Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

256 syf.
8/10 puan verdi
·
Beğendi
·
16 günde okudu
UYARI! BU YAZI AŞIRI DERECEDE SPOILER İÇEREN BİR ELEŞTİRİ YAZISIDIR!
HİÇ YAŞLANMAYAN ADAM Oscar Wilde’in ilk ve tek romanı olma özelliği taşıyan Dorian Gray’in portresi 1890 yılında, adını benim gibi tıp öğrencilerinin yakından tanıdığını düşündüğüm Lippincott’un aylık dergisinde tefrika edilmeye başlandı. Dönemin şartlarını düşündüğümüzde bu kadar direkt olarak ‘ahlaksız’ bir kitap yazmak İngiliz basınını çıldırtmıştı. Böyle bir eseri asla edebi bir eser olarak görmüyorlar ve Wilde’a karşı olabilecek en acımasız eleştirileri yapıyorlardı. Tahmin edersiniz ki bir kişi bir durum hakkında çok fazla bağırıyorsa muhakkak eleştirdiği özelliğe aynen sahiptir. İşte bu yüzden Dorian Gray’in Viktorya Dönemi İngiltere’sini bu kadar açıkça ve bütün günahlarıyla ortaya dökmesi İngilizler tarafından olumlu karşılanmadı zira eser Amerika ve İngiltere’de eş zamanlı yayınlanıyordu. Artık İngilizler ne düşündüler bilemiyorum ama karakterlerindeki bu iğrenç kokuşmuşluk bütün dünya tarafından duyulacağından muhtemelen utanmışlardır. Korkunç bir baskı altında olan Wilde, bunca ağır eleştiriye rağmen eserin yayımlanmaya başlamasından bir sene sonra eseri bir kitap altında topladı ve bir önsöz ekleyerek dünyaya sundu. Bu dönem insanın ahlaki ikiyüzlülüğünün mükemmel bir örneği olan bu eserde, işte bu noktada Oscar Wilde’in düşünce yapısını anlamamızı kolaylaştıracak bir şey vardı. Wilde, önsözde sanatın özünün ahlakdışı olduğunu ve Dorian Gray’de herkesin kendi günahını bulacağını söylüyordu. Ne kadar doğru bir yorum bilemiyorum, o dönem hiç mi içinde iyilik olan bir insan yaşamıyordu? Kitapta Basil Hallward olarak geçen karakter ne kadar saf bir kalbe sahip değil mi? Değil. Peki kötü insanlar gerçekten çok mu kötüydü, içleri çürümüş pis meyveler gibi miydiler? Kitapta Lord Henry olarak karşımıza çıkan karakter nasıl da bir tiksinme uyandırdı hepimizde! Onun konuşmalarını okurken bile katlanamadım. Satırlarca, paragraflarca kendi iğrenç düşüncelerini karşısındaki masum kişilere ve hatta bize empoze etmeye çalışırken ne kadar acınası, ne kadar kötü biri canlanıyordu gözümde! Peki, Lord Henry’ye bu kadar kin beslerken Dorian’ı haklı bulmam, Basil’e ise üzülmekten ciğerimin parçalanması normal mi? Eh,toy ve basit bir genç okur gözüyle okursam elbette böyle duygulara sahip olmam normal. Peki ya durup düşündüğümüzde bu karakterler bize ne anlatmak istiyor? “Sanatçı güzel şeylerin yaratıcısıdır. Sanatı açığa çıkartmak ve sanatçıyı gizlemek sanatçının amacıdır.” diyor Wilde önsözde. Sizce gerçekten kendini gizledi mi? Önsözü yazarken ne düşündü bilemiyorum ama gerçekten sanat anlayışını kendini geri planda tutup kendi deyişiyle “gizlemek” üzere kurmuş olsa bile eserin her detayında kendi motifleri var. Bütün psikolojisini, dönemdeki toplumun sosyolojisiyle harmanlayarak önümüze bir şaheser olarak sunuyor. “Bütün sanat eserleri oldukça gereksizdirler” diyor kendisi fakat bize bıraktığı bu eser muhtemelen dünyanın sonuna kadar okunacak ve takdir edilecek. Gülseren Budayıcıoğlu’nun da dediği gibi “Güzel olan her şey hafiften bir saygı uyandırır.” O yüzden şu an yaşadığımız bu çok baskıcı, zorba ve bağnaz dönemde bile Dorian’ın dışındaki aldatmacalı renklerle boyanmış pislikten ziyade içindeki anlamı aramalıyız. Peki ne diyor bu anlam? Wilde neyi, ne şekilde anlatmak istiyor? “Basil Hallward, olduğumu sandığım kişidir. Lord Henry, insanların ben sandığı kişidir, Dorian ise belki başka çağda benim olmak istediğim kişidir.” Bu sözleriyle kendisinin yukarıda alıntıladığım sanat anlayışını çürütmüş oluyor. Yine aynı cümlelerle kendi kişilik çatışmasını da gözler önüne seriyor. Bu cümlelerde psikolojiyle az çok bir geçmişi olan kişilerin anlayacağı gibi Freud’un temelini oluşturduğu psikanalitik kuramın üç temel ögesi olan id, ego ve süperegodan bahsediyordu. Bu eser ve Freud’un kuramının aynı senelerde çıkmış olması ise insanı sorgulatıyor. Id (Dorian Gray) dürtüsel, ilkel, haz odaklıydı. Süperego (Basil Hallward) ise ahlaki olan yönümüzü temsil ediyordu. Süperego toplumsal kurallara göre hareket etmemizi sağlar, rehberlik eder bize. Ego (Lord Henry) gerçeklik ilkesidir fakat çoğu zaman idden gelen dürtülerin uygun zaman ve yerde tatmin edilmesine izin verir. Kitabın başından sonuna dek Dorian’ın geçmişinden gelen sevgisiz ve ilgisiz yetiştirilmesinin olumsuz sonuçlarını çok net görüyoruz aslında. En başında babasının bütün bir toplum tarafından onaylanmamış olması, ardından onu sevmeyen dedesi tarafından yetiştirilmesi Dorian’ı ilkel ve dürtüsel bir insan haline getirmiş. Zamanla kendi kabuğuna çekilmesi ve dış dünyaya karşı duyarsızlaşması işte bundan. Freud’un dediği gibi geçmişi sürekli karşısına çıkıyor ve karakterinin temelini oluşturuyordu. Sibyl Vane’e karşı duyduğu garip ve yoğun aşk da işte bu geçmişten geliyordu. Sibyl Vane, Dorian’dan çok daha alt kesimden uyduruk bir tiyatro oyuncusuydu. Peki nasıl oldu da, dizilerde gördüğümüzde eleştirdiğimiz bu fakir kız-zengin oğlan aşkı oluştu? Dorian, kitapta bunu Sibyl benim için bahar rüzgarı gibiydi. Her esişinde farklı çiçek kokuları getirirdi, benzeri cümlelerle açıklıyor. Bir gün Juliet, bir gün Ofelya, başka bir gün ise Emilia oluyordu genç kız. Dorian susuz bir ağaç gibi bütün kökleriyle Sibyl’e sarılmış, onu hayatının merkezi yapmıştı fakat bir anda kızın sahnedeki ışığını kaybettiği ve basit, yeteneksiz bir tiyatrocuya dönüştüğü iddiasıyla Sibyl’i terk etmişti. Bu durum Freud’un kuramında bulunan bilinçaltı kavramının açığa çıkmasıyla ilişkilendirilmelidir. Pek tabi genç ve heyecanlı olan Sibyl, gerçek aşkı tattığı için aşık rolleri hakkıyla oynayamadığını iddia etti ve Dorian’ın eteklerine yapıştı. Dorian durmadı ve onu terk etti, bunun üstüne Sibyl intihar etti. Eserin benim için en etkileyici paragrafları buradaydı. Sibyl’in bu kadar çaresiz ve ezik duruşu utanç vericiydi fakat Dorian’ın bir anda bu kadar kaba olması ne ile açıklanırdı? Bilinçdışı, bilincin kontrolü altındaydı ve bumerang gibi attıkça geri dönüyordu. Gülseren Budayıcıoğlu kitaplarında defalarca kişilerin çocukluklarında yaşadıklarını tekrar yaşatacak kişileri arayıp özenle bulduğundan bahsetti. Belki Dorian’ın bu tavırları, Sibyl’e olan aşkı anne ve babasının aşkının minik bir özetiydi. Peki bu ayrılık Dorian’ı nasıl etkiledi? Bu kadar katı ve kaba bir şekilde yaşadığı bu ilk ayrılık deneyiminde sonra Dorian, farkında olmadan hayatında yapacağı son içsel bakış ve kendinin farkında olma anını yaşadı. Yaptığı yanlıştı ve yarın ilk iş Sibyl’den özür dileyecekti. Bütün geceyi ayakta içsel çatışmalarla geçiştirdiği için çok geç saatte uyandı ve o zamanlarda en yakın arkadaşı olan Henry’den aldı kötü haberi. İşte bu ölüm onun hayatının en büyük dönüm noktası oldu. Daha 17’lik bir gençken tanıştığı Lord Henry zaten kişilik gelişimini olabilecek en kötü şekilde etkilemiş. Onu hastalıklı, ahlaksız ve umursamaz birine dönüştürmüştü. Şimdi ise Dorian’ı bitirecek o darbeyi vurdu. Dorian’ın yaşamakta olduğu son insani duyguyu, vicdan azabını yok etti. Sibyl’in ölümünde Dorian’ın suçu yoktu ve hatta Sibyl, aynı Juliet gibi sevgisi uğruna ölmeyi seçmişti. Keşke kadınlar benim adıma da böyle fedakarlıklar yapsaydı gibi iğrenç bir yorum dahi yaptı Lord Henry. İşte burada Henry’den o kadar tiksindim ki… Çağımızda da kendini farklı şekillere bürümüş olan kadını objeleştirmenin dik alası bu yaptığı yorum. Kadınlarla alakalı her yorumu kadını aşağılayıp değersizleştiriyor ve erkek üstünlüğünü savunuyor. Dorian da yazık yavrucuğum adamın suratına tükürüp “Fedakarlık dediğin şey kadının yaşamı!” diyemediği gibi “Bu konuyu kapatalım sevgili Henry.” dedi. Hayatı bu noktada tamamen başka bir şeye dönüştü. Yakın arkadaşları Basil’in içe dönük, sade, heyecanlı ve saf karakteri yerine Henry’nin dışa dönük, kaba, duyarsız ve baskıcı karakterini benimsemesi işte böyle oldu. Basil’in yıllar önce onu uyardığı şey başına gelmişti! Lord Henry , tanıştığı herkeste yarattığı o kötü etkiyi Dorian’da da bırakmış ve hatta ondan bir canavar yaratmıştı. Dorian artık gününü gün eden, her türlü kötülüğü yapan bir adamdı. Herkesin güzelliğine hayran olduğu adamdan, kimsenin aynı ortamda bulunmak istemediği birine dönüşmüştü. Yıllar geçiyor, Dorian amaçsızca geziyor, eğleniyor, umursamıyordu. 40 yaşını geçmişti ve hala 17 yaşındaki hali gibi görünüyordu. Peki nasıl olmuştu da hiç yaşlanmamıştı? 20 koca yıl nasıl olmuş da onda bir iki günmüş gibi bir etki yarattı? Kitabın en başında Basil’in, Dorian’ı sanatının ilhamı olarak adlandırdığını ve onun bir portresini yaptığını hatırlarsınız, Dorian ve Henry’nin tanıştığı ilk gün. İşte o gün Henry, bu portrenin hep genç kalacağı Dorian’ın ise bu güzelliğinin her geçen gün yok olacağını söylemiş ve acımıştı. Dorian ise o gün “Bu iğrenç portreden nefret ediyorum. Keşke benim yerime o yaşlansa!” demişti. Sibyl’in ölümünün ardından bu tabloda şeytani bir şey fark edip onu kullanmadığı bir odaya kilitlemiş ve evine giren birinin bu tabloyu görmesiyle alakalı anksiyeteler yaşamıştı. Neydi bu kadar korktuğu şey? Lanet gerçekleşmiş, Dorian genç kalmış, portresi ise günden güne yaşlanmış ve çirkinleşmişti. Dorian Sibyl’i ve Basil’i öldürdüğü gün portresinin gözlerinde iğrenç bir tatmin görmüştü. Zavallı Basil’in bedeni bir gün boyunca portreyle aynı odada kilitli kaldı. Ardından Dorian’ın eskiden yakın bir arkadaşı olan kimyageri zorla ikna ve hatta tehdit etmesiyle tamamen yok olmuştu. Neden öldürmüştü Basil’i? Ölüm içgüdüsü dışa dönüktü ve diğerlerine saldırmak şeklinde dışa vurulurdu. Ölme isteği ise bilinçaltında kaldı. Fakat kabuslar görüyor, bilinçaltı onu rahat bırakmıyordu üstelik garip şekilde portrede Basil kanını anımsatan parlak bir kızıllık vardı. Kimyagerin intihar etmesiyle tek bir tanık kaldığını düşünen Dorian bir gece Basil’i öldürdüğü makası porteye sapladı. Oracıkta can verdi, hizmetkarları onun cansız bedenini bulduklarında onu tanıyamadılar çünkü yerde yaşlı, çirkin bir adam yatıyordu, başucunda ise Dorian Gray’in portresi, 17 yaşında, bütün güzelliğiyle gülümsüyordu. Kitabın bütün bu kısa özeti ve basit psikanalizden sonra sorulacak çok soru kalmıyor. Freud’un kuramını kurduğu temelin aynısının Oscar Wilde’in aynı senelerde eserinin iskeletinde kullanması biraz şaşırtıcı. Peki Dorian Gray gerçekten yaşlanmıyor muydu? İnsanın yaşaması için sadece yemesi, içmesi ve eğlenmesi yeterli mi? İnsan kendini duyarsızlaştırarak ne kadar kendi olabilir ve nasıl bir hayat yaşar? Çocukluğumuz bize sürekli geri mi döner? Dorian Gray bu soruları bize soruyor, cevaplıyor ve tekrar aynı sorulara yöneltiyor bizi. Bu refleksif, yarı otobiyografik eseri okumaktan çok zevk aldım, umarım siz de bu yazıyı okurken almışsınızdır.
Dorian Gray'in Portresi
Dorian Gray'in PortresiOscar Wilde · Olympia Yayınları · 202072,6bin okunma
·
389 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.