Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

520 syf.
·
Puan vermedi
·
Beğendi
·
13 günde okudu
MARTİN EDEN ÜZERİNE Hayatın içinden, realist konjonktürden gelen eserlere bayılıyorum Martin Eden kitabımız tam da bu minvalde bir eser. İnsanın doğasını apaçık ortaya koyan, teoride kulağa hoş gelen ama pratikte maalesef ki karşılığı olmayan zırvalardan uzak bir eser daha... Öteki ben Dostoyevskiciğimin Suç ve Ceza adlı eserinde dediği gibi “Önce biraz ağladılar, ama alıştılar şimdi. Aşağılık insanoğlu her şeye alışır. " Evet bu eserde bolca gördük aşağılık insanoğlunun doğasını. Yarı otobiyografik bir eser olan Martin Eden Kitabında yazarımız Jack London’un hayatından pek çok şey görmek mümkündür Martin Eden karakterinde. Martin’in yazarlık sürecinde yaşadıkları, aralarındaki sınıfsal farklılıklara rağmen aşık olduğu Ruth hanımefendi ( Ruth yazarımızın ilk aşkı Mabel Applegarth’ın ta kendisidir.) tamamen yazarımızın bizzat yaşadığı durumlardır. Yazarımız dönemin Amerikan toplumunun sosyo-kültürel yapısını başarılı bir şekilde yansıtmakla kalmıyor adeta bize film izlettirirken çağımız insanının bir girdap gibi sürüklendiği bireyselciliği de yerden yere vuruyor. Alt tabakadan gelen ve denizci olan Martin Eden’in bir kavga olayına dahil olup yardım ettiği genç, ona teşekkür etmek için onu burjuva sınıfından ailesiyle tanıştırır. Tüm hayatını değiştirecek olan bu tanışma hadisesiyle durum bambaşka bir noktaya evrilir. Daha önce görmediği burjuva sınıfına ait o ortam karakterimizi çok etkiler. Evin genç kızı Ruth’a aşık olan Martin her bakımdan kendinden ileri gördüğü bu kadına duyduğu aşkın tetiklemesiyle kendini geliştirmek ister ve bambaşka bir seviyeye gelip, yazar olmaya karar verir ve sonunda başarır da ama hedefine ulaştığında yaşama umudunu ve inancını çoktan kaybetmiştir. Çünkü uğruna yeni bir dünyaya yelken açtığı aşkı onu terketmiş, insanların o küçük sığ dünyalarını ve yapabileceklerinin sınırını apaçık görmüştür. Hasılı, bu hayat ve insanlar içindeki en güzel duyguları birer birer yok etmiş ve onu mağlup etmiştir. Yolun sonunun hiç de yola çıkmadan önce hayal ettiği gibi olmadığını farkettiğinde ise artık çok geçtir ve birdenbire kendini büyük bir trajedinin içinde bulur. “İçimde söylemek istediğim çok şey var sanki. Çok büyük şeyler. Bunları ifade etmenin yolunu bulamıyorum. Bazen bana öyle geliyor ki bütün dünya, bütün hayat, her şey içimde duruyor ve sözcüsü olmam için feryat ediyor. Hissediyorum... ama anlatamıyorum...'' Martin Eden , tam kazandım demişken hayat karşısında her cephede birbiri ardınca mağlup olmuş, yorgun düşmüş bir yüreğin , hayatın acı gerçekliğinin yüzümüze tokat gibi çarpılmasının hikayesidir. Martin Bey kardeşimizin,yorucu bir o kadar da harikulade hırs ve heveslerle çıktığı yolculuğu kah bizi motive etti, kah yordu, kah üzdü ama ne olursa olsun muhteşem bir serüvendi. Derler ki "Tüm muhteşem hikayeler iki şekilde başlar. Ya insan bir yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir." Evet Martin bey kardeşimizin muhteşem hikayesi de böyle başladı. Yolculuğu,onun için erişilmez olan Ruth hanımefendi ve bu hanım ablamızın ait olduğu burjuva sınıfıyla yollarının kesişmesiyle başladı. Martin bey kardeşimizin iç dünyasındaki o küçücük şehre bir yabancı gelmiş ve karanlıklar içinden gün doğmuştu aniden. O evi, kitapları,ortamı, Ruth hanımefendiyi ilk görüşüyle yaşadığı sarsıntı, evden ayrılana kadar o karmaşık ruh haliyle yaşadığı heyecan o kadar güzel işlenmişti ki o bölümlere kalbimi bıraktım desem yeridir. "Bilinmeyenin kuşatması altında, başına gelebileceklerden endişeli, ne yapması gerektiğini bilmez halde, sakarca yürüdüğünün ve bedenini taşıyamadığının bilincinde, sahip olduğu tüm özelliklerin ve gücünde benzer şekilde felce uğramış olabileceğinin korkusuyla doluydu." "Düşündüklerini dile dökememiş, zifiri karanlık bir gecede, yabancı bir gemide, hiç alışık olmadığı halatların arasında el yordamıyla yolunu bulmaya çalışan denizciye benzetmişti kendini. " Bunları diyen bizim güçlü kuvvetli denizci Martin'imiz. İç yüzünü bilmeden dışardan bakıpta yere göğe sığdıramadığı o dünya, o insanlar içmeden sarhoş etmişti Martin Bey Kardeşimizi ama "Kendisinin bizzat yaşadığı hayatı onlar kitaplardan öğreniyorlardı " diyen de sendin be kardeşim. Ahh ahh Martin "Yanlış bir hayalin şehrinde kaldım, sevdiği ben değilim anlatamam "dizelerini nerden bilecektin. Bundan sonrası Martin beyin kendinden her anlamda çok üstün gördüğü Ruth hanımefendinin seviyesine gelebilmek için gecesini gündüzüne katarak ona layık olmaya çalışmasıyla geçecekti onun seviyesine gelirse her şeyin çok daha güzel olacağını düşünüyordu ama en büyük hatayı da burda yapacaktı bunu farkettiğindeyse iş işten çoktan geçmişti. "Bir sürü kitap okudu ama içindeki huzursuzluk azalmak yerine daha da büyüdü. Her kitabın tek tek her sayfası bilgi alemine açılan birer gözetleme deliğiydi. Okudukları açlığını daha da arttırdı." Okudu Martin hemde çok okudu insanüstü bir gayretle sarıldı hedefine okudukça bilgiye açlığı arttı acıktıkça yeni bilgiler öğrendi yeni insanlar tanıdı bu sayede gözlerindeki perdeler kalkmış her şeyi olağan çıplaklığıyla görmeye başlamıştı. Öğrendikçe, zamanında iç yüzünü bilmeden yere göğe sığdıramadığı insanların aslında köhnemiş düşüncelerle, yapmacık hal ve hareketle sığ dünyalarında hapsolmuş insanlardan ibaret olduklarını gördü. Okudukça yalnızlaştı, ilerledikçe farkındalık ve bilinç oluştu bundandır ki yapayalnız kaldı. Eski dünyasında cehalet hüküm sürerken özendiği ait olmak istediği dünyanın sadece görünüşte eski dünyasından farklı olduğunu farketti bundan sonra yapacak bir şey kalmamıştı ne bu yeni dünyaya aitti ne de eski dünyasına geri dönebilirdi artık. Yalnız başına mücadele edip bir kadına duyduğu aşk uğruna katlandığı o kadar şey bir yana kimsenin ona güvenmemesi sırf bilinmiyor tanınmıyor diye ona paçavra muamelesi yapmaları, onu hakir görmeleri ve alemde namı alıp yürüdüğünde ona yakın olmak, yaltaklanmak için sıraya giren yine aynı kitleydi. Her köşe başında kötülüğün kol gezdiği iyiye ve güzele dair ne varsa hor görülen bu dünyanın küçük bir özeti değil miydi bu durum? “Martin’de içkin olan güzellik ve güç, onu baş tacı edip kitaplarını alan yüz binlere hiçbir şey ifade etmiyordu. Martin günün modasıydı; tanrıların onaylayıcı bakışları altında Parnassos’u yerle bir eden maceracıydı. Brissenden’in ‘Fani’sinin üzerine atlayıp paramparça eden ve şimdi aynı kabalık ve anlayışsızlıkla Martin’in yazdıklarını okuyan o yüz binler, o kurt sürüsü ise bu kez ısırmak yerine kuyruk sallayarak onu başlarına taç ediyordu. Kuyruk ya da diş, tamamen şans eseriydi. " "Tanrım, ben o sıralarda aç karnına, paçavraların içinde yaşıyordum, diye düşündü Martin kendi kendine. Neden o zaman benim onuruma akşam yemeği vermediniz? İşler o zaman yapılıp bitirilmişti zaten. Eğer yaptığım işler için bana yemek veriyorsanız, yemeğe ihtiyacım olduğunda neden vermediniz? " Ah evladım günün modası değildin ki o gün, üzerine basıp geçecekleri bir böcektin onlar için. Stefan Zweig Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu adlı eserinde demişti ki ; "Sen, beni asla, asla tanımayan, bir su birikintisinin yanından geçercesine yanımdan geçip giden, bir taşa basarcasına üstüme basan, hep, ama hep yoluna devam eden ve beni sonsuz bir bekleyiş içerisinde bırakan sen, kimsin ki benim için ? " Sen kimdin ki onlar için. "Martin'i en çok şaşırtan şey onların cehaleti olmuştu. Ne olmuştu onlara?Eğitimlerini ne yapmışlardı?Kendisinin okuduğu kitaplara onlar da ulaşabilirdi.Nasıl olur da kitaplardan bir şey öğrenmezlerdi?... Geçmişte işçi sınıfına göre daha derli toplu görünen, iyi giyimli kimselerin zekanın iktidarına ve güzelliği takdir gücüne sahip olduğunu sanmakla ne büyük aptallık etmişti. Kültürün giyimle atbaşı gittiğine,üniversite eğitimiyle derin bilginin ayni şeyler olduğunu inanarak nasıl da kendini kandırmıştı. " Öğrenme gibi bir niyetleri hiçbir zaman olmamıştı ki Martin Beycim onların kitapla, bilgiyle ilişkisi sadece yüzeyseldi kendilerini konumlandırmak için başvurmak zorunda oldukları bir araçtı. "Yoğun ve umarsız biçimde cahili oldukları çok daha büyük bir şey vardı : Hayat. " Ha şunu bileydin Martincim. "Hakikat’i, Güzel’i, İyi’yi ağzından düşürmeyip kirleten, lekeleyen ve sonunda sırtını sıvazlayıp, ‘Aferin sadık köpeğim’ diyenler. İğrenç herifler! Kendin olmak için gösterdiğin o çaba paha biçilmezdi ama anlamazlardı be Martin. Brissenden' e ayrı bir parantez açmak gerektiğini düşünüyorum. Aykırı uçlarda yaşamasına rağmen bu esere yakışan biriydi. Martin'e gösterdiği yakınlık ve dostluk onun biraz daha hayata tutunmasını sağlamıştı. "Sen kitapları okuyarak kendi yolunu kendi başına buldun. Bundan sonra yalnız kalmayasın diye seni bu akşam kitap okuyan diğer adamlarla tanıştıracağım... Hayat, ancak böyle insanlarla bir araya geliyorsan yaşanmaya değer olur. " Ya Brissenden abi bu nasıl bir sözdür oğlum nutkum tutuldu lan( işte cesaret,işte feraset,işte mertlik, işte adam gibi adamlık)o değilde abi bana da bulsana onlardan birini yeminle it kopuk oldum olucam. : ) Günün birinde Ruth hanımefendiden bir mektup gelmiş ve karakterimizin dünyasını başına yıkmıştı. O köhnemiş dünyada tek sığınağını kaybetmişti. Franz Kafka Ceza Sömürgesi adlı eserinde şöyle demişti : "Kaç güneş battı o gecede bilmiyorum. Ama bir daha hiç sabah olmayacak gibiydi. Bir söz, kaç güneş batırır, o zaman öğrendim. " Nasıl diyordu Şair ; Seni dağladılar, değil mi kalbim, Her yanın, içi su dolu kabarcık. Bulunmaz bu halden anlar bir ilim; Akıl yırtık çuval, sökük dağarcık. Sensin gökten gelen oklara hedef; Oyası ateşle işlenen gergef. Çekme üç beş günlük dünyaya esef! Dayan kalbim üç beş nefes kadarcık!. Anlatsana Martin bunun ne demek olduğunu çevrendeki o asalak güruha, körlemesine yaşadıkları o sığ dünyalarında sence güzel duyguları, hissiyatı anlamalarının mümkünatı var mıydı? Martin bey her şeye rağmen almış kağıt kalemi eline mektuplar döşüyordu Ruth hanımefendiye ama o mektuplara cevap bile gelmeyecekti. Martin, Ruth’a yazdığı mektuplarla bir şiir gönderecek olsaydı bu kesinlikle Mevlana’nın “ etme “ şiiri olurdu; Duydum ki bizi bırakmaya azmediyorsun, etme. Başka bir yar, başka bir dosta meylediyorsun, etme. Sen yadeller dünyasında ne arıyorsun yabancı? Hangi hasta gönüllüyü kastediyorsun, etme. Çalma bizi, bizden bizi, gitme o ellere doğru. Çalınmış başkalarına nazar ediyorsun, etme. Ey ay, felek harab olmuş, altüst olmuş senin için... Bizi öyle harab, öyle altüst ediyorsun, etme. Ey, makamı var ve yokun üzerinde olan kişi, Sen varlık sahasını öyle terk ediyorsun, etme. Sen yüz çevirecek olsan, ay kapkara olur gamdan. Ayın da evini yıkmayı kastediyorsun, etme. Bizim dudağımız kurur sen kuruyacak olsan. Gözlerimizi öyle yaş dolu ediyorsun, etme. Aşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer; Aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun, etme. Ey, cennetin cehennemin elinde oldugu kişi, Bize cenneti öyle cehennem ediyorsun, etme. Şekerliğinin içinde zehir zarar vermez bize, O zehiri o şekerle sen bir ediyorsun, etme. Bizi sevindiriyorsun, huzurumuz kaçar öyle. Huzurumu bozuyorsun, sen mahvediyorsun, etme. Harama bulaşan gözüm, güzelliğinin hırsızı. Ey hırsızlığa da değen hırsızlık ediyorsun, etme. İsyan et ey arkadaşım, söz söyleyecek an değil. Aşkın baygınlığıyla ne meşk ediyorsun, etme. Günün birinde sokakta karşılaştıklarında Martin kendini anlatmaya çalışmış, elini uzatmıştı Ruth’a ama karşısındakinin elleri Martin’e kapı duvardı. Bu durum karşısında Martin’e " Elimi beş yerinden dağladı beş parmağın, Bağrımda da yanmadık bir yer bırakmadan git... Bir yarın göçtüğünü,çöktüğünü bir dağın Görmemek istiyorsan ardına bakmadan git! " demekten başka çare kalmamıştı. Dönerken şairin bütün bir şiirinde sürekli “Alaca bir at koşar içimde zamansız mekansız nefese doğru deyip de son bölümde at vuruldu içim paramparça Rüveyda “ dediği dizelerin ne demek olduğunu bizzat yaşayarak paramparça olarak anlamıştı. Artık Martin için her şey bitmişti hayat gayesini kaybetmişti. "Haritasız ve dümensiz kalmış, gideceği limanı olmayan bir gemiydi. Kendini akıntıya bırakıp sürüklenmek, en azından hareket etmek, hayatta kalmak demekti ki içini acıtan şey de zaten buydu; yaşamak. " Amacı olmayan hayat neye yarardı ki ? Hayalleri gerçek olmuş, talihi dönmüştü ama bunların Martin için hiçbir anlamı yoktu artık çünkü Ruth'un olmadığı bir hayatı istemiyordu. Düşlerinde kurduğu dünyanın başrol oyuncusu gel kalbimde otur kira vermesen de olur dediği Ruth hanımefendi bütün dünyasını başına yıkmıştı. Çünkü tüm hayalleri o varken anlamını buluyordu şairin değişiyle : Sen varken zaman ne de hızlı Geceler sen varken aydınlık Sen varken her şey tastamam Yüzüm gülüyor birden Şarkı söylemek istiyorum Yollar sen varken kısa Sen varken toprak daha bir sıcak Gözlerim sen varken uğramaz yasa Yüreğim kanatlanır birden Şarkı söylemek istiyorum Güneş sen varken iniyor bahçeye Yıldızlar sen varken parlıyor Sen varken hayat yerli yerinde Dilim çözülüyor birden Şarkı söylemek istiyorum.. Her şeyin onunla anlam bulduğu başrolümüz artık yoktu giderken de her şeyi yanında götürmüştü. "Yıldızlara varmak için yola çıkmış ama salgın hastalık saçan bir bataklığa düşmüştü. " "kafasına estiği gibi yaşadığı günler çoktan geride kalmıştı. artık ne o günleri geri getirebilir ne de kendisi o günlere dönebilirdi. değişmiş ve ne kadar değiştiğini şimdiye kadar anlamamıştı. " Yaşar Kemal abimizin İnce Memed adlı eserinde belirttiği gibi "İnsanlarla oynamamalı. Bir yerleri var, bir ince yerleri, işte oraya değmemeli. " Değmişlerdi ama abi. Martin bey kardeşimizin namı almış yürümüştü memlekette. Buna rağmen artık hiçbir şey Martin için önemli değildi. Her şeye sahipken hiçbir şeyi yoktu. Böyle bir zamanda Ruth ablamız çıkıp gelmişti odasına. Neler hissetti acaba Martin o an bir zamanların bir tanesini karşısında görünce orasını bilemiyorum ama bildiğim bir şey varsa o kadar yaşanmışlıktan sonra Ruth ablamızın odasına gittiği tanıdığı Martin değildi. Ruth , Yalçın Çakır’ın programına katılan Melek Subaşı Modunu açmaya çalışırken, Martin’in youtube.com/watch?v=60dXQ5b... bu şarkıyı Ruth’a dinlettiğine yemin edebilirim ama kanıtlayamam. Martin’in Ruth’a son sözleri ise şöyleydi : "Ben hasta bir adamım. Hayır, bedenim değil ,ruhum hasta,beynim hasta. Bütün değerlerimi kaybettim sanki. Hiçbir şeyi umursamıyorum. Birkaç ay önce gelseydin her şey farklı olurdu. Ama artık çok geç. “ Artık görünmüyor mevsimde hüzün Bulutlar bir garip rüyaya dalmış Ufukta güneşi ağlatan yüzün Bir mültecî gibi tenhâda kalmış Toprak yandı gülüm; çeşmeler zehir Şimdi bilsen de bir, bilmesen de bir Kaç kere çağırdım seni öteden Turnalar uçurdum gittiğin yere Bin parça eyledin kalbimi neden … Derdimin yangını sardı gölgeni Bir mahkûm kanıyla aktı izlerin Deniz ölesiye severken seni Neden gemileri yaktı gözlerin Yıkıldı yolunu bekleyen şehir Şimdi gelsen de bir, gelmesen de bir... Son görüşmeleri bitmişti artık kaçıyordu insanlardan çünkü onun değişiyle " Küçük ve yapmacık beyinleri o kadar boştu ki onlarla konuşurken sıkıntıdan patlıyordu. " Martin Bey kardeşimiz gemiye atlamıştı geldiği denizlere dönüyordu. "Nafile bir çabayla kaybettiği cennetini ararken baş kasarayı ve cehennem gibi kazanı yad ediyordu. Yenisini bulamadığı gibi artık eski cennetinin yerinde yeller esiyordu. " Martin’in kendini sulara bırakışı gönül yorgunluğunun son raddesiydi. Hayat karşısında mağlup olan yüreklerin, gayesini yitirmiş bir hayatın, onarılması imkansız olan yıkıntıların bizi sürüklediği yer, belirsizliğe doğru umarsızca yürüdüğümüz sonumuz değil midir? Bu sona yürüdü Martin çünkü şaiirin değişiyle artık içinde şarkı bitmişti. Yitip gidenler köşemde yerin hazır Martin. Şükrü Erbaş’tan birkaç güzel dizeyle incelememizi bitiriyoruz. "Gönül yorgunluğu ne, biliyor musun? gökte yıldızın kalmıyor. gölgen bir yere sığmıyor. içindeki şarkı içinde boğuluyor. penceren sokağa bakmıyor. bütün sevgi sözleri kalbinde cezaya dönüyor “ (Gönül Yorgunluğu ) "Herkes gibi yaşasaydım eğer, yaşamı onlar gibi görebilseydim çarşılar yeterdi avutmaya beni. Bir gömlek, bir ayakkabı, bir elbise; bir yemek lokantalarda; televizyon, halı, masa ve daha nice eşya yeterdi yalnızlığı örtmeye, kendimi göstermeye, va- rolmaya, 'dar çevre yitikleri'nde önem kazanmaya … Kimseler görmedi Ömür hanım, bu dünyadan ben geçtim. İçimde umudun kırk kilitli sandıkları, elimde bir avuç düş ölüsü yüreğim -içinde senin ve benim ağırlığım- benim olmayan bir garip gülümsemeyle yüzümde, incelik adına, ben geçtim... Yerini bulmamış bir içtenlik, yanılmış bir saygı ve bir hüzün eğrisi olarak ilişkilerin gergefinde, ördüm ömrümün dokusunu ilmek ilmek. Beni cam kı- rıklarıyla anımsasın insanlar, savrulan bir yaprak hüznü ve dağınıklığı ile... Yükümü yanlış bedestanlara çözdüm. ( Ömür Hanımla Güz Konuşmaları)
Martin Eden
Martin EdenJack London · Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları · 202390,3bin okunma
··
856 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.