Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

REJIM VE SISTEM Gerçekten de önümüzdeki seçimler sistem içinde gerçekleşecek doğrudan iktidar değişimiyle ilgili hedefler taşıyorsa da rejim boyutunda bir dönüşümü de kapsıyor. Bilindiği üzere sistem ve rejim farklı şeylerdir. Sistem farklı ögelerden oluşan anlamlı bütünlüklerdir. Bu bağlamda siyasal sistem, ünlü siyaset bilimci M. Duverger’in ifadesiyle, toplum, devlet, ekonomi, ideoloji gibi en temel unsurların özel bir sıra düzenidir. Burada “özel sıra düzeni” nitelemesinin ciddi bir anlamı vardır. Çünkü aynı ögelerin farklı sıra düzenleri farklı sistemleri ifade eder. Buna göre mesela komünizm devletin, kapitalizm ekonomik özel girişimciliğin öncelendiği sistemlerdir. Din veya milliyet duyarlı bir sistem de sonuçta bu ögelerin bir kompozisyonudur. Yine sözgeGelecek Partisi lideri Ahmet Davutoğlu, sistemin dünden bugüne bünyesinde taşıya geldiği hukuk oligarşisi, TRT, askerî yapı, başörtüsü yasağı ve benzeri toplum üstündeki baskılar gibi faşizan tortuları gidermeye çalışan Erdoğan için “Bu adam Cumhuriyet’in içini boşaltmıştır!” diyor. Deva Partisi lideri Ali Babacan, iktidara gelirlerse IMF ile tekrar iş birliği yapacaklarını, İHA, SİHA yapımlarının hesabının sorulacağını, Ayasofya’nın tekrar camiye çevrilmesinden rahatsız olan SP lideri Temel Karamollaoğlu mabedin bir kısmının yine müze yapılması gerektiğini vb. dillendirmektedirler. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu -dolaylı da olsa- adeta ülkeyi ABD ile birlikte yöneteceklerini ima etmektedir. İçerideki bu garip oluşum dışarıdaki kuşatmayla birleştirildiğinde ülke üzerinde ne yapılmak istendiğini anlamakta zorlanmıyoruz. Kısaca ifade etmek gerekirse yapılmak istenen, son zamanlarda daha bir kendine gelmeye çalışan Türkiye’nin tarihsel misyonunun önüne 20 | Mayıs 2023 | u limi faşizm, ırkçı ideolojinin başa yerleştirilip diğerlerinin arkasına sıralandığı bir düzenektir. Demokrasi, krallık vb. bir sistem değil, sistemin işleyişiyle ilgili tekniklerdir. Bunlar başlı başına bir değer de değildirler. Ortada topluma özgü bir rejim yok ve deli bağlar gibi bağlanmışsa demokratik bir sistemle yönetiliyoruz diye övünmenin de bir anlamı yoktur. Geriye, dümen başkasının elinde olmak kaydıyla istediğini yapmak gibi bir lüks kalır ki bu sorun bir rejim sorunudur. Rejim, güncel siyasetin ötesinde sistemi de belirleyip kontrol altında tutan ana mekanizmadır. Rejim, belki de doğasının gereği olarak ortalıklarda pek gözükmeyen, onun için de güncel siyasette pek de sözü edilmeyen bir kavramdır. Siyaset yapan kişilerin bile gündeminde yer almayan bu kavram sokaktaki halkı zaten ilgilendirmez. Rahatça anlaşılmaz ve anlatılamazlığı ile sosyologların töre kavramına benzemektedir. Töre önemli bir şeydir, ihlal eden affedilmez, yanar, çünkü toplumsal bedenin olmazsa olmazlarındandır. İhlal edilmediği sürece de farkına varılmaz. Rejimin bu bedenselliği günlük hayatta kullandığımız “rejim yapmak” kavramında da vardır ki yeme-içme ve hareket gibi en temel eylemleri beden yapısına uydurmaya çalışma anlamını taşımaktadır. Siyasi hayatta rejim, arka planda iktidarın işleyişini belirleyen (çoğu gizil/potansiyel) ilkelerdir. Buna göre aynı rejim içerisinde farklı sistemler işleyebilir. Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren çeyrek yüzyıl totalitarizm ile idare edilen Türkiye’nin, vesayetçiler tarafından, Kore Savaşı’na katılma vb. gibi bazı zorlayıcı nedenlerle, dayanacağı bir rejim değişikliğine gitmeksizin Batı Bloku safında demokratik bir sisteme entegre olması öngörülmüştür. Hemen yeni gelmişken belirtelim, ABD’nin büyük yayın organları, Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan, seçime girmeden görevi bırakması çağrısında bulunmaktadırlar. Çünkü yürürlükteki rejim bunu gerektirmektedir ve Erdoğan bir kere daha kazandığında işleri daha da zorlaşacaktır. Rejim, çoğu kere toplum iradesinin üstünde derin bir siyaset algısıdır. Ön planda güncel siyaset aktörleri vardır. ABD’li siyaset bilimci C. Wright Mills ifadesiyle toplumun tercihi yalnız bunlar üzerinde olabilir, arkada yer alan gerçek iktidar aktörleri üzerinde değil. Toplumlar sürekli, Soros gibi kapalı rejim sahipleri, ellerindeki imkânlarla dünya çapında cambaza bak türünden bir yüzsüzlükle “açık toplum” (açık sistem) demagojisini sürdürmektedirler. TARIHSEL MISYON Rejim değişikliğinin en ciddi göstergesi şüphesiz tarihsel misyon kaymasıdır. Bilindiği ve daha önceki yazılarımızda da belirtildiği üzere ülkemiz üç yüzyıldır bir tarihsel misyon kayması ve buna bağlı olarak da bir kimlik sorunu yaşamaktadır. Cumhuriyet döneminde yeni argümanlarla bu sorun daha da derinleşmiştir. İki farklı toplumsal eğilim özellikle siyaset alanında varlığını sürdürmektedir ki mevcut kutuplaşma veya güncel ifadesiyle ittifaklar bu derin yapının dışında değildirler. Cumhuriyet’in ulus/devlet seçkinleri bütün güçlerini kullanarak farklı demografik unsurları balmumu ile oynarcasına bir potada eritip homojen bir toplum hâline getirebilmek için büyük enerji harcamışlarsa da hesapta olmayan bazı önemli değişimlerin ötesinde bu projede başarılı olamamışlardır. Çünkü tarihsel misyon tümüyle dışlandığı için siyasal adlandırmanın dışında mevcut yapıya toplumun genelinin onayını alan bir kimlik bulamamışlardır. Ünlü tarihçimiz Kemal Karpat’ın ifadesiyle toplumda hep bir “öze dönüş” özlemi var olmuş, nevzuhur kimliği temsil eden CHP’nin dışında, DP, AP, ANAP, AK Parti gibi her yeni siyasal partiden bunun temsilini ummuştur ve tabir caizse ilerisini gerisini fazlaca düşünmeden destek olmaya çalışmıştır. Daha açık ifade etmek gerekirse toplum için laik Cumhuriyet bir genel kimlik değildir. Yeryüzündeki yaklaşık iki yüz ülkenin, anayasalarında yazsın veya yazmasın ilkece bir laik cumhuriyettir. Mesela İngiltere’nin yazılı olmayan anayasasında bir laik cumhuriyet kaşesi yoktur, böyle bir nitelemeye ihtiyacı da yoktur ama İngiltere bir laik cumhuriyet niteliği taşır. Dünya konjonktüründe ağırlıklı devletlerin bir varlık sebebi vardır ki tarihsel misyon dediğimiz şey de budur. Bunun en önemli göstergesi ise toplumun gönül rahatlığıyla benimsediği kimliktir. Kimlik, dışarıdan birilerinin yapıştırdığı bir etiket değil, fert ve toplumların kendisi için uygun gördüğü, başkalarından ayıran bir nitelemedir. Marketçilerin ürünlerin üzerine yapıştırdığı bir açıklamadan farklıdır. Taşıyıcının kabul etmediği kimlik, kimlik değil, bir dayatmadır. Kimlik dayatması insani bir iş değil, faşizan bir eylemdir. Bu bağlamda laik cumhuriyet etiketi bir kimlik olamaz. Çünkü bu niteleme o toplumu başkalarından ayırmadığı gibi, hiçbir kendine özgülüğü de ifade etmez. Siyaseten cumhuriyetçi, slogancı laik pek çok toplum vardır. Bu ortak çizgilerin ötesinde o toplum nezdinde bir kendine özgülük olmalıdır. Sözgelimi Yunanistan kendisini dünya toplumları karşısında antikçağ Grek toplumunun varisi, Hristiyan olmakla komşusu İtalya ile aynı ama Müslüman olan Türkiye’den farklı bir toplum şeklinde görmektedir. Kimliğin gereği budur. Cumhuriyet’in seçkinci aydınları toplumumuzun asıl kimliğini ortadan kaldırmışlardır, lağvettikleri kimliğin yerine onun benimseyebileceği sağlıklı bir kimlik önerememişler, işi bazı Batılı şablonlarla idare etmeye çalışmışlardır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi modern laik cumhuriyet kimliği sadece bizim değil, 20. yüzyılda yaşayan pek çok toplumun çok genel, kategorik bir kimliğidir. Eğer bu kendisini tanımlayan tarihsel kimliğinin karşısına konuyorsa o toplum kimliksiz sayılır. Fiiliyatta olmasa bile potansiyel bakımdan içinde hep bir öz ve kimlik arayışı mevcuttur. Çünkü söz konusu edilen kimlik genel bir şablonun ötesine geçememektedir. Şimdilerde milletin kimliği toplumsal hafızadan çıkmaya çalışmaktadır. Yani asıl kimliğin yeri toplumsal hafızada yaşayan tarihsel misyondur ve artık yeniden canlanmaktadır. TÜRKIYE’NIN REJIM SORUNU Yazımızın başından beri gündemimizdeki seçim sorununun sırf bir siyasal sistem sorunu değil, bir rejim oylaması niteliği taşıdığını da söylemiştik. Başka bir ifadeyle sonuçta burada adı konmasa da bir genel oylama var, Türkiye yüzyıldır süregelen bir vesayetçiliğe devam mı diyecek yoksa bağımsız mı olacak? Bu soruyu ancak tarihsel sürece bakarak cevaplayabiliriz. Son birkaç yüzyıl Batı abanmalarının sonunda sarsılan Osmanlı’nın son bulmasıyla Türkiye’de yeni bir siyasal döneme girilmiştir. Yoğun bir istiklal mücadelesi kazanımının üzerine oturan Cumhuriyet yapılanması, toplumun tarihsel misyonunu reddetmiş ve uygulamalardan anlaşıldığına göre bir reddi miras taahhüdü üzerine oturmuştur. Yapılması gereken ve hatta yapılan pek çok iş bir biçimde bu ret üzerine oturtulmuştur. Mesela alfabe inkılabı mutlaka yapılması gereken bir işti ve Cumhuriyet’in uygulamalarından yaklaşık yüz yıl önce Osmanlı aydınlarınca ele alınmıştı. Mesela ta 1808 yılında Akif Paşa’nın Batı dünyası ile sağlıklı ilişkiler kurabilmek için mevcut alfabenin yanında Latin alfabesinin de kabul edilmesi gerektiği konusunu işleyen makaleleri bunun tipik bir belgesidir. Ne var ki Cumhuriyet’in reddi mirasçı aydınları (mesela İnönü’nün bir ifadesinde yer aldığı üzere) yeni alfabeyle toplumu daha bir okuryazar, daha bir bilgili kılmaktan çok tarihsel misyonla bağlarını koparabilmeyi hedeflemişlerdir. Diğer bütün uygulamalarda bu paradigmayı görmek mümkündür. 22 | Mayıs 2023 | u Derin tarih okumalarımdan elde ettiğim bilgilere göre tarihsel misyondan uzak durma olarak ifade edilebilecek bu süreç Lozan Antlaşması ve diğer bazı protokollerle taahhütlere bağlanmış, bunun böyle olmasını isteyen Batı adına kontrolörlüğü de İngiltere üstlenmiştir. Ancak 1950’li yıllardan itibaren bu görevi ABD devralmıştır. Yani yarım yüzyıldır, tabir caizse otonom Türkiye’nin üst devleti ABD’dir, yani sizin anlayacağınız yeni mandacımız odur. 1950’li yıllara kadar tarihsel misyonun en önemli ögesi olan din karşıtlığında olağanüstü bir titizlik gösterilmiştir. Cumhuriyet aydını yoğun bir tembihle dinin karşısında mevzilendirilmiştir. Öyle ki din ile ilgili her türlü kımıldama “rejim dışı” bir iş diye görülmüş, en küçük işler bile şeriat düzeni kurmak olarak nitelendirilebilmiştir. Ciddi yaptırımlarla desteklenmese bu söylemin bir ironi olduğu düşünülebilirdi. Diğer bir deyişle sıradan şeyler din yapılanması şeklinde nitelendirilmiş, laiklik de kapsasın kapsamasın dine karşı rejimin koruyucu zırhı işleviyle kullanılmıştır. Türkiye’de, tarihsel misyonunu yok saymak üzere kurulduğu için rejim sorunu maalesef sadece bir iç sorunumuz olarak kalmamıştır. Onun için de ülkemizdeki bir siyasal seçim vesayetçi küresel sistemin de önemli bir sorunudur. Şu anda Türkiye’de yaşanan asıl sorun 2000’li yıllarda başlamıştır. Bu tarihten itibaren, öze dönüş özlemi yaşayan milletin de büyük teveccühünü kazanan Erdoğan 21 yıldır, söz konusu ettiğimiz tarihsel misyonu güncellemeye çalışmaktadır. Nereden bakarsak bakalım ülke istiklalini, tam bağımsızlığını elde etmekte başından beri göz ardı edilen istikbalini belirlemeye çalışmaktadır. Kendi ayakları üzerinde durabilecek bir ülke inşası mandacıları çileden çıkarmaktadır. 80 yıldır kendileri lehine işleye gelen sistem bozulmuştur. Artık taşeroncu terör saldırılarıyla, silah ambargolarıyla hizaya getirilecek bir ülke olmaktan hızla çıkmaktadır Türkiye. Batı Osmanlı’nın son dönemi gibi yine abanmakta, farklı güçlerini seferber etmekte ve daha da önemlisi ülke içindeki birçok kesimi cepheye sürmektedir. Batı artık şunu gördü, çıkarın dışında hiçbir ideolojisi olmayan kitlelerin sokağa dökülmesiyle sonuç alacak kadife darbeler dönemi bitmiştir. Toplumların temel eğilimlerine denk düşmeyen hareketler başarılı olmayacaklardır. Onun için kitlelere nüfuz edebilmek gerekir, din ise din, milliyetçilik ise milliyetçilik rolü oynamak gerekir. Bu çerçevede ülkemizdeki dindar muhafazakâr kesim bu yeni cepheye sürülmüşlerdir. Aksi bir tarihsel misyonun rolünü oynamaktadırlar. Tabi çoğu bunun bir yanılgı olduğunun farkında bile olmayabilir. ... Ümran Dergisi,son sayisı Mustafa Aydın
·
406 görüntüleme
Bu yorum görüntülenemiyor
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.