Gönderi

Kayıp cennet!
Kendimi çok kalabalık ve bilinmedik bir şehrin sokaklarında dolaşırken gördüm. Evlerle dolu bir dağın hükmettiği tepelik bir şehir olduğunu fark ettim. Bu başkentin insanları arasından belli bir millete aitmiş gibi görünen bazı insanlar gözüme çarptı; onların canlı, kararlı havaları, yüz hatlarının diri çizgileri bana dağ memleketlerinin ya da yabancıların pek ziyaret etmediği bazı adaların bağımsız ve savaşçı ırklarını hatırlattı; büyük bir şehrin karışık ve sıradan nüfusunun ortasında vahşi şahsiyetler bu şekilde korunabiliyorlardı. Peki kimdi bu insanlar? Rehberim beni çeşitli imalat seslerinin duyulduğu dik ve gürültülü sokaklara tırmandırdı. Ötesinde manzaranın göründüğü uzun bir dizi basamaktan çıkmaya devam ettik. Orada burada çitlerle sınırlanmış teraslar, düzleştirilmiş alanlara ekili küçük bahçeler, eğreti inşa edilmiş kasırların gelgeç bir sabırla boyanıp yontulmuş çatıları görünüyordu ve uzun tırmanıcı yeşil bitkiler şeridiyle birbirine bağlanan manzaralar enfes bir vaha, burada ancak bir mırıltı gibi duyulan aşağının seslerinden ve şamatasından uzak bir tenhalık olarak gözü baştan çıkarıyor, aklı memnun ediyordu. Sık sık mezarlık ve katakompların [gizli yeraltı dehlizleri] gölgesinde yaşayan yasaklı milletlerden bahsedilir; buradaki hiç şüphesiz tam tersiydi. Mutlu bir ırk, kuşlar, çiçekler ve temiz havayla dolu bu aydınlık, sevecen köşeyi yaratmıştı. "Bunlar," dedi rehberim, "bulunduğumuz şehre hükmeden bu dağın eski sakinleridir. Uzun zamandır burada basit bir ahlâkla, dünyanın ilk günlerindeki doğal erdemleri koruyarak sevgi ve adalet içinde yaşıyorlar. Etraftaki halk onlara saygı duydu ve onları örnek aldı." Rehberimi izleyerek bulunduğum yerden inip iç içe geçmiş çatılarıyla garip görünen o yüksek evlerden birine girdim. Ayaklarım farklı çağların binalarının art arda gelen katmanlarına basıyor gibiydi. Bu yapı hayaletleri bu katmanlarda her yüzyılın kendi beğenisinin ayırt edildiği başka yapıları ortaya çıkarıyordu ve bu bana, havadar, canlı ve ışık oyunlarıyla dolu olması dışında, antik şehirlerde yapılan kazıları hatırlattı. Sonunda bir ihtiyarın masa başında ne olduğunu bilmediğim bir endüstriyel iş üzerinde çalıştığı büyük bir odada buldum kendimi. Eşikten geçer geçmez yüzünü pek seçemediğim, beyaz giymiş bir adam elindeki silahla beni tehdit etti, ama rehberim ona uzaklaşmasını işaret etti. Bu sığınakların gizemine nüfuz etmemi engellemek istiyor gibiydiler. Rehberime hiçbir şey sormadan bu yüksekliklerin ve aynı zamanda derinliklerin dağın ilkel sakinlerinin sığınağı olduğunu anladım. Yeni ırkların istilacı seline göğüs gererek hâlâ orada basit ahlaklarıyla, sevgi ve adalet dolu, maharetli, mesafeli ve kapalı, miraslarını sık sık istila eden kör kitlelere karşı barışçıl ve muzaffer bir şekilde yaşıyorlardı. Nasıl! Ne yozlaşmış, ne mahvolmuş, ne de köle olmuşlardı; cehaleti yenmelerine rağmen saf kalmışlar, refah içinde fakirliğin erdemlerini korumuşlardı. Bir çocuk yerde kristaller, deniz kabukları ve oymalı taşlarla, muhtemelen bir çalışmadan kendine oyun çıkararak oyalanıyordu. Yaşlı ama hâlâ güzel bir kadın ev işleriyle uğraşıyordu. O sırada birkaç genç işlerinden döner gibi gürültüyle içeri girdi. Baştan aşağı beyaz giyinmiş olmaları beni şaşırttı, ama sanırım benimki göz yanılsamasıydı; fark etmem için rehberim kıyafetlerini canlı renklerle çizmeye başladı ve gerçekte ne olduklarını anlamamı sağladı. Beni şaşırtan beyazlık belki de özel bir parıltıdan, prizmanın renklerinin birbirine karıştığı bir ışık oyunundan kaynaklanmıştı. Odadan çıkıp bir taraçaya gittim. Orada genç kızlarla çocuklar dolaşıp oynuyordu. Giysileri bana diğerleri gibi beyaz göründü, ama pembe nakışla süslüydü. Bu insanlar o kadar güzel, yüz hatları o kadar zarif ve ruhlarının parlaklığı narin vücutlarından öyle canlı yayılıyordu ki hepsi de gençliğin belirsiz tutkularıyla dolu tercihsiz ve arzusuz bir aşk uyandırıyordu. Onları tanımamama rağmen kalbimi çalan bu alımlı varlıklar arasında duyduğum hisleri ifade edemem. Gülen gözleri, benim gözlerimi tatlı bir merhamet duygusuyla arayan ilkel ve semavi bir aile gibiydi. Kayıp bir cenneti hatırlamışım gibi sıcak gözyaşı dökmeye başladım. Aynı zamanda hem yabancı hem de sevdiğim bu dünyada gelip geçen biri olduğumu acıyla hissettim ve hayata geri döneceğim düşüncesiyle ürperdim. Etrafımdaki kadın ve çocuklar beni alıkoymak için boşuna acele ediyorlardı. Büyüleyici biçimleri şimdiden soluk buharlar içinde eriyordu; bu güzel solgun yüzler ve bu çarpıcı yüz hatları, bu ışıltılı gözler bir gülümsemenin parıltısını hâlâ taşıyan bir gölgenin içinde kayboluyordu... Bu hayal böyleydi ya da en azından hatırladığım asıl detaylar bunlardı. Birkaç gün içinde kaldığım bu kataleptik durum bana bilimsel olarak anlatıldı beni bu durumda görenlerin söyledikleri, benim için makul görünen bu olaylar serisinin farklı evreleriyle örtüşen hareket veya kelimelerin akıl sapmasına atfedildiğini görmek bende biraz rahatsızlık yarattı. Sabırlı bir kendini beğenmişlik veya benimkilere benzeyen fikirleri yüzünden, zihnimde gördüklerimi bana uzun uzadıya anlattıran arkadaşlarımı daha çok seviyordum. İçlerinden biri ağlayarak bana, "Bir Tanrı'nın olduğu doğru, değil mi?" dedi. "Evet," diye cevap verdim şevkle. Ve kısaca gördüğüm bu gizemli memleketten iki kardeş gibi birbirimize sarıldık. Bu inançta ilk başta ne büyük bir mutluluğa kavuşmuştum! Böylece en üstün akılları bile etkileyen ruhun ölümsüzlüğü konusu benim için çözülmüştü. Artık ne ölüm, ne keder, ne de kaygı kalmıştı. Sevdiklerim, annemle babam, arkadaşlarım bana sonsuz varlıklarının izlerini sunmuşlardı ve artık ben onlardan sadece gündüzleri ayrı kalıyordum. Geceyi tatlı bir melankoli içinde bekliyordum.
Sayfa 27 - 28,29,30,31,32 Kolektif Kitap, 2018Kitabı okudu
·
106 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.