Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

344 syf.
·
Puan vermedi
·
4 günde okudu
 1- Şüphecilik Bahsi Peyami Safa şüphecilikten bahis açıyor: -İstihzası olmayan, hâdiseleri alaya almayan adam ne kadar kuru ve yavansa, şüpheciliği olmayan da o kadar eksik ve kısır… İki tekerlekli bir arabanın tek tekerleği üzerinde yol almaya kalkması gibi bir şey… Ben her şeyden şüphe ederim; bana anlatılan, öğretilen, gösterilen, bildirilen her şeyden… Genç Şair: -Meselâ?.. -Meselâ senin Paris’e gidip geldiğinden… Başta sen, bence bütün insanlar (mitoman-yalan hastası)dır. Sığamadıkları bir dünyayı yalanla genişletmek isterler ve yalanlarına önce kendileri inanırlar… Sen Paris’e gidip geldin mi sahiden? -Gittim ama, gördüğüm Paris miydi, ben de ondan şüphe ediyorum. -Bravo! Seninki benimkini aşıyor. -Ben şüpheci değilim. Senin gibi müşahhas plân şüpheleri üzerinde kalmıyorum. Ben eminim. -Neden eminsin? -Gördüğüm şeyin o olmadığından… -Demek sende mücerret fikir burguları hep işliyor. -Hep öyle, hep öyle!.. (s.65) 2- Erkek ve Kadın Bahsi Genç Şair, Fikret Âdil’in bohem karargâhında, Peyami Safa’nın evinde, Çallı İbrahim’in Güzel Sanatlar Akademisine bitişik dairesinde, lokantada, barda, gazete idarehanesinde kadın görüşünü şöyle anlatmaya başladı: -Kadın, bütün bir problemdir; ince bir mesele, bir davâ… Kadın ve erkek birbiriyle sevgi ve fedakârlık tezahürleri içinde devamlı bir harp, gizli bir mücadele halindedirler. Bu harbin strateji ve taktik hususilikleri, ruh kanunları yönünden en büyük harplerdekinden daha girift, dolambaçlı ve çetin… Şahsiyetini bir manto gibi kadınına giydiremeyen erkekse daima mağlup… Bu bakımdan erkekte kadına hakimiyet fizik ve fizyolojik kudretinin çok üstünde bir şey, bir kafa ve ruh unsurudur. Kadını kafanız ve ruhunuzla kafasından ve ruhundan yakalayacaksınız. Fizik ve fizyolojik kuvvetiniz de işte bu kudrete refakat edecek… Bizde kadını yalnız madde cephesiyle ele alanlar, sadece “zampara” tabirine müstehak, sefil bir sınıftır ve aralarında mânâya dikkat eden hemen hemen yoktur. Zaten romanımızda da kadın, ya erkeği yıkan, yahut erkek tarafından yıkılan bu “mesele” cephesiyle yoktur. Sadece bazen hissî ve dramatik âdî çapkınlık hikâyeleri… Bu noktadan hem edebiyatımızdaki roman, hem de cemiyetimizdeki kültürlü kadın seviyesindeki düşüklüğü anlayabilirsiniz. Kadın, ezmekten çok, ezilmekten hoşlanır. Bu kaba bir eziliş değil, erkeği böyle bir fethe memur etmekte derin bir haz ve fahr payı arayan, gözyaşı içinde mesut bir sarsılış… Erkek, saadetini ve şahsiyetini işte bu, zarif ve rakik sarsmada, kadın da zevkini ve hüviyetini bu sarsılmada bulur. Erkeği erkek, kadını da kadın yapan hilkat sırrı… Mânevî mânâda ipek bir halı üzerinde yürü gibi kadın cenazelerine basarak geçemeyen erkek,, cinsinin memuriyetini bütünleştirebilmiş ve kadına kadınlığını öğretebilmiş değildir. En küstah bir kadına gardırop şaşkınlığı verecek ve çorabın nasıl çekildiğini bile unutturacak bir dalgınlık havası aşılayamazsanız, kendinizi başarılı sayamazsınız! (s. 102-103)  3- Şiir Bahsi 5-6 yıl sonra, Bâbıâli’de, bir mecmua idarehanesinde, o zaman ve ilk defa “Senfoni” ismiyle çıkan “Çile” şiiri üzerinde görüşülürken aralarında şu konuşma geçecektir: -Nasıl buluyorsun, Cahit, “Senfoni”yi? -Büyük şiir!.. Ama baş şiiriniz diyemem… Meselâ “Kaldırımlar” ayarında değil… -His kumaşı ne kadar nâdide olursa olsun, kolay anlaşılan ve sevilenden nefret ediyorum! Benim poetik anlayışımda sanat, Allah’ın sırlarına doğru ebedî bir arayıcılıktır. Allah ki, mücerredin mücerredi, iş onu gayeleştiren şiirde… (s. 142) 4- Kadın Bahsi Kadın bir fikirdir; heykelleşmiş ve erkeğin  mukabili cinsiyete bürünmüş ulvî bir fikir… Ulvîyetine mukabil de, istidadını yaşattığı süfliyet, meydanda… Onun içindir ki, kadın, gerçek mânâsı ve mahiyetiyle yalnız İslamiyet’tedir ve yine onun içindir ki, kadın, İslamiyet’te üzerine titrenilen bir hicap mevzuu… Örtünmesi de bu sır yüzünden… Fakat ahmak Batı adamı bu sırrı anlayamaz ve kadının hakikatini onu çırılçıplak soymakta ve meydan yerine çıkarmakta bulur. Batı adamının bağlılık iddia ettiği, kendi zaman ve mekânı içinde hak ve münezzeh İsâ dininde, hak ve münezzeh Resûlünün melekî meşrebi icabı, kadın siliktir. Fakat Peygamberler Peygamberinin beşerî meşrebinde, kadın, Allah’a erme yolunun başlıca hedeflerinden ve yardımcı vasıtalarından biri… “-Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi; kadın, güzel koku ve gözümün nuru namaz…” Meâlli Hadîs, işte, tohumunda bu sırrı gizler. Ve bu yüzdendir ki, İslâmiyette, Allah huzurunda akit şartıyla kadın, vazgeçilmez bir nimet, geri bırakılmaz bir sünnet, fatihliğe memur erkeğe fetihlerini kendisinde remzlendirici bir işaret, aslî gaye olan İlâhî marifet yolunda da kayıtsız kalınamaz bir davettir. Ve kadını fethetme vasıtaları, erkekte, Allah Resûlünün pâk ve mukaddes mizacına uygun olarak büyük kıymet… Fakat Hristiyanlık bağlısı -ki İsevî’lik Hristiyanlıktan münezzehtir- nispet iddia ettiği ve tamamıyla tersine gittiği İsâ Peygamber yolunda, kadını, m^nâsındaki (mistik-sırrî) inceliğe zıt olarak ele alır, ya onu hayat perdesinden büsbütün siler, yahut yüzülmüş koyun halinde vitrininin çengeline asıp sadece dış cepheden en süslü eşyası diye teşhir eder. İşte Batılı (mistik-sırrî)lik iddiasının sırrı satıhta arayıcı ve açıkta gezdirici idrak kütlük ve kabalığını gösteren düğüm noktası… O ki, sır olmak iddiasıyla açıktadır, sır değildir; ve o ki üstünde “sır” yazılı bir torbanın içindedir; açıkta demektir. (s. 158-159)     5- Roman Bahsi -Benim malûm fikrim; Türk romanı yoktur. Çünkü Türk romanı denilen, evvelâ Batı örneklerine nispetle ilkokul yazı emeklemelerinden daha iptidai eserler son yüz yıl içinde, ola ola, meselesiz, çilesiz ve ukdesiz, kartondan adamların gidip geldiği, yollarında eğlencelik yemişler satılan bir panayır yerinden başka bir şey olamamıştır. Tanzimat devrinin, çocuklara giydirilen paşa elbiselerine benzer biçare romanı, “Edebiyat-ı Cedîde” çığırında güya ilerleye ilerleye, nihayet zavallılıktan ahmaklığa terakki edebilmiş; Halid Ziya başta olmak üzere bu çığırın romancıları, yeni moda Batı taklitçiliği enayilerinin âdi sokak zamparası ve “onbaşı kültürü”yle teçhizatlı tiplerinden öteye geçememiştir. Düşünün ki, bu roman, Garp edebiyat ve felsefesinin en olgun demlerini kadrolaştıran ve kördüğüm halinde giriftleştiren 19. Asır sonları ve 20. Asır başlarında, Fransız romanı bir taraftan cihana hakimiyetini sürdürür, bir taraftan da Rus romanı Fransız romanını ezmeye başlarken, Batı’nın her türlü ukdesinden gafil, seri malı roman temsilcisi (Gonkur Biraderler)i model diye ele almış, ne (Zola)yı, ne (Mopasan)ı, ne (Prust)u, ne (Dostoyevski)yi, ne (Tolstoy)u, ne (Gorki)yi, ne (Göte)yi, ne (Oskar Vayld)ı, ne de son Batı fikir cerayanlarını görebilmiştir. Ondan sonraki “Fecr-i Âti” zemininde ve biraz ilerisinde romana ilk defa mesele getirir gibi olan bir Yakup Kadri varsa da onun fert ve cemiyet üzerinde açabildiği derinlik “Edebiyat-ı Cedîde”nin açtığı, küçük su birikintilerine mahsus oyuklara nispetle ancak diz kapağına gelen çukurları aşmaz. Ömer Seyfeddin ve Refik Halid birer usta satıhçı; Halide Edip ise zaten büyük mesele ve idrake istidatsız; başta ise zarif bir kadın mizaç ve üslûbuyla girişip sonda işi feci bir ukalalıkta bitiren ve -dönmeliği icabı- içinde yaşadığı cemiyetin bütün an’anelerine karşı nefretini kusan, sanatta hiçbir zaman küçük çapın üstüne çıkamayan kişi veya dişi… Türk romanında mesele ve ukde ilk defa Peyami Safa ile kımıldamaya başlıyor denilebilir. Fakat bu kımıldama, yürüyüş ve çığ haline gelemiyor, bu gelemeyişte Türk cemiyetine ait duygu kütlüğünün de elbette tesiri bulunuyor. Peyami Safa da o nazik zarı delemiyor. Onun nesli, Batı’da en nadide çiçeklerin yetiştirildiği limonluklar yanında, çürümüş gübre karışımı çerçöpten başka bir şey olamıyor ve Türk romanı, Cumhuriyetle beraber artık deva kabul etmez bir akamet bataklığında çırpınıp duruyor. Bu feci manzaranın verdiği tepkiyle, çirkini hissedip de güzeli bulamayan ve roman gibi büyük bir ceht isteyici mimari yükünün altına giremeyen bazı dehâ özentisi tipler de, gelmeyecek bir istikbalde yazacağı eserin yalnız adını ve ilk cümlesini kağıda dökmüş, ıkınıp duruyorlar. (s. 171-172) 6- Şiir Bahsi 2 Bir gece, şiir ve şair meraklısı hanımın evinde, üçlü kumpanyayı (Orhan Veli Kanık, Melih Cevdet Anday, Oktay Rifat) yeren Mistik Şair’e şöyle karşılık vermiştir: -Olabilir!.. Sizin fikirleriniz!.. Sizce olabilir! İşin gerçeği şu ki, şiir bir bayrak yarışıdır. Onu kimi eller filân noktaya getirir, oradan da kimi eller bayrağı teslim alıp ilerilere götürür. İnandığı ve içinde donup kaldığı şeyler arasında, Prusyalı bir subayın mahmuzlu çizmelerini birbirine çarpması gibi emin ve rahat görünüşlü bu zata, söylenmemiş, fakat söylenmesi gerekli sözler şunlar olabilir: -Bayrak yarışı tasviri güzel… Fakat onu teslim alacak elin bir atlet olması şartıyla… Yoksa, fikrî ve edebî jandarması olmayan bir diyarda, lise çağındaki çocukları kandırıcı ve münekkit yokluğunu sömürücü bir davranışla gerçek atletleri çelmeye getirip düşürmek ve bayrağı kapıp kaçırmak şekliyle değil… Bu bir!.. İkincisi, siz, kendinizden dokuduğunuz, örgüsünü öz ruhunuzdan aldığınız bir kumaşa sahip bulunmuyor, aslî nüshası (Süperviyel) isimli bir Fransız elinde bir oyma işinin, en ucuz tarafından alçıya dökümünü yapıyorsunuz. Yani taklidin de en kolay noktasında bulunuş… Süperviyel, bizzat form-şekil macerasını tamamladıktan sonra onun bıkkınlık ve tepkisiyle, ömrü çok kısa devreli bir maceraya girişirken siz, insanların ancak tuvalette veya ateşli hastalıkta hayaline getirebileceği hezeyanları alt alta dizmek kolaylığına şiir ismini verebiliyorsunuz. Böylece ancak mecnunlara mahsus fikir ve hayâl kazuratını hiçbir tasfiyeye tâbi tutmadan olduğu gibi vermeyi yenilik sanıyorsunuz. İçinde, kıvrım kıvrım tüplerin renk renk mâyiler kaynattığı şiir laboratuvarı dehâsına, imâl cehdine kıyarak, bu işi işportacılıktan daha aşağı bir seviyeye düşürmüş bulunuyor ve önüne gelenin şair olmakta hiçbir sıkıntı çekmeyeceği bir damping pazarına meydan açmış oluyorsunuz. Vücutta iskelet gibi şekli gizleyeceğinize, onu örtmemek, et ve deriyle giydirmemek aczinizi, vücudu paramparça etmek ve uzuvlar arası vezin ve ahengi bozarak gidermeye kalkıyorsunuz. Bir de üçüncüsü var: Süperviyel gibi derinliğine muhtevası olan ve nesir diye okunsa da şiiriyeti kabul edilmek gereken bir sanatkârı, yalnız düzensizlik şekliyle taklide kalkıp, onun külçe altun, yani muhtevâ tarafını becerememek; bu işin Birinci Dünya Harbinden beri takip ettiği seyri bilmemek, (dada)lar, (empresyonist)ler, (sürrealist)ler boyunca gelip gidişinden ve aradaki (Neo-Klasizm)den gafil ve bir poetik ölçüsünden mahrum bulunmak… Falan, filân… (s. 240) 7- Türkiye’de Parti Bahsi Türkiye’de parti, Büyük Fransız İnkılâbından tam yarım asır sonra (1789-1839) Tanzimat hareketleriyle zeminini bulur ve Abdülaziz devrinde “Genç Osmanlılar” adlı bir hücrecik halinde protoplazmalaşır. Bu, Batı’dan sıçrama, frengi gibi bir mikroptur. Bir mikrop ki, memleketin iç halini, kendi içinden fışkırma, kendi öz nefs muhasebesine dayalı bir vicdan tepkisiyle düzeltmek ve aslî cevherine döndürmek cehdi yerine, dışarının ve düşman dünyanın bu hale bakışını, güya devâ ve yol gösterişini böylece Türk’ü kökünden ayırmak ve boşluğa düşürmek gayretini kukla şuursuzluğu içinde temsil eder. Türk’teki İslâm birlik ve bütünlüğü karşısında Batı adamının beş asırdır yapamadığını bir asra, evet, tam bir asra sığdırmak ve bunda da muvaffak olmak gibi bir yörünge belirtir. Bizde parti, kendi öz hakikatimizin koruyucusu olarak içimizden doğma değil, düşmanımızdan gelme ve onun öz hakikatini bize yamamak bahanesiyle bizi öz hakikatimizden mahrum bırakma (strateji)sinin “veled-i zina”sıdır. Avrupalı bu “veled-i zina”yı büyür büyümez, kubbesini, sütunlarını, dört duvarını ve temelini yıkması memuriyetiyle cami kapısı önüne bırakmış ve muradına bal gibi ermiştir. (s. 287) 8- Fikri İdam Etmek Üzerine Sedat Simavi, Napolyon gibi, eli yeleğinin düğmelerinde, bir aşağı, bir yukarı dolaşıyor ve mükellef bir koltuğa oturttuğu Sabık Şair’e: -Göreceksin, diyor; fikri idam edeceğim! Sadece resim ve göze hitap! Yazıya göre resim değil, resme göre yazı… O zaman Sabık Şair, iki dudağı arasından, istihza fiskesine benzer bir hırıltı koparıyor. Sedat Simavi hayrette: -İnanmıyorsun, öyle mi? -Yâhu! Gazete fikir demektir. Hâdise ve ona bağlı fikir, kıymet hükmü… Bu ihtiyacın âletidir gazete… Fikri idam iddası, gazete için portakalın suyunu çekip posasını satmaya kalkışmak kadar gülünç olmaz mı? -Misali tersinden koyuyorsun!.. Halk portakalın suyunu ister, posasını değil… Halbuki istikbalin gazeteciliğinde asıl posa fikirdir; portakal suyu da hâdiselerin dış yüzü ve göze hitap eden şeyler. -İyi ama o zaman gazete meydana gelmez ki… Gazete ismi altında o ismin hakikatine aykırı, manzara resmi, şehvet albümü gibi bir şey vücut bulmuş olur. Buna hakkın var mı? -Dâva, satmakta, halkın istediğini yapabilmekte… -İrade halkın değil, Hakk’ındır. Halk istemez, halka istetilir. Sen ona evvelâ istemeyi, isteyeceği şeyi öğret ve ondan sonra halkın istediğine uymak yolunu tut! -Bunlar edebiyat!.. İşte ben bu edebiyat yolunu tıkayacağım ya!.. Göreceksin; ve gazete satmak ne demektir, anlayacaksın! (s. 294-295)  
Bâbıâli
BâbıâliNecip Fazıl Kısakürek · Büyük Doğu Yayınları · 2017868 okunma
·
397 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.