Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

798 syf.
9/10 puan verdi
·
Beğendi
·
78 günde okudu
Deliliğin İnşası
Michel Foucault kimdir? Michel Foucault, daha çok toplumdaki daimi doğruları inceleyen bir sosyolog ve filozoftur. Nietzsche ve Heidegger’in düşüncelerinden oldukça etkilenen Foucault, çalışmalarında çoğunlukla Karl Marx ve Sigmund Freud’un fikirleriyle mücadele etmiştir. Hapishaneler, polis, sigorta, delilik, eşcinsellik ve sosyal haklar konularında çalışmış ve bütün çalışmalarını modernitenin bireyler üstündeki etkisi ve getirdiği yeni iktidar ilişkileri üstüne kurmuştur. Foucault toplumdaki daimi doğruların oluşum sürecini modernist bir bakış açısı olarak görür ve kökten reddeder. Postmodernite kendini genelgeçer doğruların aksine hareket eden bireylerde ve düşünüşlerde bulur. Bu nedenledir ki Foucault deliler üzerinde araştırmalar yapmıştır. Deliler ona göre toplumun daimi doğrularına uygun hareket edemeyen bireylerdir. Toplumun genelini bir oda içerisinde gören Foucault bütün düşüncelerin, hareketlerin bu daimi doğrular çerçevesinde yahut kıskacı altında ortaya çıktığını iddia eder. Gay, lezbiyen, transseksüel, biseksüel oryantasyonlar daimi doğrulardan ayrı doğrular çerçevesinde oluştukları için postmodernitenin varoluşunu ve moderniteden çıkıldığını gösterir (modernite bu kavramları asla kabul edemezdi). Foucault kendi çalışmalarının bile genelgeçer daimi doğrulardan olmaması gerektiğine inanır ve çalışmalarının kullanıldıktan sonra atılmasını öğütler. Foucault kendi zamanında herkes için temel teşkil eden üç akımın Marksizm, fenomenoloji ve varoluşçuluk olduğunu söyler, üçünden de etkilenmiş olsa da üçüne de karşı çıkmıştır. Bu listeye Hegel’i de dâhil edebiliriz, her ne kadar Foucault’un episteme ve iktidar kavramlarına yaklaşımı Hegel’in tin anlayışını hatırlatıyor olsa da, Foucault’nun temel amaçlarından birisi diyalektiğe dayanmayan bir tarih yorumu ve hakikat incelemesi geliştirmektir. Ayrıca Karl Marx’ın ekonomi-politik analizini de benimsemeyen Foucault, üretim biçimini politik süreçleri ve toplumsal sınıfları açıklayan bir neden olarak kabul etmez ve politika incelemesini güç ilişkileri ağı içerisinde şekillenen iktidarın kendine ait süreçlerinde temellendirir. Fenomenolojinin insan deneyimini inceleme ve bu sayede onda örtülü kalan anlamları ortaya çıkarmaya yönelik bakış açısını bir anlamda benimsese de, temelde “aşkın özneyi” varsaydığını düşündüğü için fenomenolojiye karşıdır. Varoluşçuluğu ise dönemin en ünlü isimleri Jean-Paul Sartre ve Simone de Beauvoir ile uzun tartışmalara girmiştir, özgürlüğü insan doğasında mutlak olarak verili varsaydığı ve dolayısıyla Hümanist temeller üzerine kurulu olduğu için eleştirir.Tarihsel olarak toplumda belirli bir hakikat yorumuna bağlı olarak ortaya çıkan bilgi ve bu hakikatin sınırlarının belirlenmesi ve ötesine geçilmesi olarak gerçekleştirilen özgürlük, Foucault’nun Martin Heidegger’den ve onun Varlık ve Zaman kitabından ne kadar temelden etkilendiğini göstermektedir. Ayrıca ömrünün son dönemlerine doğru geliştirmeye başladığı “kendilik kaygısı” ya da “öznenin yorum bilimi” gibi kavramlar ve analizler de Heidegger’in düşüncesi ve onun Antik Yunan felsefesi yorumuyla derinden ilişkilidir. Foucault felsefi yaşamı boyunca 18. yüzyılı bir kırılma noktası olarak ele almıştır. Modern anlamda delilik, akıl, insan doğası, anormallik, sağlık, iktidar ve cinsellik gibi kavramların ortaya çıkışının, değişim ve dönüşümlerin tarihsel analizi ile “modern öznelik deneyimini” oluşturan temel süreçleri açığa çıkarmaya ve böylece yeni özgürlük alanları bulmamızı sağlayacak bir felsefe geliştirmeye çalışmıştır. Foucault’nun tekrar tekrar vurguladığı nokta söylemsel oluşumların tarihselliğidir. Söylemler oluşturdukları belirli bir ağ içerisinde belirli bir dönemde ve toplumda bilginin ve hakikatin üretilme imkânlarını sağlarlar. Tarihsel süreçte episteme çeşitli söylemsel oluşumların sürekliliği ve süreksizliği içerisinde değişiklikler gösterir, ancak bu tarihsel sürecin tamamını kapsayan ve bilginin ilerleme yönünü tayin eden temel bir neden, yapı ya da mekanizma yoktur. Bir yandan Hegelci veya Marksist, öbür yandan pozitivist tarih ve hakikat anlayışlarına karşı çıkan Foucault, belirli bir bilgi sisteminden sonra başka bir bilgi sisteminin yeni bir kurallar bütünü ile gelebileceğini, fakat bu farklı hakikat anlayışlarını “bir ilerlemenin basamakları” olarak belirleyen hiçbir şeyin olmadığını, birinden sonra diğerinin gelmesini önceden belirleyen a priori bir nedenselliğin var olmadığını iddia eder. Deliliğin İnşası Delilik kavramının Rönesans’tan modern döneme kadar nasıl evrim geçirdiğini incelerken, Orta Çağ’da ve Rönesans’ta delilik ile akıl arasında hiyerarşik bir güç ilişkisi olmadığını, fakat aralarında bir diyalog olduğunu söyleyen Foucault, modern dönemle birlikte önce delilerin binalara kapatılması, sonra da delilik hakkında üretilen söylemsel pratiklerin deliliği bir akıl hastalığı olarak belirlemesi ile delilik üzerindeki iktidarın kurulduğunu söyler. Bu anlamda bir yandan delilik hakkında üretilen bilgi ve hakikat söylemsel pratiklerin bir sonucu iken, aynı zamanda güç ilişkilerinin de bir ürünüdür ve bir baskı ve iktidar sürecinde temellenir. Modern anlamda “akıl” dediğimiz şeyin bu söylem ve iktidar sürecinde deliliği baskı altında tutması gereken ve bunun için deliliği akıl üzerinden “akıl hastalığı” olarak anlaması gereken, dolayısıyla da her şeyin aklın kendisi üzerinden belirlenmek zorunda kaldığı bir süreç üzerine kurulu olduğunu söyler. Foucault delilik söylemi üzerinden, Batı düşüncesine hâkim olan ve özellikle de 18. yüzyıldan itibaren bir strateji haline gelen düzenleme ve dışlama mekanizmalarını soruşturmuştur. Foucault, “delilik” söyleminin oluşum kurallarını, söylemi oluşturan ilişkiler ağını ve dönüşümleri tartışırken normali ve anormali ayıran edimin niteliğine ulaşmaya çalışmaktadır. Foucault’nun ötekileştirmenin tarihte delilik üzerinde işleyişine dair analizi günümüz toplumlarındaki dışlama mekanizmalarına karşı bir sistem eleştirisi olarak da değerlendirilebilir. Bu çalışmada farklı epistemelerde bir söylem üzerinde konuşabilmemizi ve düşünebilmemizi sağlayan koşulları delilik bağlamında inceleyecek ve toplumsal ötekinin oluşmasında etkin olan stratejik yapı ve güçleri sorgulamaya çalışacağız. Bu sorgulama ile amacımız toplumsal ötekinin oluşumundaki iktisadi, siyasi, dini, tıbbi, sosyal, kültürel ve düşünsel kodları üreten stratejik yapının çağın yeni ötekilik türleri inşasını değerlendirmektir. Foucault, geçmişi bütüncü ve ilerlemeci bir anlayışla, bugünün oluşmasına yavaş yavaş zemin hazırlayan bir aralık olarak değerlendirmez. Onun tarihi süreklilik, ardışıklık, gelenek, etki, gelişme ve evrim gibi ilerlemeci ve bütüncü bir yaklaşımla değil süreksizlik ve farklılık kategorileriyle, eşik, kopuş ve dönüşüm kavramlarıyla değerlendirmesi “deneyimlere’’ odaklanmasını gerektirmiştir. Deliliğin Tarihi’nde delilikten bir “deneyim” olarak bahseder; deliliği tekrar konuşturmak hala tamamlanmamış bugünün perspektifinden yeni deneyimlerin oluşum şartlarını takip edebilmeyi mümkün kılabilir. Delilik deneyimine ulaşma çabası bu nedenle sadece tarihsel ya da klinik bir çaba değil, felsefi arka planı olan fenomonolojik bir çabadır. Belirli bir epistemede bir deneyimin söylem oluşturabilmesinin hem eleştirel hem de tarihsel bir arkeolojik çözümlemesi yapılır. Foucault’nun delilik söylemi analizi, söylem oluşumunun nesneyle bağlantılı görünen ve görünmeyen ağların kesişmesi veya çakışmasının sonucu olduğunun detaylı bir örneğidir. Foucault Deliliğin Tarihi’nde bir tarihçi gibi delilik nesnesini inceler ancak onun için esas sorun deliliğin ortaya çıkış yüzeyidir. Bu yüzeyin görünen ve görünmeyen hatlarının ortaya konulması, toplumun bir bölümünün “biz alanının” dışında bırakılma sürecini de ortaya koyacaktır. Delilik deneyiminin bir ötekilik deneyimi olarak benimsenmesi, yabancılığın illa ki dışarlıklı olmak zorunda olmadığına ve toplumun kendi içinde de yabancılaştırma ve dışlama mekanizmasını işletebildiğine işaret etmektedir. Foucault, deliliğin cüzzamın mirasçısı olduğuna dikkat çekerek bu kırılmaya söylem oluşumu için önem atfeder. Delilik henüz bir dışlama kriteri olarak belirlenmemişken, cüzzam “normal” insanlar için anormali belirleyen bir kriterdir. Foucault deliliğin mirasını devraldığı cüzzamın tıbbi neden ve tedavilerine değil onun dışlama mekanizması için önemli olan işlevine odaklanmıştır. Cüzzama toplumun yaklaşımı ve hastalığın diğerleri için anlamı, salt tıbbi bir hastalığın dâhil olamayacağı bir ayırma ve etiketleme mekanizmasını ortaya koymuştur. Hastaların, toplumdışına itilmekle beraber bir imtihan nesnesi olarak Tanrı’yla ilişkilerini de ilgilendiren hassas konumu mekanizmanın giriftliğine dikkat çekmektedir. Bir söylem dairesi içerisinde var olanlar kadar var olmayanların ve yok oluşların da işlevsel olduğu gerçeğinden hareketle, cüzzamın ortadan kalkması Foucault’nun deyimiyle garip bir yok oluştur. Normali ve anormali belirleyen nesne ortadan çekilse de o nesneye bağlanmış değer ve imgeler sarsılmaz bir şekilde varlığını sürdürmektedir. Cüzzamdan sonra da, kovma, dışlama, arındırma ve sınırlar belirleme deneyimlerine muhatap olacak yeni bir Öteki’nin inşası Ben’in kuvvetlendirilmesi için ontolojik bir gerekliliktir. Deliliğin bir ötekilik haline gelmesi, 17. yüzyılda klasik dönemin başlaması ve onun insani olasılıklardan biri olarak değil insana özgü olan aklın karşıtı olarak kabulüyle başlamıştır. Bu dönüşümdeki garip müdahale, anlaşılması ve bir bağlam içine oturtulması güç ancak yeni ötekilik türlerini değerlendirebilmek için zorunlu olan bir noktadır. Delilik söyleminin arkeolojik kazısında, bir tarihçi yöntemiyle erişilemeyecek esrarengiz nokta deliliğin önceden kayıtsız kalınan sesinin kısılma gerekliliğini neyin ortaya çıkardığıdır. 14 Deliliğin sesinin kısılmış ve ona karşı alınan tavrın farklılaşmış olması Foucault’nun Batı metafiziğine hakim olan hakikat fikrini eleştirel bir bakış açısıyla yorumlamasına neden olmuştur. Bir epistemede hakikat addedilenin diğerinde yanlış kategorisine alınmasındaki radikal kopuşların bir deneyim üzerinden izlenmesi, hakikatin ta kendisi olarak adlandırdığımız şeyleri sarsmaktadır. Değişmez ve sabit kabul edilen hakikatlerin tarih boyunca aldığı şekillerin ortaya çıkıp kaybolduğu koşulları takip etmek, çok karmaşık ve ağır bir ilişkiler ağıyla sarmalanmış bir belirsizlikle karşı karşıya kalmaktır. Foucault hakikatin toplumsal ve siyasal alanla etkileşimini ortaya koymak suretiyle bilginin süreksizliklerle bağlantısını vurgulamakta ve onun muhkem ve güvenli bir temelde var olduğu iddialarını çürütmeye çalışmaktadır. Her bir çağda düşünce, o dönemin kültürünü, akademik ve siyasal yapısını alttan alta besleyen ve işleyen bir gücün hâkimiyeti altındadır. Foucault’nun “episteme” dediği bu yapının değişmesi, “başka türlü” düşünmemiz için kavrayış tarzımızda bir kopuş ve dönüşümün gerçekleşmesiyle mümkündür. Foucault bir epistemeden öbürüne geçmeye neden olan mutasyonun radikal yapısının tarihsel veriler üzerinden çözümlenemeyecek bir etkileşimler ağını dikkate almayı gerektirdiğini düşünür. Bir söylem nesnesinin ortaya çıkması için siyasi, tarihi, ekonomik, akademik, sosyal ve dini bağlam ve yapılar, nesnenin başka nesnelerle benzerlik, farklılık, yakınlık, uzaklık ve dönüşüm ilişkilerini gerçekleştirebilmesi için gerekli şartlar gibi birçok amil episteme dönüşümüne kaynaklık etmektedir. Bir epistemenin dönüşümü pratik deneyimlerde güçlü yansımalar bulur. Ortaçağ ve Rönesans’ta insan olmanın olanaklarından biri olarak kabul edilen deliliğin, Klasik dönemde dışlama ve kapatma nedeni olarak belirmesi episteme değişiminin pratiğe yansımasının örneklerinden biridir. Kilisenin velayetinden kurtulmuş merkezileştirici bir devlet yapısının ortaya çıkışı, yoksulluğa yönelik tutumların değişmesi, yeni bir iş ahlakının ortaya çıkışı, iktisadi durgunluk, savaşlar, kıtlıklar, salgın hastalıklar, demografik gerilemeler gibi toplumsal değişimlerin alttan alta bir episteme dönüşümüne neden olması, deliliği toplumsal düzensizliğin bir kaynağı haline getirmiştir. Artık Klasik çağda, Ortaçağ ve Rönesans’taki anlayıştan “başka türlü” bir düşünce yapısı hâkim olmuş ve aynı nesne farklı çağlarda farklı anlam ve değerlerle sınıflandırılmıştır.
Deliliğin Tarihi
Deliliğin TarihiMichel Foucault · İmge Yayınevi · 2020906 okunma
··
1.549 görüntüleme
Serdal okurunun profil resmi
Doyurucu, deyim yerindeyse müthiş bir inceleme olmuş.
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.