Gönderi

Sekizinci Beyan
| İLHAM İLE ÖĞRENME ARASINDAKİ FARK VE SUFİLERİN KEŞİF YOLU İLE NAZARİYECİLERİN YOLU ARASINDAKİ FARK | Şunu bil ki! Zaruri olmadığı hâlde kalpte hasıl olan bazı ilimler farklı şekilde oluşur. Bazen nereden geldiği bilinmeyecek şekilde kalbe ilka olur. Bazen de öğrenmekle ve istidlal yolu ile elde edilir. Delilsiz ve kesp olmadan elde edilen ilme ilham denir. Delil ile elde edilen ilme “itibar” ve “istibsar” adı verilir. Öğrenmeden ve çaba gösterilmeden elde edilen ilim, ikiye ayrılır: Birincisi nereden geldiği bilinmeyen, ikincisi ise nasıl oluştuğu bilinmeyen ilimdir. Bu ikinci kısım, o ilmi kalbe ilka eden meleği görmekle mümkün olur. Birincisine ilham veya nefha (kalbe üflenmesi), ikincisine ise vahiy denir. İlham evliyalara ve salih insanlara, vahiy ise peygamberlere mahsustur. Delil ile elde edilen ilimler ise âlimlere hastır. Bu hususta sözün hakikati şudur: Kalp, eşyanın bütününün kendisinde tecelli etmesine yatkın bir yapıdadır. Ancak yukarıda da bahsettiğimiz gibi bu hakikatin tecelli etmesine engel olan beş husus vardır. Bu engeller âdeta ALLAH ın (cc) kıyamette hükmettiği her şeyin nakşedilmiş olduğu kadar Levh-i Mahfuz ile kişinin kalp aynası arasına sarkıtılmış bir perde gibidir. Levh-i Mahfuz’un aynasından kalp aynasına ilimlerin hakikatlerinin yansıması bir aynadan karşıda bulunan aynaya bir suretin yansıması gibidir. İki ayna arasındaki perde bazen elle kaldırılabileceği gibi rüzgârın esintisi ile de kalkabilir. Bunun gibi bazen ilahî lütuf rüzgarları eserek kalp gözlerinden perdeler kalkar ve Levh-i Mahfuz’da yazılı şeylerin bazısı görünür. Bu olay bazen rüyada vuku bulur ki kişi bu durumda gelecekle ilgili bazı şeyleri bilir. Perdenin tamamen kalkması ise ölümle gerçekleşir. Bazen de uyanıkken ALLAH’ın gizli lütfuyla sırlar inkişaf eder. Böylece gayb perdesinin arkasında bulunan gizli ilimler kişiye ilka olunur. Bunlar bazen şimşek gibi, bazen de peş peşe olur; ancak yine de sınırlı olur. Bunun devamlı olması çok nadirdir. İlham ile elde edilen ilim bizatihi ilmin kendisinde, sebeplerinde ve mekânlarında kesp edilmiş ilimden ayrı değildir. Farklı olan yönü, perdelerin kaldırılmasıdır. Bu ise kulun seçimi ile olmaz. Vahiy ve ilhamda da durum aynıdır. Aralarındaki fark, vahiyde ilmi getiren meleğin görülmesidir. Zira vahiyle ilim, melek vasıtası ile elde edilir. Nitekim ALLAH (cc) şöyle buyurmuştur: “ALLAH bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur yahut bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder.”[72] Sen bunu kavradıktan sonra şunu bil ki! Tasavvuf ehli, öğrenilerek elde edilen ilimlerden ziyade ilham yoluyla elde edilen ilimlere meylederler. Bu nedenle onlar ilim tedris etmeye, müelliflerin yazdığı eserleri elde etmeye, delillere ve ilim ehlinin sözlerini araştırmaya hırs göstermezler. Bilakis onlar şöyle derler: “İlim öğrenmenin yolu mücahede etmek, yerilmiş sıfatları nefisten silmek, her şeyden ilgi ve alakayı kesip tüm benliği ile ALLAH'a yönelmektir.” Kul bu mertebeye ulaştığı zaman ALLAH (cc) onun kalbine hükmeder, ilim nurları ile nurlandırmayı kendi sorumluluğuna alır. ALLAH bir kalbe hükmettiği zaman o kalbe rahmet akıtır ve onu nur ile aydınlatır. Derken kulun kalbi inşirahla dolar, melekût âleminin sırları inkişaf eder, rahmet lütfu ile beraber gaflet perdesi kalpten kaldırılır, ilahî hakikatler ışıldar. Kulun yapacağı şey ancak ALLAH’ın açacağı rahmet kapısı için tam bir iştiyak ve doğru irade ile kalbi azimli olmaya ve temiz tutmaya hazır hâle getirmektir. Peygamberlere ve velilere ilahî sırlar inkişaf etmiş, kalpleri nur ile dolmuştur. Ancak tüm bunlar okuyup öğrenmekle veya kitaplardan faydalanmakla olmamış, dünyada züht bir yaşamla, kalbi tüm meşgalelerden temizleyerek, tüm benliği ile ALLAH’a yönelmekle olur. Kim ALLAH için yaşarsa ALLAH da o kişiyle beraber olur. Tasavvuf ehli bu yolda ilerlemenin şöyle olduğunu iddia ettiler:Kişi, öncelikle dünyadan tamamen ilgi ve alakayı kesmeli, kalbi dünyadan temizlemeli; gayretini insanlardan, maldan, çocuktan, vatandan, ilimden, velayetten ve mevki-makamdan uzak tutmalıdır. Hatta kişinin kalbinde her şeyin varlığı ile yokluğu eşit hâle gelmelidir. Sonra farz ve revatip sünnetlerle iktifa edip evinin köşesine çekilmeli, huzur-u kalp ile burada oturmalı, Kur’an okumakla, tefsirle, hadis ilmiyle veya başka bir şeyle bile meşgul olmamalı, hatta aklına ALLAH’tan başka bir düşünce gelmemesi için çaba göstermelidir. Böylece halvette huzuru kalp ile “ALLAH! ALLAH!" demeli, öyle bir hâle gelmeli ki dilini bile hareket ettirmeyi terk etmeli, sanki ALLAH kelimesinin kendi dilinde aktığını görmelidir. Sonra telaffuzun izinin dilinden gitmesine, kalbini devamlı ALLAH’ı zikretmesi haline kadar sabır göstermelidir. Sonra da kalpten harfleri, lafızları ve kelimelerle ilgili şekilleri silinceye kadar gayret göstermelidir. Sonra kalpte kelimenin sadece anlamı kalmalı, kalbin bir parçası gibi sürekli kalpte bu mana hazır olmalıdır. Bu mertebeye kadar yükselmek ve bunu daimi kılmak için vesveseleri defetmek insanın iradesindedir. Ancak ALLAH’ın rahmetini celp etme hususunda onun iradesi yoktur. Fakat o, yaptıklarından dolayı ALLAH’ın rahmet nefhalarının odağı haline gelir. Kişi, peygamberlere ve velilere ALLAH’ın bahşettiği rahmet kapısını beklemelidir. Bu durumda irade sadık olursa, gayret temiz olursa, devamlılık da güzel olursa şehvetler onu çekemez, dünya ile ilgili nefsin dürtüleri onu meşgul etmez ve bu durumda Hakk’ın şuleleri o kalpte parıldar. İlk anlarda bu parıltılar şimşek gibi gelip geçer ve sabit durmaz. Sonra geri döner, bazen ise gecikir. Geri döndüğünde bazen sabit kalır, bazen hızlı geçer. Eğer sabit kalırsa onun bu sübutu bazen uzun sürer, bazen de kısa. Bazen de art ardına benzerleri gelir. Bazen ise bir şekil üzerine kalır. ALLAH'ın velilerinin dereceleri bu hususta insanların ahlaklarının ve fiziklerinin farklı olması gibi farklı farklıdır. Bu yolda bazen temizlenmeye ve arınmaya tekrar ihtiyaç duyulur. Sonra tekrar hazırlanılır ve lütufların gelmesi için tekrar beklenir. Nazariyeciler ve muteber sayılan bazı ilim adamlarına gelince: Onlar da bu yolun varlığını ve mümkün olduğunu, nadir de olsa bu gayeye ulaştırdığını inkâr etmezler. Zira peygamberler ve velilerin ahvalinin çoğunluğu böyledir. Ancak onlar bu yolu çetin görmüşler, meyvelerinin geç alınacağı kanaatine varmışlar, tüm şartların bir arada olmasını uzak bulmuşlar ve bu dereceye varan alakayı kesmenin mümkün olamayacağını, mümkün olsa bile devam etmeyeceğini, zira küçük bir vesvesenin bile kalbi karıştıracağını iddia etmişlerdir. Nitekim ALLAH Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: “Müminin kalbi kaynayan tencereden daha çok değişir." ٠ “Müminin kalbi, Rahman’ın iki kudret parmağı arasındadır.” Bu mücahede esnasında mizaç ifsat olur, akıl karışır ve beden de hasta olur. Nefis terbiye edilmez de ilmî hakikatlerle tezyin edilmezse o zaman kalbe birtakım fasit hayaller takılır, nefis uzun zaman o halinden memnun olur. Ta ki kişi, kurtulmadan önce ömrü geçip gider. Nice sufiler bu yola böyle sülûk etmişler, yirmi yıl boyunca da bir hayal üzerinde kalakalmışlardır. Oysa bu sûfi, yola girmeden önce ilim sahibi olmuş olsaydı o halin hayal olduğunu hemen anlardı. Bu itibarla ilimle meşgul olmak daha sağlam ve gayeye daha yakındır. Onlar bu durumun fıkıh okumayı terk eden insanın durumuna benzediği iddia ettiler. Yine bu sûfiler şunu da iddia ettiler: “ALLAH Resulü (sav) okuyup yazmadan, eğitim almadan vahiyle ve ilhamla fakih oldu. Ben de riyazete devam edersem bu mertebeye ulaşabilirim.” Kim bu zanna kapılırsa nefsine zulmetmiş, ömrünü de heba etmiş olur. Hatta bu kişinin durumu, hazine bulurum düşüncesiyle kazanç yollarını ve ekip biçmeyi terk eden kişinin durumu gibidir. Bu belki mümkündür ama çok uzak bir ihtimaldir. İşte bu sûfinin durumu da böyledir. İlim ehli şöyle der: “Öncelikle âlimlerin tahsil ettikleri ilimleri öğrenmek, onların dediklerini anlamak gerekir. Bunu yaptıktan sonra diğer âlimlere inkişaf edenleri beklemekte beis yoktur. Çünkü mücahede ile bunu elde etmek mümkündür.”
·
132 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.