Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

148 syf.
·
Puan vermedi
Dervişler Anarşistse, Müslümanlar da Komünist Midir?
Kitab'ın Konusu İlginç bir dindarlık konsepti olarak derviş/zahidler, kitabın ana konusunu oluşturmaktalar. Zahidler, ana akım alimler her ne kadar dışlayıcı yorumlarda bulunsalar da kendilerini sapkın olarak görmüyorlar. Zahid düşünüşüne göre kurtuluş yolları ana akım inanca göre sapkın görülse de kendileri için gerçeklik gösteriyor. “halk dini” denilen bir konsepte dikkat çekmiş. Bu zahid gruplarının halk dininin inançlarından nasıl faydalar çıkardıklarını, zikredilen konsept etrafında örneklere belirtiyor. Kısaca kitapta, Karamustafa, dervişlerin toplumda nasıl gözlendikleri, kendilerini nasıl gördükleri, neye inandıkları veya neyi düstur olarak kabul ettiklerine dair dervişler tipolojisi sunuyor. 1200-1550 tarih aralığında, pek çok kaynaktan örneklerle onları dini nasıl algıladıklarını anlatıyor. Ön değerlendirme olarak belirtmeliyim. Kitabın çevirisi dolayısıyla epey bir zorluk yaşadım. Hatta yazarken sık sık kontrol etmek zorunda kaldım. Özetleyebilmek maksadıyla tekrara düşmemeye gayret edeceğim. Yararlandığı Kaynaklar Kaynakçası çok geniş tutulmuş fakat dipnot verdiklerinden bahsedeceğim. İlk üç bölümde özellikle Vahidi gibi Arapça kaynak eserlerden yararlanılmış. Diğer bölümlerde ise seyyah Menavino gibi yabancı seyyahlardan da yararlanıldığını görüyoruz. Literatüre baktığımızda Marshall Hodgson, Max Weber, İra Lapidus ve Fuat Köprülü gibi tanıdığımız yazarların eserlerine ve kavramlarına atıfta bulunulmuş. Hodgson’un tarihlendirmesi esas alınmış. Osmanlı kısmında Kantakuzenos (Spandugino), Menavino, Vahidi, Tevarih-i Ali Osman (Oruç ibn Adil), Küçük Nişancı ve Aşık Çelebi gibi dönem yazarlarına bakıldığını görüyoruz. Ayrıca Osmanlı tahrir defterleri, vakıf belgeleri ve fermanlar da kullanılmış. Tabi bunların yanı sıra dervişlerin kendilerinde meşruiyet olarak gördükleri Kuran’dan da sık sık kontroller yapmış. Özet Özetlemeyi tüm bölümleri ele alarak yapacağım. Aksi halde yapabilir miydi? Tabi ki de yapardım fakat tekrara düşmek istemediğim için böylesi bir anlatımı tercih edeceğim. İyi okumalar diliyorum. Giriş, Giriş bölümü, konunun temellendirilmesi için oldukça uzun tutulmuş. Zahidlerin farklı coğrafyalardaki tezahürleri sıra sıra anlatılmış. Sıra problematiğe geldiğinde ise -verdiği örneklere paralel- 1200-1500 yılları arasındaki “yeni zühd” hareketi olarak adlandırılan, en sapkın görülen dervişleri inceleyeceğini belirtmiş. Homojen bir yapıdan ziyade türdeşlik göstermeyen, tek tip bir zahid tipinden söz edilmiyor. Bunun anlaşılması için pek çok coğrafyadan örnekler vermiş. Mesela Moğol işgali sırasında, Moğolların dervişlere yaptıkları sıkça övülmüş çünkü halk dini denilen dervişler ana akım tarafından dışlanmakta ve eserlerde de buna rastlıyoruz. Halk dini ile dinin çatışması, bidat, bin-yılcılık ve kurtarıcılık gibi olgulara değinilmiş. Düalist bir yapının daima var olduğu zikrediliyor. Giriş bölümünde paragraflarla anlattığı bu problemleri başlıklar altında ele alınmış. Toplumsal Sapkınlık Yoluyla Zahidlik, Yeni zühd, zahidler hareketi toplumun reddi olarak betimleniyor. Yani toplumun kabul ettiği değerlerin tersyüz edilmesi. Bu hareketin temelinde toplumu düzeltmek yer almıyor, en azından böyle bir kaygılarının olmadığı vurgulanmış. Toplumun tersi istikamette yer alınış biçimi, kendine özgü bir dindarlık modeli olarak biçimleniyor. Yazar, iki bölüme ayırmış, zahitlik ve kural karşıtlığı. Zahitlik kendinin yoksulluk, dilencilik, bekarlık, gezgincilik (diyar diyar gezen dervişler var.) ve inziva olarak gösterir. Derviş dindarlığına örnek olarak: (altını çizdiğim yerlerden özetliyorum bu kısmı) bütün malı mülkü reddetmek en çarpıcı özellik olarak anlatılmış. Hatta bu müksüzleştirilme hareketi giysilerine kadar yansımış. Örneğin; cemalleddin Savi, Kutbeddin Haydar ve Otman Baba gibi dervişler giysi giymeyi dahi reddetmişler. Bir diğer belirteç de toplumun üretim yapısının içinde yer almamak. Kalender ve Abdallar bölgelerinde sıkça dilencilik yapmışlar. Bu tip dilencilik biçimi geçimlerini sağlamaya yetiyormuş. Kalender ve Haydari takımları cinsel üretimi dahi reddedecekler. Cinsellik mevzusunda sıkı önlemler alan dervişler de var. Yusuf örnek alınıyor. Kutbeddin’in müritlerinde cinsel uzuvlara halka takma gibi adetler var. Kutbeddin’in soğuk suyla yıkanması cinsel edimini bastırmak amacıyla olabilir, demiş yazar. Belki de sıcak suya ulaşamıyordur diye ekleyeceğim. Kendine işkence etme konusu da Tanrıya bağlılıkla alakalı görülmüş. Dervişlerin düşüncesine göre fiziki eylemlerin bastırılmasıyla Tanrı’yla kurulan bağ paralel addedilmiş. Kural karşıtlığı ise, zühdü diğerlerinden ayıran en bariz özellik, islamın farz koştuğu ayinlere olan ilgisizliktir. Zaten mal ve mülk reddedildiği için hac diye bir şey gündemlerinde değildi. Oruç ve namaz da umursanmıyordu. Cemaati reddetmek bununla da kalmıyordu. Giyinişleri bakımından da marjinallerdi. Kimileri çıplak gezinirken kimileri de bellerine kuşak bağlamayla yetiniyorlardı. Sufiler mavi aba giyerlermiş, zahidler ise kimseye benzemezler kara veya ak aba giyerlermiş. Cavlak denen grup ise yün çuval giymekle yetinmiş. bu yüzden onlara Cavlakî denirmiş. Görünüş olarak peygamberin sünneti dahi reddedilmiş. Komple saç sakal tıraşı olan bir hareket bu. -İstisnaları elbet vardır.- Orta çağ İslam toplumunda saç sakal kesmek cemaatten bir bağının kaybedilmesi anlamına geldiği için de bu örfe de karşı çıkışın olduğunu görüyoruz. Cemaat hayatının yerine inziva hayatı konuluyor. Esrikliğin her biçimi dervişlerde mevcut. Esrar tüketimi yaygın. Kısaca bulunduğu toplum hayatının her veçhesini reddeden kişi derviş izlenimindedir. En azından eski cemaat yaşamı dışlayıcıdır ve bu dışlayıcılık bir grup tarafından benimsenmiştir. Bu benimseniş de ikrar ederek reddetmeyle olabiliyor, en azından bunu görüyoruz derviş yaşamında. Burada toplumun inkarından bahsediyoruz ama bir de Tanrı algılarındaki değişiklik var. Dalalet veya heretik bir yaklaşımdalar, ana akımdan kesinlikle ayrı fakat kendilerince kabul ettikleri bir Tanrı anlayışı söz konusu. Toplumun Yadsınması, Sapkın Bireycilik ve Tasavvuf, Bu bölümde, toplum-tanımaz derviş anlayışının tasavvufi kökleri olduğu anlatılmış. Bir nevi eski-yeni zühd anlayışının ortak noktalarına temas edilmek istenmiş. Kuran ve Sünnet zühde çok katkı yapmıştır. İkisinin de önceliği öte dünyaya atıf yapmasıydı. Bu meşru zemini kurmalarını sağlıyordu. Müslümanlar fetih çağını açtıklarında cemaat hayatında değişiklikler meydana geldi. İktisadi değişiklikler ilk şeriat denilen kavramların ortaya atılmasına sebep oldu. Daha doğrusu şeri hükümler var fakat biraz da geliştirilmiş, sonradan hukuksallaştırılmış meşru tanınmış bir din tezahür etmişti. Bu yeni uygulamaların dışında kalan bidatçılar da vardı. Saf din anlayışında olanlar yani. Bu dünya algısının zenginlikle gelişmesi karşı tarafta da bu dünyayı reddeden zühd hareketinin ilk kıvılcımlarını oluşturmuştur. Çıkış noktası böyle özetlenebilir: dünyayı benimseyenlere karşı reddedenler. Sapkın bireycilik kısmı tasavvufun her kanadına hakimdi. Sufiler de vardı bu işin içinde. Yalnızca zühdle sınırlı bir birey algısından söz edemiyoruz. Benlikten geçmek, ardından Tanrı’da yok olmak / fenaninefs ve fenafillah gibi düşünceler çok daha erken dönemde ortaya atılmıştı. Toplum zaten yadsınmıştı bir bakıma. Fakat sufiler hem bu dünya hem de ötesiyle anlaşmışken zahidler için mesele bu kadar basit değildi. Genel anlamda hepsi tasavvuf merkezli çıktığı için sufi diyemiyoruz. Sufi diye hitap edilen grup farklı. Fakat sufiliğin altında hizipleşmeler olacak. Fraksiyonlaşma İran sufizminde kendini gösterecek. Bunun için Cemaleddin Tusi örnek gösteriliyor. İslamın üçüncü yüzyılında sufi grupların içinden anarşist grupların çıkışı sıklıkla görülecek. Usta Zahidler Cemaleddin Savi, Kalenderilerin piridir. Kendine has tıraş biçimiyle (dört vuruş) ün salmıştır. Bu da diğer usta zahidler gibi kendi yaşam stiliyle tanınmıştır. Bu yaşam stilleri üzerinden ardıllarına örnek olmuştur. Osman-ı Rumi’nin de onun ekolünden geldiği rivayet edilir. Onun profilindekiler mahrem yerler haricinden çıplaktırlar, nü formdadırlar. Ot haricinde bir şey yemezler. “Ölmeden önce ölün” mottosu onun çıkış motivasyonunu oluşturuyor. Bir kalenden ölmeden önce ölmüş gibi, öte dünyada gibi yaşamalıdır. Onun ardılları kitabın diğer bölümlerinde de zikredilir hep, mezarlarda sükût bulurlar. Cemaleddin’in sufilik yoluna girişi, Kuran’daki Yusuf suresine benzer. Klasik anlatım da böyledir. İffetini korumak pahası Kalenderiliğin dinamiğini oluşturur. Kutbeddin Haydar, Haydarilerin piridir. Horasan bölgesinde yaşamıştır. Onun hakkındaki anlatılar Ahmed Yesevi’nin öğrencisi olduğuna işaret ediyor. En azından kendi sufi geçmişi oraya atfediliyor. Bu atfedilmeler tabi ki şüphe taşıyor fakat coğrafyada dönen rivayetler ve sınıflandırma teşebbüsü bu yönde. Ahmed Yesevi de zaten şeriata bağlı bir tasavvufçu. Çocukluğunda dağa çıkmış olduğu söyleniyor. Geri dönmemiş uzun süre, bir inziva hayatı yaşadığının anlatısı var karşımızda. Kutbeddin dağ yaşamını benimseyince, onu merak edenlere etrafında yaşamaları gerektiğini çünkü dönmesinin mümkün olmadığını söylemiş. Rivayete göre Zave köyü -onun köyü- böyle kurulmuş. Onun arkasında bıraktığı mite göre, kışın buzlu suya girmesi, yazın ateşe girmesi gibi şeyler var. Üreme organlarına demir halka takma gibi aşırı bir zühdçü yönelim de gözümüze çarpıyor. Bunlar onun ardıllarına mirası. Otman Baba Rum abdallarının piridir. Daha önce bahsedilenler kurucu olarak sayılıyorlardı fakat Otman böyle değil. Anadolu’ya Timur seferi sırasında Horasan’dan geldiği tahmin ediliyor. Kökeni meçhul. Birkaç yüz tıraşlı dervişiyle balkan dağlarında gezdiği söylenir. Kendi ortaya attığı tasavvufi düşünceye göre velayet sahibiydi. Yani peygamberin çobanıydı. Onun ortaya attığına göre aynı anda veli, peygamber velisi ve peygamber kefiliydi. Muhammed öldükten sonra peygamberlik bitmiştir. Ali ile başlatılan velilik velayetinin yaşayan kişisidir. O ve müritleri tekke karşıtıdırlar ve çadırlarda yaşarlar. Bu tekke karşıtlığı onların zühdlükteki yerini oluşturacak çünkü diğer zühdçü hareketler gibi toplumu reddetmek yoktur onlarda. Vahşi hayatla iç içe yaşamak üzerine kurulu bir sistem. Onları düşüncesine göre Tanrı her şeyde ve her insandadır. Her şey mükemmel olanı yansıttığı için dünya üzerinde pislik yoktur, diyecektir. Dönemin bir diğer şahsiyeti II. Mehmet’in padişah olacağını da bildiği rivayet edilir. Belgrat seferinin başarısız olacağı hakkında uyarı yapmıştır. Otman’ın yaşam öyküsünü yazan Küçük Abdal’a göre gerçek sultan Otman Baba’dır. Diğerlerine nazaran daha politik konularda zühdçülük yapmıştır. Derviş Gruplarının Açılıp Serpilmeleri 12.yy’da Şam’da ve Harran’da Kalenderi ve Haydari grupları mevcuttu. 13.yy’ın başında Moğollar bölgeye geldiklerinde, Hülagü bunların kim olduğunu öğrenmek istedi. Nasıreddin Tusi, kalenderileri göstererek, “Bunlar bu dünyanın fazlalıklarıdır” diyerek onların idam edilmelerini sağlayacaktı. Şam zühdlüğün çıkış merkezi olarak anılıyor. Şam’dan yayılan gruplar Mısır, Dimyat, Kudüs, İran sahası, Mezopotamya, Hindistan ve Anadolu’da yayıldıkları görülüyor. Bu yayılma hareketi bölüm boyunca İslam’ın yayılmasıyla da doğrudan ilişkili. Dinin iki veçhesi İslam imparatorluklarının yayılmasıyla kendini Hindistan ve Anadolu gibi coğrafyalarda gösterecek. 13.yy’ın sonu, Hindistan’da hankahlar ve Anadolu’da tekkelerin görülmesiyle dervişlerin kendini gösterdiği bir dönem. Konya’da Celalledin-i Rumi’nin tekkesi göze çarpıyor. Pek çok derviş burada yetişiyor, sonradan gelenler de birbirleriyle tanışıyor. Barak Baba ise Tokat’ta doğmuş fakat gezgin bir dervişti. Asker ağırlıklı bir sülaleden olduğu için diyar diyar gezenlerdendi. 14.yy’da bir de Kaygusuz Abdal var. Rivayetlere göre Hacı Bayram ve diğer sufilerle görüşmüştü. Ankara savaşına şahit olmuş, Timur’un yolladığı hediyeyi reddetmişti. Osmanlı İmparatorluğunda Derviş Grupları Osmanlı dönemini 15.yy’ın ortasından almış. Çünkü burada artık iyice serpilmiş gruplar mevcut. Kalenderi ve Haydarilerin yanı sıra; Rum Abdalları, Bektaşiler, Câmîler ve Şemsi Tebriziler gibi topluluklar var. Bu bölümde Osmanlı’daki tezahür belirginleştirilmeye çalışılmış. Kalenderilerle başlatılır ilk anlatım. Tarihçi Spandugino’nun 1500’lü yıllarda yazdığı bir “torlak” betiminden bahseder. Torlaklar ayrı bir din olarak yazmıştır. İsa Mesih’e atıfla torlaklar, onun tecessümünü andıran giysiler giyerler diyor. Bu tasvirde kalenderilerin cinsel yöneliminde kadın düşkünü oldukları söyleniyor. O dönemde cemaat hayatının pek de dışında sayılmazlar çünkü İstanbul’da ve ayrıca taşrada Kalenderhaneleri dahi var. Haydariler tekkelerde görülüyor. Bunlar için Spandugino küçük kiliseler der. Menavino, onlar için cinsel organlarına halka demir/gümüş taktıklarını söyler. Vahidi ise daha fazla detay verir. Tüm görünüş biçimlerini (mesela küpe takmak) Ali’ye atfettiklerini söyler. Dini alakaları, zaten cennete girme garantileri olduğu için neredeyse yoktur. Vahidi’nin betimlediğine göre Abdallar kendilerine örnek olarak Adem’i gösteriyorlardı. Mahrem yerleri haricinde çıplaktırlar. Esrar kullanırlar ve yeşil yaprak yerler. Müzik daima onların bir parçasıdır. Her sabah uyanışı onlar için birer diriliştir. Onlar da diğerleri gibi dini görevden azadedirler. Aşık Çelebi’ye göre bunlar serseridirler. Onlar hakkında hakarete varan ifadeler var. Seyyit Battal Gazi Türbesinin de bu kötülüklere arka çıktığı, onlardan müteşekkil olduğunu söyler. Şems Tebriziler ise Mevlevi ekolünün bir koludurlar. Bu şems-i Tebriziler daha sapkın görülürler çünkü Mevleviler gibi Osmanlı kültüründe uyuma gidememişlerdir. Vahidi’ye göre, uyum sağlamaya yönelik pek de faaliyetleri yok dolayısıyla Arif Çelebi’ye ve yazara göre de yok olmamaları için hala Mevlevilik adı altında yaşamaya devam etmişlerdir. Bektaşiler’in gün yüzüne çıkışı olarak 16.yy’ın başları işaretlenir. Bu bölümünü detaylanışı Vahidi üzerinden. Kısaca Hacı Bektaş’ı ve Muhammed’in damadı Ali üzerinden bir rol model alınışını görüyoruz. Giyinişleri, deyişleri ve eylemleriyle diğerlerinden ayrıldılar. Diğer bahsedilen tarikatlarda 17.yy dolayısıyla bir erime gözlemlenirken; beride Bektaşiler kendilerini muhafaza edebildiler. Devlet tahakkümünün artmasıyla diğer gruplardan da beslendiler. Askeri sistemin içinde hala sufi geleneklerin sürmesi de bu süreçte etkili gözüküyor. Son Orta Dönemde Zahidlik Burada kurumsallık yönünden sufilik ele alınmış. Dinin kurumlaştığı gibi, öteki dinsel yönelimin de kurumlaştığı birkaç veçheyle anlatılıyor. Mürşid ve müridler için tekke, zaviye veya dergâh tipinde mekanların ortaya çıkışı; birtakım giyiniş, edep, ritüellerin ve ahlakın geliştirilmesi, daha sonra da toplumsal grupların yöneticiler vasıtasıyla ele geçirilmesi. Tüm bunlar tabi ki de yasal olarak gerçekleşecekti. Memluk, Selçuklu veya Osmanlılardaki vakıf sistemi bunlar için özel alan açıyordu. Bu kurumsallaşmaya yönelik, daha önce de bahsedildiği üzere sapkın bir zahitlik de ortaya çıkmıştır. Tekke-zaviye karşıtı bu gruplar için anarşist bireyler ifadesi sıkça geçiyor. Kurumsallaşmaya duyulan reddediliş tabi ki de sufizme darbe vuramıyordu. Kökleri aynı olduktan sonra belli başlı ritüelleri hem anarşist dervişler hem de kurumsallaşanlar aynı şekillerde eda ediyorlardı. Yeni zühd hareketini bir baba-oğul ilişkisi olarak da ele alabiliriz. Yazara göre kurumsalın reddedişi yeni zühd akımını ortaya çıkarmıştı. Dinin bu kadar kurumsallaşmasına bir tepkime olarak bu çocuk doğmuştu. Sonuç Son dönem araştırmalarında ana akım dini olguları yeğlenmiştir çünkü hep halk dini prizmasından bakılan derviş dindarlığı yerilmiştir. Bu söylemiyle yazar, ele aldığı konuyu aslında çekip çıkardığı ve yeni zühd hareketini tüm parçalarıyla ele aldığını gösteriyor. Problematiğine ulaşmasını özellikle ayrımlar konusunda dile getirmiş. Daha önce derviş adıyla tümü anılırken kendi aralarındaki ayrımın unutulduğunu söylüyor. Haklı da çünkü o dönemlerde kalenderi ile haydari ya da kalenderi ile kalenderi bile birbirini derviş olarak görmeyebilir. Eksik olarak yazar ulemanın esnekliğini de ekliyor. Bu esneklik mevzusunda medreseden gelen, devlet kanadıyla öğretilen bir dini alimlik meselesinin de toplumdaki karşılığına bakılmalı. Avrupa’da Fransiskenler gibi İslam’da da aynı dönemde dervişlerin ortaya çıkışı, bir paralellik göstermesi de bazı sorulara yol açıyor. Yazar sonuç kısmında birtakım cevapları çıkardığına değinmiş. Bir sorunun soruyu açtığı gibi daha önce uç olarak görünen bu derviş konusunun nihayete erdiğini fakat daha uçları da gösterdiği için çalışılmaya muhtaç olduğunu söylüyor. Değerlendirme İlk olarak eleştiriyle başlamalıyım. Çeviride dikkatsizlik olduğunu düşünüyorum. Bunun sebebi modernite öncesi toplumların cemaat yaşantısı çerçevesinde ele alınması gerekir. Elbet de kentler de vardır zaten onlara kent hayatı diyoruz. Toplum yaşantısı demekle, özellikle bu kelime seçiminin okuyucunun zihindeki yerinin farklı olduğunu düşünüyorum. Toplumu reddetmek diye çevirirseniz, reddedenlere de anarşist dersiniz. Dervişlerin bazıları anarşistse, Müslümanlar da komunist midir? Cem: comon veya cemaat: community olarak mı düşüneceğiz? Şaka bir yana, ne denmeye çalışıldığı anlaşılıyor fakat okuyucunun zihnindeki nüans farkında değinmek istedim. Cemaat hayatı yaşar eski toplumlar. Tabi burada bir problem de derviş kelimesinin içeriğiyle de açığa çıkıyor. Tek bir derviş imgesi olmadığına göre çevirmene de hak vermek lazım. Sonuçta toplumda yer almaktan sakınmayan dervişler de var, toplum karşıtı olanlar da. Belki de uzatmamak gerek, pazarlamaya daha elverişli olduğu için de böyle çevrilmiş olabilir. Bir çeviri sıkıntısı da anlaşılmaya mümkün olmamasıydı. Nedenini bilmiyorum, haliyle birçok grup ele alınıyor, bu anlaşılabilir fakat daha basite indirgenebilirdi. Örneğin; almaşık, utku, esrik vs. gibi kelimelerin kolay karşılıkları da mevcut dilimizde. Eminim ki Osmanlıca-Eski Türkçe geçmişim olmasaydı, kitabın büyük bir kısmını idrak etmede zorlanacaktım. Bölümleme kısmında da bir hata var. Okunurken pek belli olmasa da çoğu kez tekrara düşürüyor. 1 ve 2. Bölümler birleştirilebilirmiş. Özet yazarken tekrar okuduğumda, beni tekrara düşürecek gibi oldu. Usta zahitler ve derviş gruplarının açılıp serpilmeleri de birleştirilebilirmiş. Çünkü ustaların hayat serüveni anlatılırken zaten onların dağıldıkları coğrafyalar da anlatılmış. Bir de iki bölümde de sıkça tekrara düşülüyor. Usta zahidlerde anlatılanın neredeyse aynısı, aynı kaynaklarla Dervişlerin açılıp serpilmelerinde işlenmiş. Anlatım tekniği olarak farklı yerlere tekabül etseler de bu başlıklar birleştirilebilirmiş. Osmanlı kısmında, Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nin de eklenmesini yerinde buldum. Çünkü bu geç bir tarih de olsa aslında sufi kişi aynı kişi, tek idol. Çelebi’nin eserine göre Abdallar Bektaşi tarikatı bünyesinde erimişler, entegre olmuşlar. Bunun kurumsal dönüşümü yansıtması açısından elbet önemi olacaktır. Kurumsal dönüşümü bir baba olarak ele alması da hoş bir metafordu. Olgunlaştıkça/Kurumsallaştıkça artık ona karşı da ardılları cephe alıyor. Babaya isyan metni veya Freud’un, o her yere atfedilen “bastırılanın geri dönüşü” misali yeni zühdlük olarak tezahür edecek. Bu İran menşeili ahilik, abdallık, dervişlik veya pirlik inancı ardıl gerektirir. Bir baba, pir, önder vardır ve müritlerle evlatlar onları seyreder. Ahiliğin de kendini kurtarması için Osmanlı sisteminin bünyesine girmesi gerekiyordu. Bektaşilik de 16.yy’da bu askeri sisteme entegre olacak. Yeniçerilerin pirleri, ritüelleri 15’yyda nasıl ahilerden ve diğer tarikatlardan beslendilerse, 16.yy’da bir segment daha atanacak ve Bektaşilik de bu sisteme entegre olacak. En azından bu kısmı iyi vermiş. Son orta dönem zahitlik ürünü olarak, bir tarafta kurumlarıyla otorite bazında yer edinmiş vakıflaşmalar, diğer tarafta da bu kurumsallaşan sufist damara karşıt grupların olduğunu görüyoruz. Hacettepe Üniversitesinde 2022 yılının kasım ayıydı. Resul Ay’a bir ders esnasında sormuştum “sizce tasavvuftan farklı bir din olarak bahsetmek mümkün müdür?”. Bana bunun yanlış olacağından bahsetti ve ekledi: “Dinin iki veçhesi vardır. Bu Ortodoks Bizans’ta da böyleydi. Bir tarafta dinin pagan adetlerinden beslenişini diğer tarafta da ana akımdan ilerleyişini görürüz. Eskiden heresy olarak addederdik tarih yazımında, şimdi ise fikrim değişti, bunlar için farklılık demek daha doğru olacaktır” demişti. Sanırım bu konu hakkında nehir benzetmesini yapmıştı. Bir nehrin ayrılan iki kolu olarak betimlemişti. Burada da kendi içinde ne kadar fraksiyonlaştığını görüyoruz. Keza sonuç kısmında problematiğe atıfla, Ahmet T. Karamustafa da “halk dini” adı altında anılarak yüzeyde kaldığını söyler. Alt fraksisler oluşturmuş bir dindarlık biçimini, veçhelerine bölerek anlatmasıyla eskiden yapılmayanı ortaya koyması ilham verici. Peki bunlar daha önce yapılmamış mıydı? Tabi ki de inceleyen olmuştur fakat bu yazarın, kendi sorunsalının çıkış noktası olduğu için o perspektiften bakılmalıdır diye düşünüyorum. Kaynakça ve kaynak kullanımı hakkında da çok başarılı buldum. Yeri geldiğinde Osmanlı vakanüvislerinin yazımları, diğer taraftan da yabancı gezginlerin notları kullanılmış. Bunun başarılı iki sebebi var. Birincisi ana akım vakanüvisinin hoşuna gitmeyen detayları nasıl da kendi üslubuyla verdiğini göstermesidir. Diğer yönü de dışarıdan bakan seyyahın kendi diniyle olan yakınlıklara değinmesi bakımından çok faydalı olduğudur. Bu bakımdan ana akımın dervişlere bakışını görebiliriz.
Tanrının Kuraltanımaz Kulları
Tanrının Kuraltanımaz KullarıAhmet T. Karamustafa · Yapı Kredi Yayınları · 201693 okunma
··
1 artı 1'leme
·
591 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.