Tevfik Fikret benim için yıkılma dönemindeki Osmanlı’nın en aydınlık taraflarından biridir. Şermin ise hem çocuk kitaplarına olan ilgimden, hem de yazarın ilerici kişiliğine daha yakından tanıklık etme arzumdan dolayı uzun zamandır okumayı arzuladığım bir eserdi.
Bugün edindiğim kitabı sindire sindire yaklaşık yarım saatte, çok samimi duygularla okudum. Özellikle çocukluğumdan anımsadığım fakat Tevfik Fikret’e ait olduğunu bilmediğim şiirlere rastlamak içimi sıcacık yaptı. Rengin, bunlardan en akılda kalıcı olanıydı. Keşke daha önceden tanışsaydım dediğim bir yazarı çocukluğumdan biliyor olmak mutluluk vericiydi.
Şermin bence çocuklar için yazılmış olmasına rağmen her yaştan insana, özellikle de çocuk büyütmeye niyetli yahut hayatında küçük bir insan olan birilerine; veya ruhu çocuk olan insanlara - sanırım kendime çocuk ruhlu demiş oluyorum :) - hitap edecek bir eser. Sanırsam masallara ve uzun anekdotlar arasına gizlenmiş basit anafikirlere olan ilgim okurken çok keyif almamı sağladı.
Tevfik Fikret çağının, özellikle yaşadığı topraklarda yaşanan çağın çok ötesinde bir insan. Gerçekten de fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür bir şair. Kız çocuklarının eğitimi için oluşturduğu idealler, hayalindeki gelecek nesil olgusu bana hep “Nasıl düşünmüş ki?” diye sorduruyor. O senelerde, savaşların ve ölümlerin ortasında bunların hayalini kurmak ciddi bir vizyon gerektiriyor olmalı. Bu yüzden Fikret için çağının ötesinde diyorum. Kendisinin Ziya Gökalp tarafından “uyanış devrimizin pedagogu” olarak tanımlanması hiç şaşırtıcı değil ve elbette bu vizyonun daha sonrasında kadınlara verilen hakların ve toplumda yapılan birçok revizyonun fikir babası olması da kaçınılmaz oluyor.
İşte bu sağlam ve ilerici düşünce yapısıyla çocuklar için kaleme aldığı, sade olması açısından hece ölçüsüyle yazdığı güzel şiirlerle ve mükemmel bir hayat görüşüyle donattığı bir hazineydi Şermin. Okumak ne vakit alır, ne de bir şey kaybettirir. Yalnızca ufkunuzu açacaktır.
Ve bu şiiri buraya bırakmak istiyorum, çünkü 100 sene öncesinden bu güne, bugünde yaşayan genç bir kızın hayatına böyle ince bir noktadan dokunmak zor olsa gerek.
“babacığım geçen sabah
beni çağırdı, dedi ki:
— nedir “hayya-ale’l-felah”?
— ezan, dedim. — ezan, peki;
ezan nedir bilir misin?..
bakıyordum hazin hazin,
babam niçin bilmem güldü,
tekrar etti: — nedir ezan?..
başımdan buzlu su döküldü;
bana babam her ne zaman
böyle şeyler sorarsa çok,
içerimde bir soğukluk
hissederim, bütün kanım
damarımda donar birden.
soruyordu o: — a canım,
hiç ezan duymadın mı sen?
— duymadım mı? sabah, akşam
dinliyorum; büyükbabam
bana abdest aldırdı da
camiye bile götürdü.
— ya, ne yaptın sen orada?
— namaz biraz uzun sürdü,
uyuyakalmışım ben de
maksurenin köşesinde.
— camide hiç uyunur mu?
dedi babam, dargın dargın.
anlatamam o korkumu;
titriyordum… hâlâ, bakın,
nasıl çarpıyor yüreğim!
hep bildiğim, bellediğim
“allahümme salli”leri
sayıyordum, çünkü tokat
mini minicikten beri
hiç de hoşuma gitmez… çat!
işte indi… of! yanağım!..
şimdi babam adım adım
söylenerek gidiyordu.
uzaklaştı artık sesi,
benim de gözyaşım durdu;
çünkü ezan meselesi
o adımlarla beraber
uzaklaşıp gitti… — eğer,
diyordum, beybabam şimdi
“ezan nedir?” diye tekrar
gelip dikilirse… haydi
sen de!.. dedim, bu ne kadar
korku? baban canavar mı?
onun gibi baba var mı?..
fakat tokat yanağımda
sızlıyordu; o gün bugün
o dargın ses kulağımda
ezan okur; ben büsbütün
uykudan geçmedimse de
maksurenin köşesinde
gözlerim uyku görmüyor.
zaten büyükbaba artık
camiye de götürmüyor;
onu da aldı mezarlık.
şimdi o cennet bağında;
nineciğimin sağında,
ona da bir taş dikildi.
dün görünce mezarını
o tokadı hatırladım,
yanağım yandı, ağladım.
babam hemen koşup sildi
gözlerimin yaşlarını!”