazladan olmak” olduğunu fark ederek varoluşsal bir bulantı duyar. Eee anlattık anlattık da bu bulantının üstesinden gelmenin bir yolu yok mu? Yine Sartre göre ”yaşamın anlamını” ”özgürlük” ile ilişkilendirmeliyiz. Yaşama anlam kazandırmak bireyin elindedir, ”değer” denilen şey ise seçilen anlamdan başka bir şey değildir. O halde insan özgür seçimleriyle kendini gerçekleştirdikçe, saçmayı aşmaya başlayacak ve geçici bir süreyle bile olsa bulantının üstesinden gelecektir. Dolayısıyla varolmak özgür bir biçimde kendi kendini seçmektir. Yukarıdaki düşünceyi destekliyorum. (“Yalnızca asla düşünmeyenler, başka bir deyişle yaşamak için gereken şeylerden başka bir şey düşünmeyenler mutlu oluyor.”) Ben varlığa karşı bilinçsizliğimizin insanı mutlu ettiğini düşünüyorum. Ama varlığının farkına vardığın anda bu mutluluk biraz sekteye uğrayabiliyor. Uğrasın, uğraması da lazım. Bazen deneyim mutsuzluktan da geçer. Seçimlerinde özgürsün ama bedelini de göze aldığında. Özgür olmak bu dünya için maalesef bedel istiyor. Bir sürü zırvadan sonra hayatın birinci dereceden denkleminin ye-iç-yaşa, ikinci dereceden denkleminin ise deneme-bulantı-yanılma-bulantı-deneyim-bulantı olduğunu anlıyoruz.
Bulantı
BulantıJean-Paul Sartre · Can Yayınları · 202122,7bin okunma
104 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.