Bir toplumu millet haline getiren tarihsel deneyimler bütünü içerisinde, değer yargıları, oranı belirsiz bir yer tutar, doğru. Ancak değer yargılarının değerlerle alakası, yargıcı yargılayan yasa kadardır. Toplumu millet yapan amiller içerisinde ahlak problemleri (matematik ve fizikteki problem) de yer alır, etnosemboller de. Sözgelimi, soyut değerlerin karınları doyurmaması gibi, somut teşekkülerin de yalnız başlarına toplumu millet kıldığı düşünülemez, kılmadığına dair örneklerle doludur tarihin çöplüğü. Şiddet tekilini elinde tutan erke boyun eğen, hür mahkemelerce yargılanan, ticaret serbestisine sahip olan fertlerin oluşturduğu her toplum millet olmamıştır, olamaz.
Bekânın, kimliğe sadakatle ilişkisini yadsımamakla beraber, kimliğe sadakati sağlayacak etmenleri unutmamamız gerektiğini, bu etmenlere göz atarken, gözlerimizi gökyüzünden alıp toprağa çevirmemiz gerektiğini düşünüyorum zira mezkur etmenlerin ekserisi, yeni tabirle "bilimsel". Ulus-devletin bir millet projesi olmadığı düşüncenize katılıyorum. Çünkü zaten "millet" tabir ettiğimiz mutasavver şemsiye altında, yalnızca şimdi yaşayanlar değil, geçmişte yaşamış olanlar ve gelecekte yaşayacak olanlar da toplanmıştır. Bu en azından biz Türkler için böyledir. Yaklaşık 1300 yıl önce, bir yöneticinin, milletine hesap verircesine hitap etmesi, atiyi düşünerek sözlerini taşa kazıtması yabana atılır bir iş değildir. Yalnızca bu misal, devlet ve millet tahayyüllerimizin mahiyetlerini, dünyanın geri kalan milletlerden ayırmaktadır.
"Bu topraklara dayatılan uluslaşma macerası" ifadenizden sezinlediğim horgörü, anakronist yaklaşıma örnektir. Zira bu şekilde ifade ettiğinizde, mezkur maceraya girişilen zamanda şartlar çetin değilmiş, tercih edilebilecek birden fazla reçete varmış gibi anlaşılıyor. Oysa "devrim" bir tercih değil zorunluluktur, doğası itibariyle mutluluk için değil hayatta kalmak için gerçekleştirilir. 3 asrı aşkın bir süredir, düşman karşısında mevzilerini ağır ağır kaybeden ve neticede yedi düvelce talan edilen bir imparatorluğun bakiyesi olduğumuzu aklıda tutmadığımız takdirde, korkarım, geçmişe dönük hıncının ürünleriyle geçimini sağlamaya çalışan bir yığın olmaktan öteye gidemeyeceğiz. "Yerli işbirlikçiler"i tespit ve teşhisle ömrünü geçiren, taş üstüne taş koymadan bu dünyadan göçen nice kalem erbabı var. Subjektif nazarla tekamülü tağayyür olarak, tağayyürü ise tekamül olarak nitelemek mümkündür. Zahiri yorumlarken, batının ulviyetine kapılıp, üç boyutlu alemin sert yasalarını yumuşatabilmemiz mümkün görünmüyor. Gözümüzü olana dikerken, olması gerekeni düşünmeyi elbette bırakmamalıyız, ancak göğe uzanırken toprağa takılmamayı da aklederek.
Bu ve okuduğum başkaca yazılarınızdan, sizin bir misyonun fikrî temsiliyetini üstlenme niyetinde olduğunuzu, eskilerin deyişiyle "ideolog" olma sorumluluğunu taşımaya giriştiğinizi sezinliyorum. Yanılıyorsam da şunu açıkça ifade etmek isterim, ahlak-erdem-etik kıtlığı yaşanan toplumlarda, tüm davalar çolaktır, topaldır. Özetle "millet olma" vasfımızı, batılılaşma serüvenimiz değil, çok daha elle tutulur, gözle görünür ahlak problemleri baltalamaktadır. Evlerimizin önlerindeki pisliği işgalcilerin, sömürgecilerin, "yerli işbirlikçiler"in ya da "dünya sisteminin" önüne süpürmeyi bırakmalıyız diye düşünüyorum.
Saygı ve sevgilerimle.