Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

680 syf.
10/10 puan verdi
·
5 günde okudu
(Biraz abartarak söylüyorum,dikkat) Bu kitabın; kendimle ilgili ifade edemediğim şeyleri ifade ettiğini,bilmediğim şeyleri bildiğini,fazlasıyla beni kapsadığını bilen, kitabın benimle olan bağından haberdar olan bir yakınımın bu kitabı okumasını istemezdim. Başkasının hakkımda bilmedikleriyle var etmeye çalıştığım özümü çökertebilir bu ifşa, ayakta duramama, içimin boşalmasına ve kendimi tükenmiş hissedeceğim bir çırılçıplak kalma durumuna sebep olabilir :) Şaka yapıyorum tabi ama şaka yapıyorum desemde gerçeklik payıda var bu dediklerimin. İnsan kendinden hayli şey buluyor kitapata, eğer insansa bulamamasıda imkansız zaten. Kavrama ve kavrayış eksikliği mazereti olmayan herkesin kendini ve kendinin bildiğinden bile fazlasıyla kendiyle karşılaşacağı, kendini bulacağı, ruhunun ifşa olduğunu hissedeceğii, adeta ruhunun rötgeninin çekilmiş olduğunu göreceği bir kitap. Bu kitap bana sadece insan olmanın bile aramızdaki farklılıkları yok edip, anlaşmamız ve birbirimizi anlamamız için yeterli olacağını hatırlattı. Duygulara, aynı mekanizmalara tabi olan insanlar olmamızın bile yeterli olması, birlik olmak için bu kadarının bile yetmesi gerekirken, insanları birbiriyle ötekileştiren, düşmanlaştıran çıkarlarımız ve amaçlarımız olduğu, diğerlerininde bunun önünde bize engel olduğu öğretiliyor, farklılıklaştırılıyoruz, bütün ayrımları önemsizleştirecek aynı tür varlıklar olduğumuzu unutturuyorlar bize. Doğal olmayan, yapay farklar yaratılıyor aramızda. Bu farlılıkları; millet olmanın toprakta ikamette değilde, dilde ikamette olduğunu söyleyerek, durumu aynı toprakta olmanın ötesine taşıyana, farklılıkları kısmen asgariye indirmeye, gidermeye çalışanada saygı duyarak, bütün ayrımları,dildende öte taşıyarak, aynı ortak duygulara sahip olduğumuz, aynı duygulara tekabül eden aynı duyumsama şekline sahip oluşumuzun bizim en büyük ortak paydamız oluşu gerçeğiyle kaldırmak, bunun dışında her farklılığın önemsiz olduğunun bilincine varmalarını isterdim insanların. Bütün ruhlara hitap eden, bütün ruhların akraba olduğunu hatırlatan bu kitabı referans göstererek. Kitaba gelecek olursak: Ruh dünyasını zenginleştirmek için, kendi içinde bölünerek kendini çoğaltmayı yaşamının ilkesi haline getirdiğini anladığımız yazarın başka bir kimliğe bürünürek, kendini ve kendinden yola çıkarak dünyayı anlamaya çalıştığı çabalar oluşturuyor kitabın içeriğini. Bu çabalar hissetmenin ateşini düşürmek için aktarılıyor sayfalara ve muazzam bir bakış açısıyla aktarılıyor yazar tarafından, bu bakış açısına, bu tahlilin yöntemine hayran kalmamak elde değil. Bunların yanında kitaba hayran kalmamın bir sebebide zaman zaman kendimi ve dünyayı anlamaya çalıştığım zamanlarda kendimce yaptığım tahlillerle örtüşmesi ve beni alt kümesi yapacak şekilde kapsaması. Bu incelemeyi yapmamın sebebide düşüncelerimin dağınık ve biraraya gelmediğinde belirsiz olan durumunu kitabı bahane ederek bir çerçeveye sokmak. Bunu yaparken yazarın ima ettiği ama açıklamadığı bazı durumlarada değinmek. Kimse için yazmıyorum ve kim okur kim okumaz diye bir kaygıda taşımıyorum, bu yazdıklarımı kendim için yazıyorum, çünkü zihnimdekileri toparlamak adına kendi adıma bir kazanç sayıyorum burda yazacaklarımı. Neyse başlıyorum. Yaşam koşullarının etkisi ve donanımsal eksikliği kahramanımızı eylemsizliğe zorluyor, buda gerçekliğin içinde barınamayacağı bir durum yaratıyor. Var olmak algılanmak ve algılamaktır, var oluşunu ortaya koymak, koyduğunuda kavrayabilmektir. Bedenimizin karşılanması gereken ihtiyaçlara tabi olması ve benliğimizin bulanık, soyut ve tam olarak kavranacak kadar belirgin olmaması, benliğini somutlaştırmak için maddi şeylerle benliğini özdeşleştirme, böylece benliğini farklılaştırıp, herkesten ayırarak daha kavranacak hale getirmek istemesi eğilimini doğurur, eylemselliğe sevk eder insanı, varoluşsal gerekçesi olur eylemselliği. Eylemlerini doğuran faktör işte budur; var oluşsal ihtiyaçlarını karşılamak, var olmak, kendini hissetmek, kavrama ihtiyacı. Kahramanımız eylemselliğiyle içine karıştığı toplum içinde yetersizliğiyle yüzleştiğinden ve bir nevi eylemsel zayıflığın bedensel zayıflık anlamına gelmesi yüzünden 'bedenimdeki kaybı ruhumla telafi ederim' motivasyonuyla aternatif bir dünya yaratıyor kendine, gerçekliğin dünyasının karşısına hayalin,düşün ve soyutun dünyasını,eylemin karşısına eylemsizliği, gerçek dünyadaki tatmin olma durumunun karşısında hiç alışkın olmadığımız tatmin olma biçimleri koyuyor. Bunu yapmak hiç kolay olmuyor tabi. Çünkü varoluşsal eğilimimizin, donanımımızın uyumlu olduğu gerçekliğe çekimi çok kuvvetli ve ondan tamamıyla kaçmak imkansız. Dünyasını oluşturmak için gerçekliğin yaşandığı dünyayı değersizleştirmek, itibarsızlıştırmak zorunda, çünkü yeni oluşturduğu dünyaya inancını karşıtının sahteliğini ve ne kadar zayıf temeller üzerinde durduğunu kendine inandırmalı.( Bu tespitlerin izdüşümü kitabın önemli bir bölümü). Bunuda düşünceleri ve aklıyla yapıyor. Akıl ve düşünce, bir taraftan gerçekliğin cazip gelen her şeyini geçersiz hale getirerek, üzerindeki etkisini yıkmak, diğer tarafından aklını ve düşüncesini kullanarak gerçekliğin karşısında hayallerinin dünyasını oluşturarak yaptığı her şeyi olabildiğince sağlam temellere oturtmak zorunda olduğu bir yapma hünerini göstermek zorunda. Gerçekliğin üzerinde durduğu sahteliği gösteriyor tespitleriyle ve çokta başarılı bir şekilde yapıyor bunu. Gerçeklikte yaşamanın, kendini ona kaptırmanın ancak ahmakların işi olabileceğini, kollektifliğin bir nevi aptallık olduğunu düşünüyor. Gerçeklik dediğimiz, kesinlik dediğimiz şeyin göreceli olduğunu, gerçekliğin ve kesinliğin tamamen insan algısının bir ürünü olduğunu keşfediyor. Diğer önemli keşfide: Her şeyin bir yanılsama olduğu, peşinde koşulan şeyin elde edildiğinde asla umulanı vermediği, hayalin uzun vadede, elde etme ve keyfini çıkarmayla yeri doldurulamayacak bir kendililik faliyeti olduğu, mutlu olma çabalarının ancak hayal etmenin devrede olduğu zamanlarda bir sonuca vardığıdır. Madem gerçeklik kesinliğini algımızda sağlıyor, madem hayat mutluluğu ancak hayal edebildiğinde veriyor, oda bunları referans alarak yaratacaktır kendi dünyasını. "Hayat tahayyül ettiğin kadardır." Gerçekliğe muhalefet ederek kurallarını değiştiriyor hayal dünyasının,bu kurallarla uyumlandırıyor duygularının yapısını. Yazar kurduğu dünyada yaşıyor yaşamasına ama o dünyayı her gün inşa etmek zorunda. Gerçekliğin kendiliğindenliği yok bu dünyada, varoluşsal yapısıyla uyumuda. O yüzden düşünceleriyle ayakta tutmak zorunda. Bunun dışında başka şartlarada bağlı bu dünyanın ayakta kalması; eylemsizlik, yalnızlık, kimseyle bağ kurmama. Her eylem daha iyisinin yapılabileceği bir eylemin varlığını ortaya koyar. İçimizdeki mükemmel olma arzusu her eylemden sonra tatminsizlik yaratır, daha iyisinin hayali belirir, buda hayal kırıklığı yaratır. Bu yüzden en mükemmel şey yaratılmayandır, o yüzden hiçbir şey yapılmamalıdır. Yazarın kurduğu şu cümle çok güzel anlatır bu durumu, "Her eylem bir suçtur, çünkü her eylemde bir düş ölür." Yalnızlık, düşüncelerini berraklaştırmak ve verimli hale getirmesi için muhtaç olduğu bir yuvadır. Başkasıyla bağ kurması, sevme, sevilme ihtiyacının ise insanın kendinden kaçması, kendine ihanetidir yazarın gözünde. Yazar gerçekliğe karşı kurduğu bu hayal bu düş dünyasıyla gerçekliğin sağlayacağı her duyguyu elde eder, hisseder, bazende çok fazlasını hatta, şu alıntıda olduğu gibi yoğun tatminler yaşar zaman zaman, "Gördüklerimin boyundayım ben, kendi boyumda değil." Düş alemindede gerçeklik aleminin vermiş olduğu üzüntülerle karşılaşır, zaten acıyla olan özsel bağımız bundan kaçmamızı imkansız hale getirir. "Hiç girmediğim bütün savaşların yaralarını taşıyorum üzerimde." Düş aleminde yaşamanın bazı yan etkileri vardır, orda yaşamanın bir bedeli. Soyutladığı için kendini gerçeklikten, her şeyde sanki soyutlaşır, gerçekliğe doğal değil adete soyut tepkiler verir. Şiirsel bir bakışı vardır dünyaya. Gerçekliğin eksikliğini gidermiştir ama ister gerçekliğin olsun ister düş dünyasının etkilerinin hissedildiği yer, insanın duyguları ve benliğidir ve sorun buradadır. Hiçbir şey tatmin etmiyordur burda, insan kendinin dahil olmadığı süreçlerin edilgenidir, kontrolü yoktur, sanki kendinin bir yabancısı, bir izleyicisidir, işleyişine dahil olamadığı bir mekanizmanın. Her tatmin tatminsizliğe dönüşmeye yazgılıdır, insanın kendi içinde kendine yabancılığı söz konusudur. Kendi kendi için erişemediği bir gizdir ve kendini kavrayamamak hayatıda bir giz, bilinmez yapar. Ne hissettiğini, ne istediğini tam olarak bilemez ve o yüzden hiçbir zaman kendine gereken bir hayatın rehberi yapamaz kendini. "Tanrım, kimin izleyicisiyim ben böyle? Kaç kişiyim? Ben kimdir? Kendimle ben arasındaki bu mesafe nedir?" "Ben hayatın ne olduğunu bilmezken, ben mi onu yaşıyorum, yoksa o mu beni?" Bir mesafe vardır kendiyle benliği arasında aşılamayan, kavranamayan. Bir hapishanedir adeta, kendinden kaçamaz, yelken açıp uzaklaşamaz. Bir yarık vardır kendiyle kendi arasında kavuşmasını, gerçekleşmesini engelleyen. Asla ne olduğunu anlayamaz, edilgenidir hayatın, edilgen olduğu içinde varlığı üzerinde iktidarı yoktur. Hayat onu ona rağmen ne yapıyorsa odur ve bunu edilgen olduğu için de anlayamaz. "İstemeden varım ve istemeden öleceğim. Olduğum şeyle olmadığım şey arasında, hayal ettiğim şeyle hayatın beni yaptığı şey arasında bir boşluğum." İçinde kendiyle uyumsuz parçalar vardır sanki, çekimine kapıldığı, onu sürükleyen, düzenini ve huzurunu bozan bir kalabalık, kendini anlamayı imkansız hale getiren, kendini belirsiz hale getiren, hislerini karmakarışık hale sokan ve ne hissettiğini bile bilemez hale getiren. İçindeki bu hisler karmaşasına içinde hissedilen her şeyin bir farklı kişilik doğurması neden oluyordur, hissetmenin farklılığından doğan bir ordu vardır sanki içinde. Tutarsızlığımızın, kararsızlığımızın, içimizdeki çatışmaların nedenide budur. Kendi dediği şeyin duyumsadığı şeylerden biri, kimliğini bekirleyen bir algılama ve tüm karmaşanın baskısını hissettiği bir merkez, bir yer olduğunu, bununda varlığımızın sadece küçük bir parçası olduğunu düşünür. "Her birimiz birden çok kişiyiz, pek çoğuz, ifrat sayıda kendimiziz. Bu yüzden, çevresini küçümseyen kişiyle o çevreden zevk alan ya da onun yüzünden üzülen kişi aynı değildir. Varlığımızın sömürgesinde farklı düşünen ve farklı hisseden pek çok türde insan vardır." "Bir nesnenin hakiki gerçekliği varlığının bir parçasıdır sadece; geri kalanı ise, boşlukta var olma ayrıcalığının karşılığında maddeye ödediği ağır bedeldir." (Yukarda anlattığım şeyle biraz zorlama olsada ilişkilendirdiğim bir alıntı) Her gün yaşamak zorunda olduğu bir şeyin içinde olmak, hayatı ve kendini kendine bir yük haline getirir ve bu durum bıkkınlık verir. "Meyve, kendi kokusundan sıkılmaya başladığında çürürmüş" diye bir söz vardır, bu sözdeki gibi kendi sınırlarından sıkılır, düşlerine sarılır ama kesin deva olmaz hiçbir şey. Düşünmeye başlar, insan acaba bir evrim hatası mı, diye. İnsanı diğer canlı varlıklarlardan ayıran, sözde üstün tutan düşünme gücü ve aklı, genel görüşün tersine bir kusur olarak görür, oluşumunu tamamlamayan, sorun çıkaran bir içgüdü. "Konuşmak, düşünmek birer yeni içgüdü sadece, üstelik yeni oldukları için ötekiler kadar sağlam da değiller." Kendinden o kadar sıkılırki imrenir kendinin olmadığı her şeye. "Ben, ben olmayan her şeye imreniyorum." Bilinçli olmak bir hastalıktır, ne kadar sıradan insanı küçümsede, horgörsede imrenmeden bakamaz onlara. Bilinci kendine yük etmez sıradan insan ve en büyük mutluluk kaynağıda bilinçsizliktir. İnsan ancak bilinçli halinden çıktığı anlarda mutlu olabilir. Örneğin, alkolün verdiği keyfin kaynağı, alkollüyken daha az kendimiz olmamızdır. Seksin yani orgazmın verdiği hazzın kaynağı ise bizi bilincimizden sıyırmasıdır. Hayvanlarada sırf bilinçsiz olmalarından dolayı büyük değer verir. En iyi müziğin bizi benliğimizden koparan olduğunu düşünür. (Yazarın düşündüğü şeylere ilave olarak bende meditasyondaki amacın kendi bilincinden uzaklaşmak olduğunu, huzuru kendinden uzaklaşarak bulabilmenin bilgisine ulaşmak olduğunu düşünüyorum.) Bilincinde olan bu ağırlık, şeylere bakışınada yansır, aşınır her şey, kendine bakışıda bundan nasibini alır, kendini giderek daha fazla değersiz görür. Bu düşünceler, hiçliğin istenir, özlenir olduğu bir durum yaratır. Gerçekliktense hayal dünyasının istenir olduğu bir durumdan, hiçliğin istenir olduğu bir aşamadadır kahramanımız artık. Her şey olmak isteyen, Tanrılara özenen insan için hiçliğin, içinde her şeyin potansiyelini barındırdığını düşünür. Hiçlik sanıldığının aksi bir kavramdır. Hiçliğe ancak, bilincin silinmesiyle ulaşılabileceğini,kendini ancak böyle tamamlayabileceğini, huzuru hiçliğin içindeki her şeyin olma potansiyelinde bulacağını düşünür, bu yüzden hayatta hiçliğe en yakın olduğu zamanlar olan uyku zamanlarını çok sever. "Sanırım peşinde koştuğum şey ruhsal bir uyuma haliydi; derin bir uyku ve onunla beraber gelen bir silinme, ortadan yok olma isteği." Ölümün aslında korkulacak bir şey olmadığını, insanın tamamlanacağı hiçliğe kendisini taşıyan bir kapı olduğunu düşünür. Ölüm, bilincin üstümüzdeki yüklerini ortadan kaldıran, içimizdeki ve dünyadaki yabancılığı ortadan kaldıran bir şeydir kahramanımız için. İnsanlara uçuk kaçık bir görüş gibi gelebilir bu ölüme, hiçliğe bakış açısı. Hiç uçuk kaçık bir bakış değil bence. Kitabı okumadan öncede ben böyle bakıyodum ölüme ve hiçliğe, kitapta yazarında benim gibi düşündüğünü görmek etkiledi beni, belkide bu yüzden sevdim kitabı bu kadar. İçimizde olanları keşfettiğimizde hepimiz içimizdeki hakikatin bizi getirdiği noktada birleşiriz, kimimiz bu hakikatlere hayatta daha çok kendi olduğu için daha rahat ulaşır sadece. O yüzden Fernando Pessoa öncüsü ve piiridir bu işin ve her türlü övgüye fazlasıyla layıktır. Bu noktadan sonra yazarın ölüme ve hiçliğe bakış açısını daha anlaşılır kılmak için bikaç şey anlatmak istiyorum. Bunuda kendimce yorumladığım, İnsan nedir? Duygu nedir? Varlık nedenimiz ne? Hiçlik ve ölüm ne? gibi konularla ilgili düşüncelerimi ifade ederek yapacağım. İnsan nedir? Sanıldığı gibi insanın bir ruhu var mıdır, biyolojik temellerinin ötesinde? David Eaglaman insanın içinde ruhun olduğuna dair hiçbir belirti olmadığını söyler. Yani insanın içinde maddeye uyumlu olmayan, maddeye duyarsız hiçbir şey olmadığını. Bence insan, var oluşunu biyolojik temellere borçlu bir varlık. Duygular yoluyla var olduğunu anlayan, hissedebilen, kendini kavramasını ve hissetmesini duygularına borçlu bir varlık. Peki duygu ne? Varlığını orta çıkaran, varoluşsal nedeni ne? Duygu; biyolojimizin var olmasıyla başlayarak ortaya çıkan, biyolojimizin ayakta kalması ve var olması için gereken ihtiyaçların ne olduğunun duyumsandığı, belirtildiği, karşılanması için, hareket etmemiz için bizi motive eden,organizmamızı tetikleyen, tatmin düzeyleri olan bir nevi göstergelerdir. Yani duygu var olmamız için gereken ihtiyaçlardan, eksikliklerden alır varoluş gerekçesini. Benlik dediğimiz, bütün duyguların iletildiği, yorumlanıp, bu ihtiyaçların neden olduğu ıstırabın çekildiği, acil olarak bu ihtiyaçların karşılanması için duyguların işlevsel hale getirildiği, bütün duyumların duyumlandığı bir duyumdur. Duygu eksiklik demektir, insan kendi benliğini duyguları kavrayabilmesi yoluyla kavrayabildiğinden daima eksikliğe mahkum, eksikliğe ve ihtiyaca tabi olduğu sürece var olabilen bir varlık. İhtiyaçların dillendiği, hissedildiği, ihyaclarin var ettiği bir merkeziz, ihtiyaca duyarlılığın ifadesiyiz hepimiz. Her şey duygular üzerinden var olur algımızda, düşünce duyguların dile gelmesidir, duyguları anlamak ifade etmek zaruretinden doğmuştur. Hayat bile duyguların kavradığı, kavrayacabileceği boyutta doğar algımızda. Duyguların sınırlarını aşan hiçbir şey belirmez algımızda. Zamanı yaratanda duygudur. Eksikliğe ve ihtiyaca duyarlı insanın, hissetmenin çeşitliliğinin ve ihtiyaçlarıyla olan mesafesinden, tatminin ya da tatminsizliğinin seyrindeki değişkenlik var eder zamanı. Düşünsenize hiçbir eksiği olmayan, ihtiyaca tabi olmayan birine zaman kavramının ne ifade ettiğini, anlamı olmaz öyle biri için zamanın, o dışındadır zamanın,içinde değil. (ama bu nasıl mümkündür bir varlık için anlamak insanın aklını aşıyor, bunun aklımızı aşmasının nedeni her şeyi şeylerin, varlıklarların, ihtiyaç duyduğumuz şeylerin referansıyla düşünebilmemizdir. Şeyler ve varlıklarlar üzerinden, ancak ihyitaçlara duyarlılığımız sayesinde, şeylere bağımlı olarak düşünebilmek, bizim sınırlarımızdır, aşamadığımız duvarlardır, düşünce özgür değildir, kendini kendinin atası yapacak bir özgünüğe kavuşamaz hiçbir zaman, zamanın ötesinde olmayı, dışında olmayı tahayyül edememiz bu yüzdendir. ) Her neyse , yani demek istediğim eksiklere,ihtiyaç duymaya,özlemlere, natamamlığa, zayıflığa mahkumuz. Her karşılanan ihtiyaç her giderilen eksikliğin bir başka ihtiyaca, eksikliğe dönüşeceği bir kısır döngüye hapsolmuşuz. Varoluşsal nedenimiz bu ve bunu bilmediğimizden yakınıp dururuz ve tamamlanmanın hayalini kurarız. Bu imkansızdır, bu varoluşumuza terstir, böyle bir tamamlanma varoluşsal nedenimizi ortadan kaldıracağından böyle bir anı yaşayamayacağız hiçbir zaman. Ama insan bunun hayalini kurar, yaşamın motivasyonudur bu. Yanılsamalar üzerinden hayatı yaşanır kılabiliyoruz kendimize ve sonunda hep hayal kırıklığı yaşıyoruz maalesef. Acıya duyarlı varlıklarız, çünkü acı ihtiyaçtan doğar, hiç bitmiyecek bir ihtiyacın nedeninden doğan varlığımızın özüdür, kaçamadığımız, hatta hissettiğimiz, acıdan bağımsız gibi görünen her duygunun bile görünmeyen kutbunda bulunan bir duygudur acı, bütün duygularla tohum-ürün ilişkisi vardır, mutluluk bile ona tepkiden doğar ve özünü acıdan bağımsızlaştırıp özerkliğine kavuşamaz. Yazar bunu çok güzel ifade etmiş şu sözlerle, "Istırabın kötü tarafı, acıyı tattırmasıdır, çünkü acıyla aynı tözden olan kendi kişiliğimizin tadına varırız o an." İnsan olmak gerçekten çok zor. Bu yazgıyı kabul etmekte. Tamamlanmaya dair duyduğumuz özlemler ve bunların sebep olduğu acıları duyacağız bir ömür boyu. Tamamlanmışlık ancak benlik duygumuzun, hissetme durumumuzun ortadan kalkmasıyla mümkün. Yani ihtiyaç yoksa tamamsındır ama benliğini kaybetmek, ben diyebileceğin bir şeyin ortadan kalkması şartıyla :) hissetme yoksa, benlik ortadan kalkarsa ulaşılabilecek bir mertebe bu. Yani şikayet edebildiğin,hayal kırıklığı yaşadığın, acı duyabildiğin için varsın, özlemlerinden ve ihtiyaçlarından dolayı varsın. Bu nasıl bir paradoks di mi :) Yazar zaten insanın varoluşsal bir hata olduğunu bu yüzden düşünüyor. İhtiyaçtan azade olmak, tamamlanmak, acıları dindirmek için, bir şey olmakla varlığımızın, dolayısıyla bu çekilmez yazgının başladığı noktadan, hiçbir şey olmanın bütün istenilen şeyleri sağlayacağını düşünerek hiçliğe girilecek, hiçliğe bizi götürecek bir kapı olarak bakıyor 'ölüme' yazar, bende böyle düşünüyorum. Yani benliğin silinmesiyle tamamlanabiliyoruz ancak. Tamamlanmanın formülü bu maalesef. Yokluk varlığın tamamlanmış halidir, gibi bir anlam çıkıyor sanki bunlardan :) NOT:AÇ PARANTEZ (Teorik olarak bu anlam çıkıyor dediklerimden ama bu dediklerimi şüphe kapısını açık tutarak söylediğiminde altını çizmek istiyorum. Her şey olma ihtimalini bünyesinde barındırmadıkça tamamlanmıyor mu insan gerçekten? Acı, gerçekten bir şey olmakla mı başlıyor, acı; varlıkların bütünlüğünden kopan parçanın bütüne duyduğu özlemin ve ayrılığın bir ifadesi mi? Bilinç ve benlik bu kopuştan doğan acının ortaya çıkardığı bir acıya duyarlılık mı? Bizim için ideal olan durum, bilinçli olmaktan bilinçsiz olmaya geçişle mi mümkün ancak? Kötülüğü; birlikten koparak kaybettiği bütünlüğün eksikliğini gidermek için yaptığımız ama bizi daha çok birlikten koparan davranışlar olarak, iyiliğiyse; bütünlükten kopan parçanın bütünlüğü sağlamak adına olan davranışlarının, ilk olduğu şeye oranla daha çok onu bütünlüğe yaklaşmasını sağlayan davranışlar olarak kabul edebilir miyiz?Bütünlükten koparak, bir şey oluşumuzla başlayan acıya, maddeye duyarlı varlığımızın, madde üstü; şartlara bağlı olmaksızın, edilgen olmayan, değişmez olarak varolan bir ruha sahip olması mümkün mü? Böyle bir ruh, parçada değilde bütünde mi var olabilir ancak? Bütünlüğün hiçlikle ilişkisi ne? Her şeyin birliği olan bütünlük sadece potansiyel olarak her ihtimali bünyesinde barındıran var olmama halinin bir ifadesi mi? Bütünlük hiçliğin ya da yokluğun diğer adı mı? Tanrısal olmak her şey olma ihtimalini içinde taşımak mı? Faniliğimiz bir şey olmakla, var olmakla mı başlıyor, istediğimiz Tanrısallığa ise ancak yok olarak, bütün ihtimalleri bünyesinde taşıyan hiçlikte mi kavuşacağız? Yokluk acaba adını anarken saygıda kusur ettiğimiz, büyüklüğünü ve manasına aklımızın ermediği Tanrının adı mı? Cevap olarak evet desemde bu sorulara, emin olmanın çok zor, hatta imkansız olduğu konular bunlar. Ama doğa boşluk kabul etmez, cevapsız bırakamaz insan bu konuları, söylediklerimi bertaraf edecek bir cevap bulana kadar bu sorulara cevabım bu anlattığım şeyler olacak.) NOT: KAPA PARANTEZ Her neyse, demek istiyorumki, "Ben varken ölüm yok, ölüm varken ben yok, dolayısıyla korkacak bir şeyde yok.", bu söz böyle miydi :)) söz de bir birlik sağlayacak aynılık yoksada önemli değil, önemli olan mealde bir birlik kurulması, hakikatler herkesi üç aşağı beş yukarı aynı noktaya getirir zaten, farklılık biçimdedir sadece, hakikatin özü farklı biçimlerde ifade edilebilir. Hepimiz farklı hayatlarla, farklı biçimlerle, farklı farklı yollardan aynı hakikate varacağız, o hakikatleri tadacağız, hiçbirimiz ortak yazgımızdan kaçamayız ve buda aramızdaki bütün farklılıkları önemsizleştirir, diyerek ve sosyal mesajımıda vererek konuyu bağlayayım :) Benden bu kadar. Herkese keyifli okumalar...
Huzursuzluğun Kitabı
Huzursuzluğun KitabıFernando Pessoa · Can Yayınları · 201710,4bin okunma
·
928 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.