Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

58 syf.
·
Puan vermedi
Byron farklı biri, çok farklı. Şiirlerinin birçoğunda garipseyerek kendimi buldum. Hayatımız birbirinden daha farklı ama... Çok daha farklı. Gerçi o Türk-Yunan savaşında Yunan tarafını ezilen taraf gördüğü için Yunanlara destek için gitmiş ve cephede bir sonla ölümüne bir anlam katmak istemiş. Uzun yıllar tuhaf bir şekilde ben de bunun hayalini kurdum fakat elbette soydaşım, horlanmış, ezilmiş, sindirilmiş Türk halklarının yanında savaşmayı tasavvur ettim. Şuşa'nın girişinde Harı Bülbül toplamayı, Derbend'de Kafkas İslam Ordusunun girdiği yerlerde zafer naraları atmayı, Elbruz'a çıkıp ağaran bahtımızla en sevdiklerimle doğan güneşe bakmayı, Kerkük kalesinde devasa bayraklar açıp hoyrat okumayı, Savalan'a onbinlerce kişiyle çıkıp bayrak asmayı düşledim, elbette bunları düşleyen birisi bunları yapmak için ölümü de göze almak zorunda. Farklı cephelerde aynı halet-i ruhiye içinde gördüm Byron'u ve daha çok tanımak istedim. 80 darbesinden sonra yurtdışına savrulan isimlerden Turhan Kayaoğlu'nun bir yazısını buldum ki beni hem çok bilgilendirdi hem de sizlerle de paylaşmaya itti. Buyrun: Lord Byron deyince aklımıza hemen onun Osmanlı’ya karşı Yunanlıların safında savaştığı gelir. Bu da hoş bir duygu yaratmaz içimizde. Sevabıyla, günahıyla bizimdir çünkü Osmanlı. Kendimiz kızabiliriz, eleştiririz ama Batılılar tarafından “hariçten gazel okunması” kanımıza dokunur. Oysa Romantizm’in en önde gelen bu soylu İngiliz şairi, başlangıçta büyük bir Türk dostuydu. Byron 1800-1850 arasında, yarım asır boyunca Avrupa kültürüne damgasını vurmuş, daha sağken efsane olmuştu. Kült derecesine varan ünü, okuyucu sayısı ve tercüme edildiği dillere bakılınca bir İngiliz şairi olarak yalnızca Shakespear onun önünde gelir. En önemli eserleri Childe Harold's Pilgrimage-Childe Harold’un Hac Yolculuğu (1812-1818) ve Don Juan'dır (1819-1824). 36 yıl gibi kısa bir hayatı oldu (1788-1824). Ancak başından sonuna kadar aykırıydı bu hayat. George Gordon Byron’un babası Deli Jack lakaplı bir soyluydu. Annesi İskoçyalı çok zengin bir aile kızı Catherine Gordon of Gight idi. Baba Byron karısının bütün servetini bitirdikten sonra aileyi terk etti. Alacaklılardan kaçan annesi, iki yaşındaki oğlunu alarak Aberdeen’e taşındı. Byron on yaşına kadar burada okula gitti. Ancak ağır alkolik ve dengesiz olan annesi kimi zaman sevip okşayarak, kimi zaman da sakat olan sağ ayağı yüzünden aşağılayarak bu yetenekli çocuğun ruhunda onmaz yaralar açacaktı. Byronlar İngiltere’nin en soylu ailelerinden biriydi. ”Deli Lord” ve ”Şeytan Byron” diye anılan büyük babasının kardeşi William 1798’de ölünce Byron, altıncı kuşaktan ”lord” ünvanını ve Nottinghamshire’daki Newstead Abbey mülkünü devraldı. Görüldüğü gibi Byron’a yalnızca lord ünvanı değil, hem anne hem de baba tarafından psikolojik bozukluklar da miras kalacaktı. Lord Byron 1801’de Londra’daki Harrow School’a başladı. 15 Yaşında uzak akrabalarından Mary Ann Chaworth'a aşık oldu. Ancak genç kız bu “sakat” oğlandan çabucak bıkıp başkasıyla evlendi. Bu acı ayrılıktan sonra Trinity College’e geçen Byron, dersleri umursamayıp çılgın bir eğlence hayatına daldı. 1809’da Lordlar Kamarası’na üye olduktan sonra eğlence hayatından bıkmış olarak bir Akdeniz gezisine çıktı. Portekiz ve İspanya üzerinden Malta’ya geçti. Burada Spencer Smith adlı ünlü kadın casusa delice kur yaptı, düelloya kalkıştı. Daha sonra Balkanlar’a geçti. Yanya’ya, oradan Tepedelenli Ali Paşa’yla buluşmak üzere Arnavutluk’a gitti. Ali Paşa onun şiirlerinde, örneğin Don Juan’da Lambro olarak ortaya çıkacaktır. Byron sert iklimi ve görkemli çoğrafyası olan Balkanlar’da Batı konforundan uzak ama mutlak huzuru bulduğu hayattan çok etkilendi. Batılı aristokrat hayatından kopma isteği giderek arttı. Atina’da da bir süre kaldıktan sonra 1810’da İstanbul’a geçti. Burada hamam sefaları yapıp oğlanlar ve dansözlerle düşüp kalktı. İzmir ve Çanakkale’yi ziyaret etti. Truva harabelerini gezdikten sonra mitoloji kahramanı Leandros’tan esinlenerek Çanakkale Boğazı’nı üçüncü denemeden sonra yüzerek geçti. 1811’de İngiltere’ye geri döndü. Childe Harolds Pilgrimage’ın ilk şarkılarını yayımladı. 1812’de parlamentoda yaptığı ilk konuşmadaki demokratik içerik ve güçlü retorik onun şiirlerine ilgiyi artırdı. Bu şiirlerinde İspanya, Balkanlar ve Anadolu yolculuklarındaki doğa ve günlük hayattan sahneler üstün bir lirizmle anlatılıyordu. Şiirlerinde yansıttığı yabancı dünya, romantik pesimizmi, yerel özelliklere ve İspanyolların Napolyon’a karşı bağımsızlık savaşı gibi büyük olaylara yapılan vurgular, onu birden bire ünlendirmişti. “Bir sabah uyandım ve kendimi ünlü buldum” der. Aristokrasi ve Londra’daki edebiyat çevreleri onu bağrına basmıştı. Balkanlar ve Anadolu üzerine anlattıkları, şablonlaşmış resimlerin tam karşıtıydı. Özellikle 1813’te yazdığı kitapları “The Giaour-Gavur” daki Hasan ve “Abydoslu Gelin” deki Selim gibi soylu Türklerle doluydu. Bu Türklerin acıları, umutları ve tasalarıyla batılılardan hiç farkları yoktu. Byron’a göre “Osmanlılar küçümsenecek bir halk değil. Hiç olmazsa İspanyolların ayarındadırlar ve Portekizlilerden üstündürler. Ne olduklarını tanımlamak zor olsa bile, en azından ne olmadıklarını söyleyebiliriz: hain ve ödlek değildirler, dinsizleri yakmazlar, katil değillerdir”. Kitaplarındaki Doğu’da işlenen gizemli suçlar ve aşk öykülerini anlatan romantik tanımlamalar yazarı o tekinsiz kahramanlarla özdeşleştiren okuyucuların nefesini kesiyor, sosyete kadınları Byron’un çevresinde pervane oluyordu. Bunların arasında Lord Melbourne’un karısı Lady Caroline Lamb ile olan ilişkisi dikkat çekiyordu. Kadın onun için "Mad, bad and dangerous to know" diyecekti. Şair birkaç yıl içinde günümüzün rock yıldızları statüsüne yükselmiş, efsaneleşmişti. Bu arada Byron’un üvey ablası Augusta Leigh’le ensest ilişkisi ortaya çıkar, 1814’te ondan bir kızı olur. Byron zaman zaman şimdilerde “bipolar bozukluk” denen aşırı depresyonlar yaşadı. En büyük sarsıntıyı 1815’te İsabella Milbanke’le yaptığı kısa süreli evlilikte geçirdi. 1816’da kızı Ada’nın doğumuyla birlikte aile reisi rolünü kaldıramadı ve çok miktarda içki ve opium kullanarak aşırı taşkınlıklar yaptı, bilincini kaybedecek kadar içti. İsabella dört haftalık kızını alıp baba evine döndü. Byron’un deli olduğunu gerekçe gösterip mahkeme karıyla boşandı. Şair ensest ilişkisi, delilik iddiaları ve böbürlendiği sayısız aşk hikâyeleri büyük skandallara yol açtı ve bir anda bütün İngiltere’de istenmeyen adam oluverdi. Nisan 1816’da bir daha dönmemek üzere İngiltere’yi terk etti. Belçika’ya, oradan da İsviçre’ye geçti. Yaz aylarını Cenevre Gölü kıyısındaki yazar çift Mary Shelley ve Percy Bysshe Shelly’nin villasında geçirdi. Bu avangardist çift dini eleştiriyor, evliliğe, ticaret histerisine ve çevre kirliliğine karşı çıkıyordu. Mary, kocasının “Özgür Prometheus”una nazire olarak ünlü romanı Frankenstein’i yazmıştı (1814). Byron burada tanıştığı Mary’nin üvey kardeşi Claire Clairmont’la yaşamaya başladı. Allegra adlı bir kızları oldu. Bu süre içinde Childe Harold’un üçüncü şarkısını ve derin şiirselliği olan ”The Prisoner of Chillon-Chillon Mahkûmu”nu yazdı. Alpler’in ıssızlığı, ona kahramanı bir İngiliz Faust’u olan şiirsel drama Manfred’i yazdırdı. 1816 Sonbaharında geldiği Venedik’te Childe Harold’ın dördüncü şarkısını yazdı. Buradaki yarı oryantal atmosferin büyüsüne kapıldı, “Ode on Venice”i yazdı (1817). Don Juan’ı yazarken kendisini ”kafiyenin Napolyon’u” olarak görmeye başladı. Bu şiirinde insan psikolojisini derinlemesine yansıtır, Rousseaus’nun primitivizmi ve Montesquieu’nün iklim öğretisini işler, Platon ve Hıristiyan ahlakını eleştirir. Byron 1700’lerin idealleriyle yetişmişti. Rousseau’dan etkilenmişti. Çocukluk yıllarının yoksulluğu ondaki muhalif reaksiyonları geliştirmişti. Öte yandan sakatlığının verdiği aşağılık kompleksini bastırmak üzere ölçüsüz bir megaloman olmuştu. Büyük düşler kuruyordu. Örneğin İtalya’da Habsburg monarşisine karşı savaşan bağımsızlık örgütü Carbonari’yi desteklemek üzere yerel bir örgüt oluşturmaya çalışmıştı. Avrupa’daki birçok şair ve yazar gibi Yunanistan’ın 1821’de başlattığı bağımsızlık mücadelesi karşısında coşku duyuyordu. Batı’nın sanat, felsefe ve tarihi mirasını gümbürtülü bür biçimde kullanarak Yunanistan’ı o büyük şavaşın yeni ülkesi olarak gösterdi. Antik dönem filozoflarının torunlarının eski görkemli Yunanistan’ı yeniden kuracaklarını düşlüyordu. Bu devrimin önündeki en büyük engel Osmanlı yönetimi, “Türbanlarıyla Aya Sofya’nın kutsallığını kirleten” bu kâfirlerdi. 1817’de Newstead Abbey ’deki mülkünü satmıştı. Elde ettiği bu büyük parayı alarak bağımsızlık savaşına katılmak üzere 1823’te Yunanistan’a gitti. Byron ve diğer romantik batılılar Balkanlar’daki öç kültüründen habersizdiler. Kan davası Arnavutlar, Sırplar, Boşnaklar, Karadağlılar, Makedonlar ve Tatarlar arasında yaygındı. İntikamdan kurtulmanın kestirme yolu düşmanın yeni kuşaklarını da öldürmekti. 1821 baharında bağımsızlık savaşını başlatan köyden köye yayılan “Mora’daki bütün Türklere ölüm!” çığlıklarının ardında da bu asırlık intikam geleneği vardı. Batı’daki Türkler ve Tatarlarla ilgili nitelemeler de bu gerçeklikle örtüşüyordu aslında. Örneğin Shakespear’in Macbeth’inde cadıların kaynattığı kazanda “Türk burnu” ve “Tatar dudağı” gibi kötücül malzemeler de fokurduyordu. Zaten Tatarların yurdu cehennemdi (Latince: Tartarus). Orada karşılaştığı gerçeklik düşlerinin yıkılmasına neden oldu. Yunanlılar en az Türkler kadar katliam yapıyordu. Aniden başlayan baskınlarla isyancı Tepedelenli Ali Paşa’nın da desteğiyle Mora’da (Peloponnes) birkaç ay içinde 20 binden fazla Türk-Müslüman katledildi. Daha sonra Osmanlı’nın buna karşılık Sakız adasında yaptığı katliam bütün Avrupa’da korkunç bir vahşet olarak tanıtıldı. Bu konuda 40’tan fazla kitap yazıldı, yüzlerce resim yapılıp çoğaltıldı. Delacroix’nın 1824’te sergilediği “Sakız’da Kan Gölü” adlı tablosu XVIII. Lui tarafından satın alınıp Louvre’daki koleksiyona eklendi. Byron Yunan donanmasına dört bin sterlin bağışta bulundu. Batı Yunanistan’daki Mesolongion’a geldiğinde bir kurtarıcı olarak karşılandı. Hemen 500 kişilik “Byron tugayı” kurdu ve İnebahtı Kalesi’ni kuşatmaya talip oldu. Doğu ve Batı Yunanistan'ı birleştirmeye çabaladı. Savaş esirlerine adil davranılması için çalıştı. Yunan hükümeti üstün gayretleri nedeniyle ona Mora ve Adalar hariç Yunanistan genel valiliğini önerdi. Ancak o kabul etmedi. 1824’te bir deniz yolculuğunda ateşli bir hummaya yakalandı. Doktorlarının tedavi için kan alma yönteminde direnmesi sonucunda durumu daha da kötüleşti ve 19 nisan 1824’te bir Paskalya günü öldü. Ölümü Yunanistan için bir felaket olarak algılandı. Hükümet bu büyük “şehit” için 21 günlük yas ilan etti. Ölümü onu bütün Avrupa’da efsaneleştirdi, Yunanistan’a ilgi olağanüstü arttı. Resim, kitap ve broşür baskıları rekorlar kırdı. Yunanistan yüceltici bir romantizmi, egzotizmi ve oryantalizmi temsil ediyordu. Kadınlar yine à la Turque giyiniyorlardı ama bu kez mavi-beyaz Yunan renkleriyle. Byron’un şiirinin gücü, retoriğindeki renk patlamalarına, lirik doğa tanımlamalarına, dizelerindeki çok sesliliğe, zarafet dolu, eğlenceli ve hicivli sözlerle yüce duygulardan günlük küçük olaylara kadar geniş yelpazeli bir anlatıya dayanır. Victor Hugo, Lamartine ve Alfred de Mussset gibi Fransız romantikleri, genç Alman özgürlük şiiri akımı ve Heinrich Heine, Rusya’da Puşkin ve Lermontov ondan etkilendiler. Goethe ondan övgüyle söz etti. Berlioz, Schumann, Tchaikovski, Verdi onun şiirlerini bestelediler. Delacroix da onun şiir ve dramlarından esinlendi. Yahya Kemal de Byron hayranlarındandı. Bayron ardında yedi ciltlik görkemli bir eser bıraktı. Merkür gezegenindeki bir kratere onun adı verildi. Bugün yaşasaydı büyük bür olasılıkla Nobel edebiyat ödülünü alırdı. Handke gibi tartışmaya yol açardı. Devlet büyüklerimiz de bu ödülün ”yok hükmünde” olduğunu ilan edip milli gururumuzu okşar, içimize su serperdi.
Seçme Şiirler
Seçme ŞiirlerLord Byron · Bordo-Siyah · 200748 okunma
··
476 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.