— ah, Plotia, adını hâlâ biliyor muyum?
Gece, saçlarındaydı, üstüne yıldızlar serpili, özlemin sezgisiyle dolu, ışığın müjdecisi olan gece, ve ben, onun alacakaranlığına eğilmiş, ışıldayan ve tatlı gece soluğunun esrikliğine kapılmış olan ben, dalıp gitmedim onun içine!
Ah, o kaybedilmiş hayat, o en âşinâ yabancılık, en yabancı âşinalık, sen, ey en uzak yakınlık, bütün uzakların en yakını, ruhun ciddiyeti içersinde ilk ve son gülümseme,
sen; evet, sen, eskiden de, şimdi de her şey olan sen, âşinâ ve yabancı ve yakınların uzağındaki gülümseme,
sen, kaderin taşıyıcısı olan çiçek, bırakamadım hayatını girsin benim hayatıma, belki olağanüstü ağırlıktaki uzaklığı dolayısıyla, belki olağanüstü ağırlıktaki yabancılığından dolayı, olağanüstü ağırlıktaki yakınlığından ve aşinalığından dolayı, belki olağanüstü ağırlıktaki gece gülümsemesinden dolayı, belki kaderden, senin kaderinden dolayı; o kader ki, sen onu içinde taşıyordun ve hep de taşıyacaksın;
senin için erişilmezdi, benim için erişilmezdi, onu üstlenemezdim, çünkü aksi takdirde olağanüstü ağırlıktaki erişilmezliği kalbimi paramparça ederdi, ve ben, senin hayatım değil, sadece güzelliğini gördüm!
Ah sen, yanımdan istemeyerek koşup uzaklaşan ve geri çağırmadığım, sen, özlemle kutlanmış ve geri çağrılman bana yasaklanmış olan, sen, hiçbir zaman geri dönmeyen, ah, onca hafif adımlarla sırrına varılamayan bir duyulmazlığın anlaşılmazlığında kalan, evet, sen, gölgenin arkasındaki o yitik görüntü, nerede yuvaya dönüşün? Sen neredesin?!
Syf 176