Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Sınırlar ki ölümden ayrılır, gölgeli ve muğlaktır. Biri nerede başlar ve diğeri nerede biter kim söyleyebilir. Ruhun bir ırmaktır gülüm.. Ölüm böyle bir şeydi belki de, birden değil, yavaş yavaş gıdım gıdım adım adım damla damla ölünüyordu. Değil mi ki son sınırdı o? Son, uzun bir zamana yayılmıştı demek ki. Son kendisinden sonra olacak olan her şeyin rahmiydi demek ki. Dünyaya birden gelmediğimiz gibi birden çıkıp gitmiyorduk demek ki.. Hiçbir şey su kadar güzel dokunmuyor insana.. Ölmek böyleyse, bu yoldan sapmak istemem. Dünyayla kavgamın bittiği o yerdeyim, kimse beni kıpırdatmasın. Bunu dostlarıma söylemeyi çok isterdim. Ölümden sonra bir hayat olması gerekmiyor ki ölüm kendince bir hayatmış zaten, ölüm hayatın tersi değil, mezuniyet merasimi.. Zaman hayatın sayfalarıydı, okunduğu anda silinip giden satırlardı ömür, ölüm de öyle olmalıydı. Öldükten sonra diye özetlediğimiz o büyük muammalı eşiği geçince başlayacaktı asıl hikaye. O da ömür kadar çalkantılı ve görünüşe göre eğlenceli bir yolculuk olacaktı. Önce adabıyla ölü gibi durmayı öğrenmeliydi. Kıpırtısız ve sessiz.. Dokunmak bir insanın bu dünyayı anlayabileceği son aşamaydı. Bunun bir üstündeyse sevgi yer alırdı. Orada artık bir şeyi anlamanın anlamı kalmazdı. Anlamadan da sevebilme aşamasıydı o. Bir şeyi anlamadan sevebilmek ne güzeldi.. İnsanın söyleyeceği son şiirdir ağlamak. Çünkü insan vücudunun salgılayacağı tek kutsal su odur. Gerisi kirlidir, bulaşıcıdır ve öldürür. Hangi dilde hangi kültürde hangi zamanda olursa olsun aynı şekilde anlaşılacak iki şey var: Kahkaha ve hıçkırık. İnsanlığın beynelmilel şiiridir bunlar. Eğer öldüysem neden anneciğimi göremiyorum? Ruhumuz bir yerde buluşmayacak mıydı? Çok önceden olan şeyler için üzülmek gerekmiyor mu? Hayır gerekmiyor, zaman toprak gibidir, yaşananların üzerini örter, örter en sonunda da yaşanan her şey o derinliğin altında gömülüp gider.. Çoğu depremde öldü, bin sene yaşasam da o uğursuz ikindiyi unutmayacağım, toprak kudurmuş yer yarılmıştı.Hayatımda böyle bir şeyi ne gördüm ne duydum. Toprağın karnı yarık yarık olmuş zemin girdap gibi dönüp duruyor, evleri hayvanları insanları inek arabalarını ağaçları içine çekip yutuyordu. Yemin ederim o manzarayı gören kimse akıl sağlığını koruyamazdı.İki kavak boyunca toz kalkmıştı, tozlar bulutlara kavuşmuştu, yer deli bir dana gibi sırtındaki her şeyi sağa sola savuruyordu. Ah o gün ölüm nasıl da iştahlı bir hayvandı anlatamam sana. Çocuktum. Henüz uçmaya başlamıştım ve kanatlarım olduğu için ne kadar şanslı olduğumu o zaman anlamıştım. Ya da insanların kanatlarının olmayışının nasıl bir lanet olduğunu.. O gün çok insan öldü. Felaket değil, bir kıyamet yaşandı burada. Kısa bir süre sonra büyük bir hastalık yayıldı. Çadırlarda yaşayanlar ölenleri bile kıskanacak hale geldi. Biraz parası olanlar kaçıp gitti, geriye kalanlar çadırlarda telef oldu. Yangınlar erken bastıran soğuklar hastalıklar.. Çocukların kadınların vücutlarında ve yüzlerinde tuhaf yaralar çıkıyordu. İçecek su bulunmuyordu. Deprem yüzünden nehrin suyu çamur akıyordu artık. Yaşadığım hiçbir şey yaşamaya değmez.. Öfkeli bir tokattı zaman, dünde ayıldım ve ürkerek doğrulup etrafıma baktım. Yarılmış, çatlamış duvarların arasından içeri sızan kirli kırmızı bir ışıkla aydınlandım. Duvarlarda öksüz mazimin unutulmuş resimleri asılıydı. Hoyrat günlerin gecelerin pençe darbeleriyle örselenmiş kırık hatıralardı onlar. Çerçevelerinden kusulmuş camları parçalanmış üzerleri tozla kaplı pişman ve masum şekillere kıstırılmıştım. Benim türlü hallerimdi bunlar. Bir kapı eşiğinde, sert bahar ışığıyla gözleri kamaşmış saçları yeni örülmüş, bahtsız annesi birkaç gün sonra ölecek olan o kızla göz göze geldiğimizde uzak aynam kırıldı sır içime dağıldı. Resmim dayanamadı, bana ağladı. Dünyanın bakışlarından ürküp kaçan o solup sararmış ben, ismini hatırlayamadığım çocukluğumdu.. Siz nasıl bir dünya oldunuz böyle, ne çok şey satılık bu çirkin sürüklenişte? Hatıralar üzerimden silinmeyen acıların parmak izleriydi. Hatırlarımızı da satamaz mıyız? Saçlarımızı örecek bir anne kaç paradır şimdilerde? Güzel hatıralar son kaça olur? Güzel hatırası olmayan biri ölse ne olur ölmese ne olur. İnşallah içinde çocukların oynamadığı bir bahçe ne işe yarar? Yeterince acı yaşadıysan unutmak emanete hiyanettir. Yetim ve garip dendiğinde gözleri dolan insanların yurdunda kalmış bir yanım. Oraya sığınmışım sinip beklemişim demek ki yıllarca. Bedenimin artık tezgaha konmayacak kadar yorulacağı, incineceği, dövülüp bir yol kenarına atılacağı günü; bügünü beklemiştim, kendime çaktırmadan. Kaçınılmaz bir randevuydu bu. Geleceğime kurduğum bir pusuydum. Parçalanmış bir örümcek ağı. Ben hala annemi hayal etmeden saçımı öremiyorum.. Bazı insanlar birden fazla düşebilir, onun için ölmek bazen iyidir. Ölmek bir gayret dirayet hatta ihtiras işidir bazen. Bir kadın yaşadığı hayattan daha güzel rüyalar görüyorsa o ölüdür. Ölmek bir varlık olduğumu hatırlamama yardım eder miydi? Ani bir ölümle ölmek isterim. Saçlarımı tarayan anneme gömülmek isterim. But I have promises to keep, and miles to go before I sleep. Kimse arzulamadığı bir ihanete maruz kalmaz. Bedbaht olmamak için kandırılmak istiyoruz. Gönülsüz kandırılmış kimse var mı buralarda? Hiç zannetmem. Yaşandığı anda hatıraya dönüşen şeyler aşktır. Yaşanan anları kollama, saklama çabası, tahmin ettiğin gibi ölümü fark edişin ta kendisidir. Ölüm geleceği değil, geçmişi kaybetme korkumuzdur. Ölümün şimdiyle hiçbir ilgisi yoktur; gelecekle de. Geçip giden zamana gömülüp kalan yanlarımızdan yayılan çürümenin kokusudur bizi korkutan. Yaşadıklarımızın kaybolup gideceğini biliyor oluşumuz... Bilinmeyi arzulayan sırlarımız oraya gömülüp çürüyecektir. Kimse bizi bilmeyecektir ve kâinatın en büyük kabristanına, zamana gömülüp kalacağımızı biliriz. Onun içindir aşkı zamanın karanlık pençesinden kurtarmaya çabalayışımız. ... Zaman dediğimiz o engin kabristan, zannettiğimiz gibi geçip giden bir şey değildi. O duruyor, biz geçip gidiyorduk. O yavaş hareket eden bir deprem, ağırkanlı bir kıyametti. Yarım kalan her şey yaşamakta ısrar eder; biten her şey ölüdür artık. On iki yaşına kadar her şey bir keşiftir dostum. Her şey bir büyüdür. Rüyalarımız hayatın bir parçası değil, hayat rüyalarımızın uzantısıdır o zamana kadar. Sonsuzluğun mümkün olduğu zamanlardır onlar. Yemek yediğin o leziz et ile aynı nesneden yapıldığını anlarsın. Bir et yığınıa hapsoldğunu.. Zamanda sürüklenmekten kurtulamayız ama insan unutuşa tutunabilir. Unutuş.. Yaşadığın andan kurtulmak, bir anlığına kıyıya çıkmaktı.. "Hayat sihirle dolu bir yer değildi evet ama sihirli bir dünyada yaşıyormuş gibi kandırabilirdik kendimizi ve sevdiklerimizi. Çürümeyi durduramazdık ama eğlenceli hale getirebilirdik pekâlâ. Şaşırmak ve şaşırtmak... Merak... Buna tutunabilirdik işte!" Bazen bu kadar olgunlaşmanın haksızlık olduğunu düşünüyorum. Bir yerde büyümemiz durmalı. Bu kadar olgunlaşmanın kimseye bir faydası olamaz. Çürüme olgunlaşmanın devamıdır... Başkalarını anlamanın bir sınırı vardır ya hani, o sınır yalandır ve o yalan üzerine kurulu bir benlik rüyasında kaybediyoruz birbirimizi.. Dünya dedikleri bir gölgeliktir. Yemekten zevk almak yerine karnını doyuran insanlarız biz.. Bazı insanların üzerimizde özel bir tesiri olduğunu düşünüyorum.. Yazmak dünya üzerindeki en karmaşık şeyleri anlatabilme iddiasından başka ne ki? Tarih insanlık içindi. Biz kulların hareket sahanlığı yalnızca birer ömürlük sefil dilimlerden ibaretti. Tarihin içinde kayıp zerreydik, tozduk, kırıntıydık. Acımasız bir sürüklenişte debelenip duruyorduk. Hakikat buydu. Zaman denilen kabristandaki kaçınılmaz yolculuğumuzu durdurabilmenin tek yolu kendimizi kömürlükteki bir boruya asmak olabilirdi ancak. İnsan neyi değiştirebilirdi ki bu zavallı sürüklenişte? Değer miydi hem?" Zayıf olanın da mutlu olabileceği bir dünya istiyoruz. Dünya neden bu kadar sert davranıyordu bazılarımıza? Yer mi dardı? Yeterince mahsul alınmıyordu topraktan? Saadet neşe haz çok mu sınırlı miktarda bahşedilmişti bu gezegene? Güzel bir rüyan var diye hayatını uykuda geçiremezsin. Yalnızlık, yalnızlık, yalnızlık.. Değer miydi diye soruyorum kendime. Değerdi. Her şeye rağmen bir şeyler değişsin diye uğraşırken biraz biraz değiştik. Yolculuğun kendisi bazen varolacak menzilden daha kıymetli olmaz mı? Yalnızca yolu sevdiğimiz için yürümek istemez miyiz bazen? Anladım ki alışkanlığı olan yaratamaz. “Çünkü bizim gibilerin hikâyesini uzatmaya gelmez. Ne kadar teferruat olursa o kadar yorucu olur. İnsanları yormak değil, onları eğlendirmek gerekir. Onları anlatacaksan kendilerini sevmelerini de temin etmelisin. İnsan eğlendiği zaman kendini sever, değil mi? Uzun söz uçucu ve yorucudur, uzun yola benzer. İnsan kendisini hemen tanımak, anlamak ister. Onun için her şeyi kısaltmaya karar verdim” dedi Usta. Değil mi ki hayal kırıklığını tek nedeni hayal kurmaktı. Mademki ayaktasın, düşenin elini tut. İnsanlar en çok neden şikayet ediyorlarsa sonunda ona dönüşüyorlar galiba. İnsanların bakışlarının derinlerinde sakladığı pişmanlıları özlemleri kaygıları okumayacak kadar gençtim.. Uçma kudreti verilmeyen bir canlının eşrefi mahlük olmayacağı .. Bir avuç beden alıp koklayarak hiç gitmediğim semtleri dolaşmışlığım vardır. Hayalini kovmak için kolumda saat varken sokakta birilerine saat sormuşluğum vardır. Gözlerini unutabilmek için aklıma mahallemizdeki insanların simasını getirmişliğim vardır.. Elim sana dokunursa kanat olur şimdi, elin bana dokunursa kanatlanırım, bir adım daha, bir ömür daha.. Ellerime dokunsan anlarsın seni nasıl aradığımı.. Önce kusurların nasıl değerli olabileceğini öğrendim, sonra kusursuzluğun, kötü bir son olabileceğini.
·
1 artı 1'leme
·
283 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.