Açıktır ki, iki tür diktatörlük vardır. Birincisi,
halkı hedef alan, azınlığın diktatörlüğü, bir
küçük grubun diktatörlüğü, Treporların ve
İgnatyevlerin diktatörlüğü. Bu tür
diktatörlüğün başında, genellikle, gizli kararlar
alan ve halkın çoğunluğunun boynundaki ipi
daraltan bir danışmanlar grubu bulunur.
Marksistler böyle bir diktatörlüğün
düşmanıdırlar ve böyle bir diktatörlüğe karşı,
bizim gürültücü anarşistlerimizden çok daha
kararlı bir şekilde ve özveri ile savaşırlar.
Bir başka tür diktatörlük ise, burjuvaziyi, azınlığı
hedef alan proleter çoğunluğun diktatörlüğü,
yığınların diktatörlüğüdür. Bu diktatörlüğün
başında, yığınlar bulunur. Burada ne bir
danışmanlar grubuna, ne de gizli kararlara yer
vardır, burada her şey açıkça, sokaklarda,
toplantılarda yapılır - çünkü bu, sokağın,
yığınların diktatörlüğüdür, bütün ezenleri hedef
alan bir diktatörlüktür.
Maksistler böyle bir diktatörlüğe "dört elle"
sarılırlar, çünkü böyle bir diktatörlük, büyük
sosyalist devrimin görkemli başlangıcıdır.
Anarşist Baylar, bu birbirlerini karşılıklı olarak
yadsıyan iki diktatörlüğü karıştırdılar: ve gülünç
duruma düştüler. Marksizmle değil, kendi
yarattıkları hayallerle savaşıyorlar, Marx ve
Engels'le değil, rahmetli Don Kişot'un kendi
zamanında yaptığı gibi, yel değirmenleriyle
savaşıyorlar.
İşte üçüncü "suçlama"nın sonu da budur.