Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Bilim seli mi bilimsel mi?
Tolkien'in yaşamı boyunca sanayi ve sanayileşme düşmanı olduğunu söylersem abartmış olmam. Otomobillerden hazzetmediğini, bisiklet kullandığını, bahçesine özen gösterdiğini, hatta bahçesinden topladığı ürünleri sofrasında kullandığını biliyorum. Alegoriden içten yüreklilikle hoşlanmadığını söylediyse de, dikkatli okuyucuları yukarıda bahsettiğim ve zikretmeyeceğim başkaca eğilimlerini de metinlerinden yakalamışlardır. Onun sanayileşme ve sömürgeciliğin ana vatanında, coğrafyasının geleneksel değerlerine bağlı kalarak ve iyi bir hristiyan olarak yaşamaya gayret etmesine şaşan, hatta bunları ona yakıştırmayanlar da az değil. Bu girizgah nereden çıktı şimdi? Tolkien'den ve endüstriyalizm karşıtlığından bahsedişimin sebepleri yazının devamında aşikar olacaklar. Bugüne, memlekete döneyim. Yakın zamanda, bilimin seküler nuruyla alev alev parlayan bir vatandaşın, ülkenin bir takım muhafazakarlarını ikiyüzlülük ve nankörlükle suçladığını gördüm. Aslında suçladığı insanların çok belirgin bir çerçevesi yok. Muhafazakar olmadığım halde ben de payımı aldım. Kısa ömrüm boyunca şablon zihinlerin, şablon diskurlarla benzer suçlamalar yönelttiklerini sıkça gördüm, işittim. Suçlamanın ana hattını teşkil eden düşüncesi şuydu vatandaşın: bilimsel bilginin sürahisinden bardaklarını dolduruyor, bilimsel bilgi ortaya koyan sayısız bilim insanın emekleri neticesinde konforlu hayatlar yaşıyor, ancak iş, bu yolları açan bilimsel teorilere "inanmaya" geldiğinde, ikiyüzlü bir tavır takınıyormuş insanlar. Teorilere inanmıyorlarmış. Bilimden söz ediyor oysa. Bilmek, biliş, bilişim, bilgi, bilge, bilici, bilim... İster istemez soruyor insan, inanmak nereden çıktı ? Hangi medyumla aktarılırsa aktarılsın, kendine ait olmayan araç gereçlerle, yani başkalarının deney ve gözlemleri vasıtasıyla gerçeklere ulaştığını var sayan, söz konusu deney ve gözlemleriyse insanlığın ortak kazanımı olarak kabul eden bir şablon zihin var. Okuyarak, dinleyerek ya da izleyerek ulaştığı, bir başka deneyen ve gözlemleyenin deneyimini, gözlemini kendine ait gören, bizzat sınamadığı bilgilerin, kümülatif bilişlerin yüküyle -bilgi yüktür- aydınlandığını ve ilerlediğini düşünen zihin. Oysa düşünen bilir ki, insan olarak adlandırdığımız memelilerin yekünü hiçbir zaman aynı ilerleme tasavvuruna sahip olmadı. Olmaları da mümkün değil. Gözlemlediğim kadarıyla, kendileri bizzat deney ve gözlemden uzak bu insanların bilme itkilerini besleyen duygu, çoğunlukla korku. Oysa deney ya da gözlem usulüne sahip bilim insanlarının ana itkileri çeşitliyse de en baskını hep merak olmuştur. Korkunun sebepleri muhtelif fakat en belirgininin çağ ile uyum yakalayamama kaygısı olduğu aşikar. Türkiye pozitivizmin ana vatanı olmadığı için, üstüne üstlük pozitivist coğrafyanın tek dişi kalmış canavarları tarafından çok değil 100 küsür yıl önce işgale uğradığı için söz konusu kaygı bir de kompleksle kuvvetleniyor. Bu insanlar inanma dürtülerini fark ettiklerindeyse, daha fazla korku duyuyor ve bilim seline kapılıyorlar. Çeşitli kutsal metinlerin ilahilik iddialarını çeşitli şekillerde alaya alanlarda bu şablon aklı daha net seçebiliyorum. Bu aklın adına bilimperest akıl diyorum. Yaratıcıya iman ettiklerini; giydikleriyle giymedikleriyle, içtikleri içmedikleriyle, yedikleri yemedikleriyle, okuduklarıyla ve okumadıklarıyla ifade eden sayısız semitik din takipçileri/put avcıları kendi çağlarının putperestleri olduklarının nasıl farkında değillerse, bilimperest de değillemek için çırpındığı Tanrı düşüncesini beslediğinin farkında değil. Muzip bir misal olacak; o ya da bu sebepten penisi uyarılan bir adamın cemiyette kabul edilen normların dışına çıkacağı korkusuyla veya utanma duygusuyla ereksiyonunu eliyle gizlemeye çalışması ve sürtünmenin penisini söndürmeyip daha da dikleştirmesi gibi bir durum... Evrimin; ilahi addedileni ya da yaratılışı değilleyen bir olgu olduğuna dair ısrarlı vurgulayışın bir çeşit sinyalcilik, sinyalcilerinin de kesin inançlılar tarikatının başka bir kolu olduğunu düşünüyorum. Vis versa. Hoffer'in çerçevesini çizdiği bu tarikatı, şimdiye kadar okuduğum çeşit çeşit kutsal metinlerin tarif etmiş oluşunda da derin bir ironi olduğunu düşünüyorum. Değilleme uğraşının beyhudeliği ve görünen yüzeyinin altında saklanan korku hep dikkatimi çekti. Bana öyle geliyor ki; insan, biliyor ya da inanıyor olsun fark etmeksizin, sarıldıklarını gerçek bellemek durumunda ve sarıldığı söz konusu gerçeklerin (ya da muhayyel gerçeklerin) bir şeyleri değillemesine ihtiyaç duymakta. Bunu itkileyen ana unsurun korku olduğuna eminim. Bilimsel bilginin sürahisini ve doldurduğu bardakları, o bardakların muhtevasını ve içenleri düşünelim. Tanrı ya da tanrılar, mabedlere kilitlendiklerinden bu yana, yağmuru yaratıcının rahmeti, gök gürültüsü ve şimşekleri Çakkay Han'ın (Altay mitolojisinden bir beyefendi) öfkesi olarak nitelemek, özellikle çağa uymama konusunda kaygı taşıyanlar nezdinde, kollektif hafızadaki hoş masalları yad etmek gibi bir kisveye büründü. Batı aydınlanmasının en net aydınlattığı alan, ister metafizikle olsun, ister bilimsel bilgiyle, insan adlı varlığın korkularını giderme mekanizmasındaki hayatiyet oldu. Pis kokulu neftin çıkarılıp kullanılmaya başlanmasından bu yana yaklaşık iki yüz yıl geçtiyse de yaşadığımız çağın imzaları değişmedi. Petrol. Elektrik. Bilim. Konfor. Konfor tabirinin, anlamı "teselli etmek, rahatlatmak" olan Fransızca conforter fiilinden türetilmiş olduğunu belirttiğim takdirde zihninizde "sistem"e dair bir örüntü daha rahat oluşacaktır. Türkiye olarak son otuz yılda yeni imzalarla da tanıştık. Refah memleketi olmadığımız için görece geç tanıştık bazılarıyla. Wellness endüstrisi bunlardan biri. Pekala ben bilimsel bilgiden faydalanıp, konforlu bir hayat yaşarken nasıl iki yüzlü oldum? Şöyle: Makinalar, yüksek yapılar ve plastikle dolu olan hayattan, bir salgınla ya da komşu kavmin işgaliyle otuzumda ölmediğim fakat ruh hastalıklarıyla, türlü manyaklıklarla, tabiattan uzak, yetmişime, seksenime kadar yaşadığım ve bu sırada sistemin devamını sağlayan öteki payandalarla uyum içerisinde, uysal bir tüketici olarak bu dünyadan gelip geçtiğim bir hayatı istemediğim için. Bunlara yer yer bilinç düzeyinde, yer yer aksiyonla direndiğim için. Ya da bu şablon hayatın bazı yönlerini terk ettiğim için. Daha neler neler... Atina'nın, Roma'nın senatolarından çıkan demokrasi mi dersiniz? Öjeni mi? Fransız Devrimi mi? Endüstri devrimi mi? British Commonwealth'i mi? USA mi? İnsan hakları evrensel bildirgesi mi? Buzdolabı mı? Mısır gevreği mi? USSR mı? Üçüncü Reich mı? NASA mı? Manhattan Projesi? Apollo görevi? Psikiyatri mi? Megakentler mi? Süpermarketler mi? Hastanelerde verilen ''yaşam savaş''ları mı? Aşılar mı? Dokunmatik ekran mı? Otomasyon mu? Nintendo? Discman? Pop? İnternet? Yapay zeka? Post apokalips temalı sanat ürünleri? Bilimsel bilginin yol verdiği "konfor"u talep ettiğimi hatırlamıyorum. Atalarıma kıyasla hayatımı kolaylaştırdığı söylenen, konfor boca eden nimetlerine karşın bilime nankörlük ettiğim söyleniyor. Ben şahsen diyorum ki, lanet olsun hayatı kolaylaştıran bütün dişlilere, çarklılara, makinalara, köprülere, taşıtlara ve bilimsel teorilere. Kafasını kıçından çıkarabilenin açıklıkla görebileceği üzere; bilim selinde boğuluyor dünya. Ezilenler -ya da seçkin olmak peşindekiler- ise refah ülkelerinin sakinleri gibi yaşamak uğruna, ezenlerin ezgilerine göbek atıyor. İyi ya da kötü bir ilerleme tasavvuruna sahip olmadan, ''biz de bilelim, geri kalmayalım'' pornosu izleyerek mastürbasyon yapmaktır bu. Ve hatta kendi toplumlunun üstüne boşalmaktır. Sıkça dile getirmeyi alışkanlık haline getirdiğim bir sözüm var. Şöyle; Türkçe'de ne mania, ne psikoz ne de nevroz var, ne de bu kavramları karşılayabilecek tarihsel deneyim var. Kendilerini ve bizi hasta edenlerin tasnif, teşhis ve tedavilerine bıraktık kendimizi Doğu'nun bütün milletleri gibi. Öte yandan bizi hasta edenlerin hastalıkları da aşikar oldu, hep beraber küresel küresel çürüyoruz. Birileri de hastalığı yayanların şakşakçılığını yapıyor utanmadan. Deney ve gözlemlerimizin neticelerine değil, Toprak Ana'ya tecavüz eden sömürgecilerin deney ve gözlemlerinin kümülatif bilişlerine ''bilim'' der olmuşuz. Bundan daha iğrenç bir şey olmasa gerek. Sonra utanmadan, yüzü kızarmadan, tüm bu cehennem temaşasını yaratan serüvenin bir yerlerine bizim medeniyetimizi ekleyip kendini avutunlar çıkıyor ortaya. "Batı x'i, y'yi Doğu'dan öğrenmeseydi, z'yi ortaya çıkaramazdı" filan falan... Ezikliğe, aşağılık psikolojisinin derinliğine bakar mısınız? İnsanlığın ortak mirası batsın. Ahalinin geleneğini, inancını alaya alan, aşağılayanlar ise ellerine güya bilim sopasını almışlar vuruyorlar. İşin trajik yanı, tuttukları sopa kendilerine ait değil. Nitekim bilim dediğimiz; zihinlerde tasarlanan, mutasavver yapının aletleriyle, çelik zırhlı duvarlarıyla çok uzak geçmişte değil, yüz küsür yıl önce anamızı ağlattılar. Batı ufkundaki duvarın çelik zırhına boşuna dikkat çekmedi Akif. Çelik şüphesiz ki sanayi demektir. Sanayi ise doğanın bağrını sançan hançerdir. Jackson-Tolkien rabıtasının ürünü, Tolkien'in kaleminden, Legendarium'undan çıkmış gibi duran mühim bir replik vardı İki Kule'de, Saruman tarafından söylenen: "Kadim dünya sanayi ateşiyle yanacak. Ormanlar düşecek. Yeni bir düzen yükselecek. Savaş makinemizi kılıçlarla, mızraklarla ve orkların çelik yumruklarıyla süreceğiz." Rahmetlinin, yarattığı kurgu evrende, dünyayı ve içindeki mahlukları ifsad eden güçleri diğerlerinden ayırırken ortaya koyduğu en belirgin farklılık, yani müfsidleri keskin bir şekilde ötekilerden ayıran unsur, tabiatla olan ilişkilerinin mahiyetidir. En başta gelen Melkor, yaratımın sırrına vakıf olamamaktan ötürü duyduğu hınçla bozgunculuk yapar. Yaratamamak kendisine öyle ağır gelir ki, yaratılanları bozar ve dönüştürür. Misal, İlluvatar'ın en latif yaratısı olan elfleri orklara dönüştürür. "Güzel"i bozmak, kirletmek yegane dürtüsü haline gelir. Ormanlar düşer ve endüstri ateşi yakılır. Bilimin yalazladığı, endüstri ateşinin aydınlattığı dünyamıza geri döneyim. İster istemez şu aklıma geliyor. Bugünün laboratuar önlüklüleriyle, jeoloji, biyoloji, kimya, fizik ve sair alanlarda mesai harcayanlarıyla, geleceğin dünyasında; bizden önceki büyücülerle, druidlerle, şamanlarla, kahinlerle, -bugünlerde imamlarla, hahamlarla, rahiplerle-, dalga geçildiği gibi dalga geçilmeyeceğini, alay edilmeyeceğini kim bilebilir? Yeni olan her şey, her eskiyi değilleyemeceği gibi, eski olan her yeninin önünde engel olmak zorunda değildir. Ancak unutmamak lazımdır ki, kısıtlı ömürlerimiz; tarih yatağı dediğimiz deryaya akan küçücük birer akarsudur. İster istemez soruyorum, çünkü canım yanıyor. Yok mu bir hakem? Bu kısır döngüyü bozacak, bu kazananı olmayan savaşı durduracak biri ya da birileri? Vuruşanlar bilmenin ya da inanmanın sarhoşluğuyla öyle kendilerinden geçmişler ki, silahlarını bir an olsun ellerinden bırakıp ne yaptıklarını düşünmüyorlar. Kim ne yapsın? Şahsen primatlarla aramızdaki akrabalıktan şeref duyuyor, ancak kendimi su semenderlerine daha yakın hissediyorum. Ve tüm bu garabetin üstünde, köklerime, soyuma baktığımda; kitaplarda boğulanlara, bilim seline kapılanlara, korkuyu besleyen ve korkudan beslenenlere kırbaç olmak için doğduğumu fark ediyorum atalarım gibi.
··
239 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.