Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

196 syf.
8/10 puan verdi
·
Beğendi
·
7 günde okudu
“Biz milliyetçilik yapmasak ve hatta millet hakikatini inkâr etsek bile millet var olmaya ve tesir etmeye devam edecektir.” “Milliyetçilik milleti olduğu gibi muhafaza etmek değil, onun için en doğrusunu tespit etme arayışıdır.” Bahadırhan Dinçaslan bu kitabında kendi milliyetçilik düşüncesinin, hatta kendi cümleleriyle “öncülüğünü ve sözcülüğünü” yapmaya çalıştığı bu düşüncenin manifestosunu ortaya koymaya çalışıyor. Milliyetçiliğin faydalarını anlatırken, doğası gereği yanlışlanamaz ideolojilerin ve fikirlerin – din gibi -, milletlerin önünü tıkadığını, bu yüzden milliyetçiliğin mutlaka seküler olması gerektiğini söylüyor. Yönetim biçimleri arasında kötünün iyisinin demokrasi olduğunu ve en iyi ekonomik yöntem olarak, rekabetin milletin ve bireyim gelişmesinde önemli bir etken olduğunu söyleyerek serbest piyasacılığı gösteriyor. Bunu yaparken de ortada bir kontrol ve kutsal olması gerektiğinin de altını çiziliyor. Yazar, kitaba uruk, milliyet, millet, ulus, halk ve etnisite gibi kavramları açıklayarak giriş yapıyor. Çoğunlukla birbirine karışan bu kavramlar özetle şöyle: - Uruk: Bir milletin alt grupları. Türklük üst grubumuz olduğu halde, Kıpçaklar ve Oğuzlar olarak ayrılmışızdır. Örnek olarak biz ve Azerbaycanlılar hem aynı uruktan, hem aynı milletteniz, ancak Kazaklarla sadece aynı milletteniz. - Milliyet ise, aynı dil ve lehçelerin konuşulduğu, ortak etno-sembollerin bulunduğu, yaşayış ve düşünüş olarak birbirine yakın insan gruplarını temsil ediyor. - Millet olma hali ise bir devlet gerektiriyor. Devlet, beslendikleri milliyet havzasından aldıkları etno-sembolleri kullanarak bir üst kimlik inşa ediyor ve buna millet diyoruz. “Devletler bir defa kurulduklarında, beslendikleri milliyet havzasından kimi zaman rastgele, kimi zaman kasten seçtikleri etno-sombolleri kullanır, bunlar üzerine yeni bir üst-kimlik inşa ederler ki, millet buna denir.” “150 kişiyi aştığınızda, cemaatinizin mensupları zihninizdeki bir tasavvura dönüşür zira artık hepsiyle tek tek tanışmanız imkansızdır. Ortak ikonlarınız, ortak anlatılarınız, ortak sembolleriniz o kişileri bir arketip olarak zihninizde kişileştirmenizi sağlar: Vatan ve millet zaruri olarak doğmuştur. Zira güvenli, gelişmeye açık, sürdürülebilir ve işbölümü yapabilen bir insan topluluğu yaratmak için 150 kişiden çok daha fazlasına ihtiyaç duyarsınız.” “Millet, modernist-marksistlerin iddia ettiği gibi yeni, Fransız Devrimi, Endüstri Devrimi yahut İletişim Devrimi'ni takip eden süreçte yaratılmış bir konsept olmadığı gibi, iptidai insanların ihtiyacından husule gelmiş ve misyonunu tamamladıktan sonra rafa kaldırılmış bir alet de değildir.” - Etnisite, kişinin etnik kimliğidir, yani genetik birikimi, soyudur. Yazar, etnik kimliğin de sonradan edinilen bir şey olduğunu söylüyor. Buna göre, Türk anne-babadan doğan çocuk, yerel Türk etno-sembolleriyle donatılmadıysa, bunları annesinden öğrenmediyse, bu etnik kimliği edinmez. Kimse 400 yıl önce yaşamış atalarının hangi kökenden geldiğini bilmediğine göre, önemli olan bu soydan geliyoruz inancıdır. - Halk, belirli bir zamanda belirli bir yerde yaşayan insanlardır. Şu an Türkiye içinde yaşayan insanların tümüme halk denir. - Ulusta belirli olan faktör devlettir, kağıttır, vatandaşlık hukukudur. Türkiye Türkleri bir ulusu, Azerbaycan Respublikası Türkleri ise başka bir ulus. “Türk milliyetçiliğinin "Türk kime denir?" diye bir meselesi yoktur. Türk etno-sembollerini aile ortamından alan herkes "Türk milliyetindendir" demek yeterlidir.” İnsanların kimlik edinme vasıtalarını anlatıldığı bölümde, bu vasıtalardan biri olan din gösteriliyor. Weber’in Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu eserindeki ana metin olan “Protestanlarda bir tür ahlak vardır ve bu ahlak Protestan ülkelerin gelişmesine sebep olmuştur.” argümanına bir alternatif yol açılarak, dinin kültürü etkileme gücünden çok, kültürün dini etkilediği ve bu başarılı milletlerin başarısının sebebinin dinleri ya da mezheplerinden ziyade, kendi kültürlerinin yeni dünyaya olan uyumu olduğu anlatılıyor. Bu sebepten, bir milletin geri kalmışlığına ya da ilerleyişine birinci sebep olarak din gösterilemez. Bizi ileri götüren ya da geri bırakan ana kuvvet, kültürümüzdür. “Şamanizm’de ilahi güç vücut sıvılarıyla geçer. Ağza tükürme, kanını içme vb. motifler de bu yüzden yaygındır. Son yıllarda Türkiye'de ortaya çıkan "Badeci Şeyh", bu bakımdan bu geleneğin post-modern dünyada aldığı hâl açısından düşündürücüdür.” Ayrı bir parantez açılıp, İslam dışı dinlerin Türkleri asimile ettiği genel kanısına da değiniliyor: “Bir iddia var, muhtemelen okurun da sıkça duyduğu, klişeleşmiş bir inanış: "Müslüman olan Türkler kimliklerini kaybetmediler, diğerleri kaybetti." İran'da, Irak'ta, Suriye'de gayet müslüman olan ancak Türkçeyi unutmuş, Araplaşmış ya da Farslaşmış milyonlarca Türkü ne yapacağız, bu inanışa göre meçhuldür.” “Dini eleştiren bir kitap yazsanız kitabınız yasaklanabilir, ama bütün dinleri ve dinsizliği hakaretlerle, lanetlerle değerlendiren Kuran yasaklanmaz.” Güzel iki dipnot: “Bundan hareketle, "Türkler o kadar namuslu, doğrucu insanlardır ki şahit olmadıkları olaylar için ayrı bir zaman çekimine ihtiyaç duymuşlardır" diyebilir miyiz? Neden olmasın.” “Hukuk kaideleri bireylerin işine öyle geldiği için yaratılabilir ve bu da bir defa oturduğu zaman, kültürü şekillendirmeye başlar. Herhâlde en güzel örnek, kilisenin Avrupa'da kadınların miras almasını desteklemesidir. Zira bu sayede dul kadınların terekesinin kiliseye kalma ihtimali artıyordu. Kültürel bir sebepten değil, siyasi bir hamleden, bir çıkar arayışından kaynaklanan bu hukuki durum, daha sonra Avrupa kültüründe kadının konumuna tesir edecektir.” Kimlik edinme vasıtalarından bir diğeri olan dil bölümünde, dilin kuvveti üzerine şöyle bir örnek paylaşılıyor: “Elizabeth Loftus ve John Palmer, kullanılan dilin insanın hatıralarını bile değiştirebileceğini gösteren bir deney hazırlamışlar. (Loftus ve Palmer 1974) Bir grup öğrenciye, iki arabanın çarpıştığı görüntüler izletmişler. Öğrencilere daha sonra, "İki araba çarpıştığında hızları sizce ortalama kaç km idi?" diye sormuşlar. Ancak bazı öğrencilere "iki araba kafa kafaya girdiğinde, "iki araba birbirine vurduğunda", "iki araba birbirine değdiğinde" gibi farklı tabirler kullanarak sormuşlar. Beklendiği gibi, abartılı ifadelerle soru sorulan öğrenciler, arabaların hızını daha yüksek tahmin etmişler, diğerleri daha yavaş. (...) Şimdi bu bilgiyle; siyasilerin kullandığı, medyanın hâkim kıldığı dilin, toplumun psikolojisini nasıl etkileyeceğini bir düşünün.” Yazarın ara ara altını çizdiği mülksüzleştirme projesinin altında yatan bir sebep şöyle anlatılıyor – buna göre, mülksüzleştirilen milletin ülkesine olan bağlılığı da düşer denilebilir - “Elizabeth Stevens çalışmasında ortaya koyuyor ki, yabani at sürüleri su birikintilerine sahip çıktıklarında, küçük bir sürü bir birikintiye daha önce ulaştı ve sahiplendiyse, büyük bir sürü gelse dahi hemen her zaman onlara baskın çıkıp kovuyorlar. (Stevens 1988) Çünkü büyük sürü ne kadar büyük olursa olsun, evrimsel olarak "önce geldiği" için şahinlik yapmaya meyyal. Bunun nedenlerinden birisi, alana yapılan yatırım olabilir.” “En fakir İngiliz, kulübesinde Kraliyetin bütün güçlerine meydan okuyabilir. Kırılgan olabilir, çatısı sallanabilir, içinden rüzgâr geçebilir, tavanından yağmur girebilir ama İngiliz Kralı giremez.” Yazar, milliyetçi oluşunun sebebini, millet olmanın faydalı olması, kitleleri harekete geçiren başarılı bir ideoloji olması etrafında şekillendiriyor: “Bu kitapta teorileştirilen milliyetçiliğin ana fikri budur: Millet olma hali faydalıdır. Milliyetçilik, millet olma halini temin ve muhafazayı amaçlar, bu faydanın peşindedir.” “Millet, en verimli cemiyet birimidir, örgütlenmeyi, iş birliğini kolaylaştırır, etkili ve sürdürülebilir kılar. Üstelik genetik dürtülerimizle uyumludur: Alt soyumuza genlerimizi miras bıraktığımız gibi, hayatta kalmalarını kolaylaştıracak sosyal uzantılarımızı da bırakmak isteriz.” “Bu fedakarlığı (savaşmak ve ölmek) ancak kendinizi yalnız hissetmiyorsanız, büyük bir anlatının, bir ortak hikâyenin parçası hissediyorsanız yapabilirsiniz. Bu bakımdan sizden önce bunu yapanların hikayelerinin anlatılması, heykellerinin dikilmesi, ölüm yıldönümlerinde onlara saygı duruşunda bulunması da önemlidir; bu sayede ilham alırsınız, moral bulursunuz.” “Ancak ortak değerleriniz, bir hikayeniz ve geleceğe dair ümidiniz varsa kalıp savaşırsınız.” “Dört başı mamur bir sistem kurmuş ve millet olma haline yönelen bir tehditle karşılaşmayan bir millet için müstakil bir milliyetçiliğe ihtiyaç yoktur. Ancak millet olma hali baltalandı hatta yok olduysa bunu yeniden-baştan tesis için, ayrıca büyük çaplı bir reformun halka benimsetilmesi için etno-sembollerle harmanlanmış bir diskur kullanan milliyetçilik şarttır.” “Ben, milliyetçiliğin "muhafaza etme" işlevini değil, "inşa etme" işlevini önemsediğim için milliyetçiyim: Milliyetçilik, basitçe etno-sembollerle inşa edilmiş bir dil kullanmak demektir ve bu dil, milletin "arzu edilen" yöne doğru gitmesini sağlar; bir tür mobilizasyon aracıdır.” Bu faydalı halin Türkiye’de bozulduğu da belirtiliyor: “Millet olmayı yitirme hali, tam olarak böyle anlarda gerçekleşir: Türkiye, insanların birbirine en az güvendiği ülkelerden biri.” “Gençlerde "iyi çalışır, iyi düşünür, iyi bir vatandaş olursan karşılığını iyi alırsın" inancı yoksa, kızlarımızın fahişe erkeklerimizin paralı asker olup dünyanın geri kalanında "kısıtlı kaynaklar için bireysel olarak mücadele etmeleri"nin önüne geçemeyiz. Geçemiyoruz da - dünyanın ilk kadın savaş pilotunu yaratan cumhuriyet, yükselmesi için bir hudut göremediği Türk kızından bugün dünyanın en ucuz ve -Arapların intikam hissiyle- en çok dalga geçilen fahişelerinin türemesine seyirci kalıyor.” Doğu ve Batı toplumları arasındaki farklar da anlatılıyor. Bunlar yüksek ve düşük bağlamlı kültürler olarak sınıflandırılıyor: “Doğulu, yüksek bağlamlı kolektif, belirsizlikten kaçınmacı toplumlarda sorumluluk diye bir şey yoktur. Dolayısıyla hak da yoktur. Başa gelen hemen her şey Allah'tan gelir, yahut atalar ruhundan, yahut cinlerden, perilerden, karmadan... O yüzden tarla sürülemediyse çiftçi kendini suçlamaz, meğer tarlanın taşı çokmuş, kara saban da çatlakmış.” “Yanan bir evden annenizi mi kurtarırsınız, eşinizi mi?" sorusuna ABD'liler ekseriyetle "eşimi" cevabını verirken, Tayvanlılar ekseriyetle "annemi" cevabı veriyor. Zira Tayvan kültüründe kolektif kimlik önemliyken, beyaz, Avrupa kökenli ABD kültüründe bireysel kimliğin daha önemli. Bu yüzden Tayvanlılar kolektif aile kimliği lehine tercihte bulunurken, ABD'liler "annemi ben seçmedim, ama eşimi ben seçtim" diyerek kendi tercihlerini önceliyorlar.” Türklerin Anadolu’ya geldikten sonra yerel halkın alt kültürü ile beslenerek değiştiği ve onlar gibi korkak ve itaatkâr olduğu söyleniyor: “Türklerin Türkistan'daki vaziyetini en iyi ifade eden tabir, İngilizce unruly sözcüğüdür - hem "yönetilemeyen, itaatsiz" anlamına gelir, hem sürekli hareket halinde, arayış içinde olduklarını belirtir. Bugünün Anadolu Türklüğünün korkunç kabullenişçi, itaatkâr, "gelen ağam, giden paşam" tarzı, fatih Türklerin kültürünü Türkleşirken alt-tabakadan örtülü olarak etkileyen Anadolu yerlileri ortak olarak şekillendirmiştir. Sürekli olarak işgal ve fetih muhatabı olan Anadolu yerlileri, asırlar hatta binyıllar içinde bu tür itaatkar ancak "sıvışık", kurnaz bir yöntem geliştirmişler ve bu sayede varlıklarını sürdürmüşlerdi - aynı hareket tarzını bugünün Türklerinde de görüyoruz.” İnsanların kişisel çıkarları peşinde koştuğu malum. Ancak kimi durumlarda, insanın kişisel çıkarı, en önde gelen fizyolojik ihtiyaçları, üreme güdüsü bile, cemiyetin yararına göz ardı edilir. Sebebi ve bir örneği şöyle gösteriliyor: “Birey aleyhine gelişen birçok müessese başlarda güvenlik, istikrar, iş bölümü gibi makul ve olumlu gerekçelerle ortaya çıkmışsa da, bir defa ortaya çıktıktan sonra kendi zihnini yaratır ve kendi devamlılığı için bireyi "başkaları için" fedakarlığa zorlar.” “Ne konsülün yetkisine ne babanın otoritesine aldırıp, emirlerimize karşı gelerek görev yerini terk edip düşmanla savaştığın ve Roma'nın gücünün şimdiye dek kaim olmasını sağlayan askeri disipline zarar verdiğin için, oğlum; bana ya cumhuriyeti ya da kendimi ve benim olanı terk etme zarureti getirdin, fakat kendi kabahatlerimizi telafi etmeyi cumhuriyetin bizim hatalarımız yüzünden ciddi bir zarar görmesine tercih ederim. Seninle ben epey acı bir mesel olacağız, ama faydalı da: gelecek nesillerin gençleri için. Hem benim çocuklarıma duyduğum fıtri sevgi, hem de senin yanlış bir gurur anlayışı yüzünden yoldan çıkarak düşmana saldırmana sebep olan yiğitlik belirtisi, senin için üzülmeme neden oluyor. Fakat konsüllerin otoritesi şimdi ya senin ölümünle sağlanacağı yahut affedilmenle ortadan kalkacağı için, zannediyorum ki sen dahi, eğer içinde benim kanımdan bir parça olsun taşıyorsan, bozmuş olduğun askeri disiplinin sana verilecek cezayla yeniden tesis edilmesini reddetmezsin. Cellat! Bu adamı direğe bağlayın!” Milletin millet olarak kalabilmesi, kurduğumuz düzenin işleyişinin devam edebilmesi için kutsallara ihtiyacımız olduğu belirtiliyor: “Kutsallar olmadığında, icat ettiğimiz ve esasında bize faydalı olan müesseselerin hiçbiri işlemez: Serbest piyasa o karikatür yamyamlığına bürünür ve hem bireyi, hem kamusal alanı işgal edip sömürür. Demokrasi bir ikonlar savaşına döner, kitleler gözü dönmüş şekilde hiçbir şirketin elde edemeyeceği kadar korkunç bir güçle zayıfı, yalnızı, farklıyı linç ederler. Hayır, uzlaşılmış kutsallar gereklidir ve tam da bu yüzden kutsaldırlar: Bir tür ilkelliğe dönüş gibi. Zira ilkel insan, en azından benim anladığım kadarıyla, hayatta kalmasını kolaylaştıran şeyleri kutsallaştırıyordu. Yeni kutsallara dini işlevler yüklemeden, onları "bilgi eksikliğinden kaynaklanan açıklanamazlığın yarattığı belirsizlik korkusunu gideren metafizik cevaplar"ın yapıtaşlarına dönüştürmeden yaratmamız gerekiyor.” Yönetim biçimleri arasında, demokrasiyi öven yazılar görülüyor: “Diğer rejimlerde de yasa vardır, ancak demokraside yalnızca yasa vardır.” “Demokrasi en doğruyu, en iyiyi seçeceğini vaat eden bir rejim değildir, yalnızca kötü tercihin daha kolay ve hızlı şekilde gönderilebilmesini temin eder.” Demokrasi içinde de yasa yapmanın zorlaştırılması gerektiği söyleniyor: “Jefferson ve diğer Amerikan kurucu babaları, yasa yapım sürecinin zorlaştırılması taraftarıdırlar. Toplumda bir konuda infial uyanabilir, hem seçmenler, hem temsicliler, bir yasanın çıkması için çok hevesli olabilirler. Ancak infialin gözü kör etmemesi için, yasa yapım süreci zorlaştırılırsa, birkaç yıla yayılırsa, heyecan sönecek, insanlar daha aklıselim düşünerek hareket edeceklerdir. Ayrıca, yasaların zor yapılması iktiadara helen her hükümetin kısa vadeli planlarla memleketin uzun vadeli akıbettini ateşe atmasını engeller. Takribi 5 yıl iktidarda kalmayı planlayan bir hükümet, asgari ücreti iki katına çıkarıp, binlerce memuru işe alabilir, bu sayede ikinci 5 yılı garanti altına alır.” Batıda yükselen Woke kültürü hakkında şöyle tespitler bulunuyor: “Roland Barthes, "faşizm ifadeyi engellemez, mecburi kılar." diyor. Dünyada yeni bir tür faşizm, Woke furyası, çeşitli ifade trazlarını mecburileştirerek özgür düşüneyece ve ifade özgürlüğüne çok daha sinsi, üstelik özgürlükçü görünümlü bir pranga vuruyor.” “Tuhaf bir saygı dini Batı'dan yayılarak bütün dünyayı ele geçiriyor, üstelik bu saygı kazanılan değil, peşinen var olması gerektiği buyurulan bir saygı. Bunun da üstüne, bütün ölçeklerde ve ölçümlerde en tepede olan Batı'nın, yukarıda zikredildiği gibi, orada olmasının nedeni saygısızlığıdır.” Çeşitli yazılarında bahsettiği, insanları hayvansal gıdalardan, yani çoğunlukla proteinden uzak tutmanın bir proje olduğu şu örneklerle anlatılıyor: “Avcı hayvanlardaki yiyecek önceliğine benzer bir şekilde, insanoğlunun evrimsel serüveninde erkek, baba, şef, avcı (...) her zaman yemede öncelikli kabul edilmiş, protein kaynağının en verimli kısımlarını uhdesine almıştır. Sürü liderinin karaciğeri kendi payı kabul etmesi gibi, besin kaynağının en besleyici kısmı her zaman otoritenindir. Bu tersten de okunabilir: Yeterli protein alıp gelişebilen, güçlenebilen sürü/grup üyeleri, lidere meydan okuyabilirler.” İslam ve Yahudilikte görünen domuz nefreti ile şöyle bir olası öncül anlatılıyor: “Yahudi literatünde ise domuza bakmak bile sorunludur. Yalnız uzak durmayı değil, nefret etmeyi emreden bir dil vardır. Eski Mısır'da domuzun evvela epey prestijli ve yaygın olan konumunu kaybedişi belki de bu nefretin evrimsel nedenidir. Domuz, besi hayvanları arasında en verimli protein kaynağıdır: Kısa sürede yavrular ve yemi ete çevirme oranı küçük ve büyükbaşlarla kıyaslanamayacak kadar yüksektir. Ancak domuz ot yemez. İnsanın tükemeyeceği bitkileri insan besinine çeviren koyun, keçi, sığır, deve gibi hayvanların aksine, insanın doğrudan rakibidir. Eski Mısır'da domuz epey yaygın ve hatta üst sınıfların özellikle tercih ettiği bir hayvandır. Ancak bir süre sonra Mısır metinlerinde "buğdayın domuzlara yem edildiği"nden şikayet eden köylüleri görmeye başlarız. Nüfus arttıkça ve sınıf farkları belirginleştikçe domuz köylülerin nefret objesi olmuştur. Onlardan daha iyi beslenen ve aristokrasinin yine onlardan daha iyi beslenmesini sağlayan bir hayvan! İbrani geleneğinin Mısır ilişkisi ile paralellik arz eden bu hikaye, Mısır'ın "alt sınıfı"nı teşkil eden Yahudilerin sınıf bilincinin bir tezahürü olarak domuzu tabulaştırmış olabilir.” Serbest piyasanın da ülke ve bireyin gelişimi için önemli olduğu, bunun sebebinin de rekabet olduğu belirtiliyor: “Sovyet bakiyesi ülkelerde hâlâ "büyük sanayi" var, söz gelimi uçak yahut roket endüstrisi çok güçlü ancak beyaz eşya yahut ev aletleri teknolojisi ve piyasası aynı manzarayı göstermiyor. Çünkü bunun için bir neden yok: Çünkü rekabet yok. Demek teknolojik gelişmenin de piyasanın "birey lehine" gelişmesinin de temel dinamiği rekabet.” Jüri sisteminin kökeni hakkında çok hoş bir paragraf da mevcut: “Magna Carta nedir peki? Soyluları ancak "denklerinden", yani soylulardan müteşekkil bir heyetin yargılayabileceğini söyleyen bir ahit. Soyluları soylular yargılayacaksa, avamı kim yargılayacak? Dengi tabii ki, avamı da avam yargılar. İşte bugün Amerika'da Anglo-Sakson hukukundan yadigâr jüri sistemi varsa, köklerini ta Normanların İngiltere'ye tanıttığı kalelere götürebiliriz.” “"Her Türk asker doğar ve başka mesleklere ekseriyetle geçim sıkıntısına düştüğü için yönelir. Ama bir savaş ihtimali doğmayagörsün, bir ayaklanma bile olsa, o vurdumduymaz köylü bir anda uyanır ve şaşırtıcı bir teşkilatlanma ve tedbirler bulma kudreti ile evet! şaşırtıcı bir vahşet sergiler. Sıradan Türk dürüst, güleryüzlü bir ruhtur, çocuklara ve hayvanlara iyi davranır, epey sabırlıdır; ama savaşçı ruhu uyandığında Hunların yahut Cengiz Kağan'ın savaşçılarına döner ve merhamet etmeden, kimseyi ayırmadan katleder, yakar, mahveder."
Seküler Milliyetçilik - 21. Yüzyılda Türk Milliyetçiliğinin Teorisi
Seküler Milliyetçilik - 21. Yüzyılda Türk Milliyetçiliğinin TeorisiM. Bahadırhan Dinçaslan · Yenisey · 202346 okunma
·
494 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.