Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

240 syf.
9/10 puan verdi
·
4 günde okudu
Öncelikle Yalnızlar Zaven Biberyan’ın kaleminden okuduğum üçüncü roman. Sırasıyla; Karıncaların Günbatımı, Meteliksiz Âşıklar ve şimdi de Yalnızlar. Yalnızlar yerine Meteliksiz Aşıklar’ı öne koyma sebebim ise isminin daha cazip gelmiş olmasıydı, ancak Zaven Biberyan’a başlamak istiyorsanız ve Karıncaların Günbatımı fazla kalın geliyorsa, benim tercihim kesinlikle Yalnızlar’la başlamanızdan yana. Hem yazarı tanımanız açısından açık bir kaynak hem de kendini okutan akıcılıkta bir eser. Aynı mahallede yaşayan iki ayrı ailenin iki gününe tanıklık ediyoruz. Bir Ermeni, bir de Türk aile. Madam Yeranik ve Osman Beygilin aileleri. Bu insanların yolları nadiren kesişiyor, bu vesileyle iki ayrı hayata aynı anda tanıklık etmiş oluyoruz. Zaven Biberyan’ın sosyalist düşün yapısı bu kitapta göze fazlasıyla çarpıyordu. Karıncaların Günbatımı’ndaki gibi bir karakterin ağzından yüzümüze vurulmasa da içinde yaşadığımız toplumun noksanlığı, işçi sınıfına, kadın kimliğine, gâvur fikrine nasıl bakıldığına kanıt oluşturacak cümleler her sayfasında eserin. Her karakter üzerine vazife olan görevi yerine getiriyordu. Taşralı bir ailenin şehirli olma çabasıydı Yeranik ve oğlu Krikor’da okuduğum. Aynı aileye mensup Pupul ise eve gelen tesisatçıyla sohbet ediyor, “Çarşılı” damadını beğeniyor ve taşralı kimliğini göğsünü gere gere taşıyordu. Pupul karakteri bu yönüyle gerçekten takdir ettiğim ve sempati beslediğim bir karakter olsa da, her Biberyan karakteri gibi, elle tutulmayacak tarafları da var elbet. Ancak tüylerini okşadığı tekir kedisine tekir demekten çekinmeyen, süslü isimler koymakla uğraşmayan egosuz bir karakter. (Tabii ki kedilere süslü isimler verilebilir, romanda bunun temsil ettiği duruştan bahsetmeye çalışıyorum.) Misal: “Ben ne amira torunuyum, ne de saraylı. Konyalı Mardik Ağa’nın kızıyım.” Bence roman boyunca karakterlere kendi hayat görüşüne çok ters cümleler kurduran Biberyan, kesinlikle bu cümlenin arkasında dururdu. Yine her romanındaki gibi Türkiye toplumunun arasında nefes almaya çalışan bir Ermeni kimliği, azınlıkların çoğunluk arasındaki yaşantısı ve 1940’ların İstanbul’u… Ayrı bir dünyaymış gibi geliyor bana Biberyan’ın kalemindeki İstanbul. En çok da bu İstanbul sevdiriyor belki de onun kitaplarını. Onun İstanbul’u benim İstanbul’umdan çok farklı. Eğer bir kez bile Biberyan okuduysanız kastettiğim hissiyatı eminim anlıyorsunuzdur. Eğer Osman Beygillere gelecek olursam, onların ailesi, eğer aile denebilirse, kesinlikle Yeranik’lerden çok daha mide bulandırıcıydı. Karısı, görümcesi ve evlatlığı Fatma, namıdiğer Gülgün ile yaşıyor Osman Bey. Gülgün’ü para ödememek için küçüklüğünden almış, hizmetçi gibi çalıştırıyorlar. Sahibesine “anne” diyor Gülgün. Özgürlüğü, istediğini giyebilmeyi, sözde annesi gibi ev sahibesi olabilmeyi arzuluyor. Evin oğlu Erol tarafındansa hem küçüklüğünde hem de yetişkinliğinde resmen kullanılıyor. Spoilerın suyunu çıkarmamak için buraları biraz geçiştirmem gerekiyor. Erol karakterinden bahsetmek dahi midemi bulandırıyor ancak icabeten kısacık değineyim. Aşağılık kompleksi olan, hizmetçi bir kızdan hoşlanmaktan utanacak kadar zavallı, sırf Türk kimliğinden dolayı bir Ermeni yurttaşın canını almayı bile kendine hak sayacak kadar da amasız fakatsız bir faşist Erol. İğrendim okurken, evet en az onun kadar pislik ve katil bir karakter daha var hikayede ama Erol’a duyduğum nefret hat safhada. Klasik baba parası yiyen zengin çocuğu, Biberyan’ın da ondan nefret ediyor olduğunu hissetmek çok güzeldi ancak, buna da değinmem gerekir… Öfkelendirdi beni, her Biberyan romanında olduğu gibi öfkelendirdi Ermeni yurttaşların düşmanlaştırılması. “Madem İstiklal Harbi’nde kovulmuştu gâvurlar -Moskof, Yunan, İngiliz- memleketten kovulmuşlardı, bunlar kimdi peki? Niçin hâlâ buradaydılar? Niye kovulmuyordu düşman?” Veya öldüresiye dövüldüğünde sevgilisiyle adadan dönen bir Ermeni yurttaş, “Türk kimliğine hakaret etti der, yırtarız.” diye düşünülmesine öfkelendim. Belki yazar kendi de hissettirse öfkesini ben bu kadar öfkelenmeyecektim ancak yalnızca anlatıyor, düşünme işiniyse bize bırakıyor. Başka bir yazarda teknik bakımdan eksiklik olarak yorumlayacağım bu dil Biberyan romanlarının olmazsa olmazıdır. O öfkesini gizler, neredeyse her Ermeni yurttaş gibi. O kabullenir, kabullenmemek bize düşer. Ayrıca, benim açımdan kadın figürünün toplumdaki yerinin en net eleştirildiği Biberyan romanıydı Yalnızlar. “Sürtük” kelimesiyle başlıyor eser, ve öyle bitiyor… Kimdir o sürtük biliyor musun Yeranik? Ne hissediyordu Gülgün, nasıl bir hayat arzuluyordu? O sürtük hak ediyor muydu böyle bir hayatı? Sürtük, sürtük, sürtük… Bir işçiye hakaret edildiğinde aklı başından gidecek Pupul, olması gereken de bu, kadın kimliğine hakaret ederken çekinmiyor, bu konuda o kadar da dik başlı ve mert olmasa gerek. Daha çok uzatırım bana kalsa ancak burada noktalamam gerekiyor. Kısaca yine toplumun her noksan tarafının karakterlere teker teker yansıtıldığı, iki yüz sayfalık bir serzeniş Yalnızlar. İşçi sınıfının dertleri, azınlıkların ve kadının toplum içindeki yeri gibi konulara sertçe parmak basıyor. Bazen gözleri dolduran, bazen kan donduran sahnelerle dolu. Okuyacak Biberyan kitaplarım azaldıkça üzülüyorum, -Aras Yayıncılık bazı eserleri hâlâ Türkçeleştirmediği için beklemem de gerekiyor- bütün külliyatına hakim olduğum vakitse yazara dair upuzun bir inceleme yazmak istiyorum. Heyecanım yüksek :)
Yalnızlar
YalnızlarZaven Biberyan · Aras Yayıncılık · 2016173 okunma
·
106 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.