Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

296 syf.
8/10 puan verdi
(Dünyanın En Eski Önyargısı – Kadından Nefretin Evrensel Tarihi) adlı kitabını okumak, bir kadın olarak içerik açısından hiç de hoş ve kolay olmadı doğrusu benim için. Ancak, hala izlerini taşıdığımız bu önyargının köklerine inmenin uyandırdığı merak ve yazarın kolay, anlaşılır ve akıcı dili, okumayı heyecanlı, keyifli ve sürükleyici hale getirdi. Mizojini; “Erkeğin kadına üstünlüğünü açıklayan düşünce ve inanç sisteminin adı” diye geçer tanımlarda. Yani hemen her gün bin bir çeşit örneklerine tanık olduğumuz ‘kadın nefreti’ ve ‘kadın düşmanlığı’nı ifade eder kısaca. Sözcük kökü Yunancadaki kadın ve nefret (gyne – misein) kelimelerinden geldiği belirtilir. İşte aslen İrlanda’lı bir gazeteci olan Jack Holland, uzun yıllar ‘mizojini’nin tarihi kökenlerini araştırarak bu çalışmalarını kitaplaştırmak istemiş. Ölüm anına kadar kitap üzerinde çalışan Holland’a bu süreçte kızı ve eşi yardımcı olmuş, ölümünden sonra da kızının ‘önsöz’ü ile yayımlanmıştır. “Babam, tarih ile ilgilenirdi ve kadınları severdi” diye söze başlayan kızı, babasını kitap yazmaya iten nedenleri “babam eşlerin, babaların, komşuların, ve ülke yönetiminde iktidarda olanların kadınlara karşı işledikleri ve halen işlemeye devam ettikleri suçların oluşturduğu akıl almaz uzunluktaki listelerin yükü altında adeta eziliyordu” diye açıklarken, yazım sırasında arkadaşlarından gelen .”Bir erkek ‘Mizojini’ hakkında neden bir kitap yazmaya istek duyar” tepkisine Holland’ın cevabının “Niçin yazmayayım? Sonuçta “Mizojini’yi erkekler doğurdu” olduğunu söyler. “Tarihin başlangıcından bu yana insanlığın bir yarısının diğer yarısı tarafından baskı altında tutulması ve insanlık onurunun elinden alınması nasıl açıklanabilir?” sorusunun peşinden giden yazar bu kitapta tüm toplumsal değişimleri, tüm bilimsel ve felsefi arayışları hiçe sayarak binlerce yıldan beri süregelen bu olgunun genlerini, nedenlerini ve sonuçlarını yansıtır okura. Yazarın kitabını adadığı onu yetiştiren/eğiten kadınların ve doğup büyüdüğü Belfast’ta tanık olduğu kadına bakışın MİZOJİNİ’yi yazmadaki etkisini duyumsarken biz, kadın bedeninin aşağılanmasının normal karşılandığı bu kentin havasını da kısaca şöyle özetler: “Erkekler, bir erkeğin köpeği tekmelemesine şiddetle karşı çıkıyor ama eşini döven bir erkeğe kimse müdahale etme sorumluluğu hissetmiyordu.” Bu duyarsızlığın garip gerekçesi de “karı-koca arasındaki ilişkinin kutsallığı”ydı elbette. İşte bu ‘kutsallığın’(!) kökenine inildiğinde ayrımcılığın yüzyıllar öncesine dayandığını, Antik Yunan ve Antik İsrail menşeili yaradılış öykülerinden ve aynı algıyla devam eden Eski Roma’ya uzanarak dönemin olaylarından örnekler vererek açıklar. Ve tabi ki dinlerin etkisine el atıp Hıristiyanlığın ortaya çıkışı ile birlikte Yahudilikten bu yana gelen kadın düşmanlığının Adem ve Havva miti ile de perçinlenerek mizojininin geçirdiği dönüşümleri İncil ve Tevrat’tan örnekler vererek anlatır. O dönemdeki bu nefretin nedenini ve boyutunu Roma- Katolik kilisesinin kurucularından Tertullian’ın şu sözlerinden daha iyi anlayabiliriz sanırım. “Şeytanı davet eden sensin! O ağacın mührünü de sen çaldın. Tanrı’nın buyruğunu hiçe sayan sensin, şeytanın yaklaşamadığı kimseleri uyuşturan da sen. Tanrı’nın yeryüzündeki görünümü olan erkeği de kolayca sen yere vurdun!” Gerek dil, gerek edimler yoluyla kadının değersiz ve kimliksiz hale getirildiğini söyleyen yazar, mevcut nefretin sağlıksız bir arzuya dayandığını şöyle belirtir: “Belli bir nefret eyleminin kökeninde ister ırk, ister din, ister siyaset ya da doğa motifi olsun, hemen daima bir çatışma bulunuyor. Ama insanın birbirine karşı duyduğu nefretin bütün türlerinden farklı olarak sadece ‘kadın düşmanlığı’nda bulunan temel güdü, aslında erkeğin kadına, kadının da erkeğe karşı duyduğu arzu. Burada nefret ile arzu garip bir biçimde iç içe geçmiş durumda. Bu nedenle kadına düşmanlık, böylesine karmaşık bir olgu. Bu konunun temelinde önce erkeğin kendi içindeki çatışma yatıyor ve çoğu kez erkek bu çatışmanın farkında bile değil.” Tarih boyunca bunun böyle görüldüğünü, nefretle arzunun iç içe geçerek şiddeti doğurduğunu söyler Holland. Oysa, kendisiyle çatışan ve bunun farkında olmayan erkek, tarihsel geleneklere sırtını dayayarak kadını şeytanlaştırma gibi bir yanılgıya düştüğünü ve bu yanılgının din, devlet, aile ve hatta sanat ve bilim eliyle sürdürülmeye devam ettiğini belirtir. Holland’a göre; Eski Yunan ve Roma İmparatorluğu’na kadar kadın özgürlüğü veya eşitliğinden dönem dönem bahsetmek mümkünse de, özellikle bu dönemlerde kadına yönelik nefret ve ayrımcılığın tohumları köklü bir şekilde atılır ve cinsiyetler arası çatışma hızla yol alır. Kadın düşmanlığının kurumsallaşıp insanların bilinçaltına ‘şeytan kadın’ yerleştirilerek bugünlere kadar gelen aşağılanmanın, nefretin, hatta cinayetlerin alt yapısı oluşturulur. Bir düşün insanı Aristoteles’in bütün zamanların kadından nefret eden en acımasız düşünür olmasına yol açan şu bakış açısı yaklaşık iki bin yıl hüküm sürdüğü belirtilse de kitapta, halen izlerine bugün de tanık olmaz mıyız? Der ki Aristoteles bir eserinde “Erkeğin kadına karşı doğadan gelen bir üstünlüğü vardır. Biri hükmeden, diğeri ise hükmedilendir. Bu iki farklı erek, zorunlu olarak iki insan cinsiyetinin bütün kuşakları için geçerlidir.” Aristoteles’in bu kuramına göre erkeğin tohumu, ruhun ve aklın taşıyıcısıdır ve aslında erişkin insanın bütün yeteneklerini içinde barındırır. Erkek tohumunun yerleştiği kadında ise sadece beslenme ile ilgili özler vardır. Burada erkekliğin etken ilkesi devinme, kadınlığın edilgen ilkesi ise devinilmedir. Çocuk, bütün yapısal yeteneklerini ancak oğlansa geliştirebilir. Kadının bedeninde alışılmıştan daha güçlü bir cinsel salgılama ‘soğuk bir direnme gücü’ oluşmuşsa, o zaman doğan çocukta insana özgü gizli gücünü tam geliştiremez ve o kız çocuğu olur. Yani Aristoteles’e ve o dönemdeki yaygın anlayışa göre “kadının aslında başarısız, sakat doğmuş bir erkek” olduğu savıdır. Diğer taraftan insanlık tarihi boyunca ‘kadın bedeni’ üzerinden üretilen siyaseti anlatırken Holland, Eski Yunan’da ve Roma döneminde yaşam hakkı elinden alınan, sistem altında ezilen ve sonrasında yaratılan ‘cadı avı’ndan örnekler vererek düşmanlığın boyutlarını gözler önüne serer. En ufak başkaldırının büyük bir şiddetle bastırıldığı bu dönemde de öne sürülen tek gerekçe, bugün hala bize hiç de yabancı olmayan hafifletici nedenler(!) olarak göze çarpar. Çünkü cezalandırılan kadınlar ‘fahişe’ olarak yaftalanmakta ve ‘namus’ sadece kadınlara ait bir olgu olarak algılanmakta/algılatılmaktadır. Ve Yahudilik ve Hıristiyanlıkla desteklenen bu anlayış, kadının “günah keçisi” ve “iblis” olarak nitelenip ‘yaşam dışına itilmesine’ neden oluşturur. Yazar, tarihsel süreçte kadına bakışı anlatırken zaman zaman bu bakışın ‘İlahlaştırma ya da Şeytanlaştırma’ uçlarında dolaştığından da bahseder. Ancak, her iki durumda da kadının insanlıktan uzaklaştırıldığının altını çizer. Çünkü her ikisi de kadının ‘insan’ varlığını reddeden bir anlayışa sahiptir. ‘Meryem’in İsa’yı bakire olarak doğurması’ mitinin kabulü ve Meryem’in kutsallaştırılması, uzun tartışmalardan sonra ancak “ilişki sırasında kadının zevk almamış olması” sanısıyla mümkün olabildiğinden bahseder. Öte yandan Atina’nın en ünlü hatiplerinden Demosthenes’in “Zevklerimiz için hetairalarımız, günlük ihtiyaçlarımız için cariyelerimiz ve bize meşru çocuklar verip, ev işlerini yapmak için karılarımız var.” sözüyle yaptığı kadının iffetini cinsiyetsizlikle bağdaştıran sınıflandırmanın, kadını insanlık vasıflarından uzaklaştırmak için günümüze kadar kullanıldığını belirtir. Tüm resmi eğitim kurumlarının kadına kapatılarak, yaşamı boyunca bir erkeğin vesayetinde kalmasına neden olan anlayışın altında yatan kadın korkusunu zamanın filozoflarından Demokritos’un “Bir kadın düşünmeyi öğrenmemeli çünkü bu kötü sonuçlar doğurur” cümlesinde görmek mümkün. Bu korku nedeniyle ki, o dönemde ve halen ergenlik çağına erişen genç kızlar kendilerinden en az iki kat daha yaşlı erkeklerle evlendiriliyor, büyük yaş farkı, yaşam deneyimlerinin azlığı ve eğitimdeki noksanlıklar kadınların doğuştan gelen aşağılık duygularını güçlendiriyor ve bu anlayışın kadınlar tarafından da içselleştirilmesi sağlanarak herhangi bir başkaldırının önü kesiliyor(du). ‘Kadına nefret’ süreci Rönesans ve Reform dönemi ile biraz sarsılmış, o zamanki sanat anlayışı, felsefesi, bilimi ve sosyal hayatı ile daha insani bir söylem ortaya çıkmış, kilise ve devlet önceki döneme göre kadınların hayatından biraz daha geriye gitmiş, kadın edebiyat ve sanatta biraz daha yer bulmaya başlamış olsa da bu kadar değişen toplum yapısı ve anlayışına rağmen ne o dönemde ne de bugün ‘kadın ve namus’ anlayışı insanların zihninde ‘çıkarılamayan bir leke’ olarak hala yerinde kalmaya devam etmiştir ne yazık ki! Holland kadına bakış açısını ağırlıklı olarak Batı’dan örnekler vererek anlatsa da, belki de bu bakışın daha şiddetlisini yaşayan Asya, Afrika, Ortadoğu’dan da bahseder. Dul kadınların yakıldığı kız bebeklerin öldürüldüğü Hindistan’dan, kız çocukların sünnet edildiği Afrika’dan, cinsel şiddete uğrayan ve bunun olağan görüldüğü Asya ve Ortadoğu’dan ve çok eski dönemlerden itibaren pek çok kültürde tabulaştırılan kadınların ‘adet görmesi’ ile ilgili gücün sınırlandırılmasından örnekler vererek mizojininin tüm dünyayı saran bir virüs olduğunu gözler önüne serer. Holland’a göre “edepli” hayatlardan cinselliğin ve erotizmin kovulup kadınların ‘kırılgan doğalarını’ resmetme uğraşısı mizojininin tüm örneklerinin üstüne tüy dikmektedir. Yazar, kadına yönelik nefret söyleminin gelişen çağa rağmen her daim kendine yeni gerekçeler yaratarak devam ettiğini belirtir. Yakın tarihte tanık olduğumuz Bosna Savaşı sırasında Sırpların kadınlara uyguladığı şiddetin hafif cezalarla geçiştirilmesini dönemin koşulları olarak açıklanmasını örnek verir. Mizojinin aslında kadını tamamen kişiliksizleştirmeyi amaçladığı, erkeklerin kadını ‘öteki’ ya da ‘ben olmayan’ şeklinde hastalıklı bir tanımla din ve devlet eliyle bunu sürdürdüğünü Kilise ve Taliban örnekleri ile anlatır. Ve işin en acı tarafı belki de bugün bile düşün adamı olarak görüşlerine saygı duyduğumuz birçok düşünürün konu kadınlar olduğunda insanı hayal kırıklığına uğratan görüşleri ile bu anlayışı desteklemeleri. Holland, bir yandan ‘Mizojini’nin tarihsel boyutunu gözler önüne sererken diğer taraftan kadınların bu ayrımcılık ve şiddetle mücadelesini de anlatır. Kaplumbağa hızı ile yol alabildiğini gördüğümüz ‘kadın düşmanlığı’nda eğer dünyanın bazı bölgelerinde bu satırlar yazılabilir hale gelmişse, bu konuda bedel ödemiş pek çok kadının direnişi ve mücadelesi ile olmuştur. “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” vesilesi ile bu kadınlara bir kez daha ‘selam olsun’ demek biz kadınların borcudur diye düşünürüm. Çünkü, zihinde başlayıp dilde devam eden ve eylemle en üst seviyeye ulaşan mizojinin, neredeyse insanın varlığı ile başlayan bu nefretin hangi koşullarda olursa olsun bu kadar sürdürebilir olmasının en büyük nedeni ve belki de en acı tarafı bu anlayışa açık veya gizli destek vermiş birçok kadının var olması veya sessizliği ile kabullenişidir. Toplumsal anlamda sadece bugünün değil dünün ve halen görülüyor ki, geleceğin problemi olmaya devam edecek bu sorunu anlamak için insanlara bir fırsat sunan yazar, genellikle Avrupa tarihi üzerinde araştırmalarını yoğunlaştırmış, İslamiyet ve bu dinin yaygın olduğu toplumlardan daha az örnekler vermiştir. Belki ölümü nedeniyle daha kapsamlı bir araştırma yapma imkanı kalmadığından belki de uzak bir kültür olmasının yarattığı bu eksiklik kitabın ‘evrensel’ tarihini biraz tartışılır yapsa da yine de ayrımcılığa savaş açan Holland’ın bu eseri “cinsel şiddete uğrayan, aşağılanan ve eşitlik mücadelesi küçümsenen kadınların çabalarına ve onuruna yönelik bir saygı duruşu” tanımlamasını hak ediyor bence de.
Mizojini - Dünyanın En Eski Önyargısı
Mizojini - Dünyanın En Eski ÖnyargısıJack Holland · İmge Yayınları · 2019292 okunma
·
198 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.