Koştum odama, ilk prototipimi gösterdim Serkan ve Mete’ye. İlk niyet kutumuzdu bu.
Niyet, İstanbul’da o yıllarda oldukça popüler olan bir piyango sistemiydi aslında. Lunaparklardaki
oyunlardan devşirmeydi. Bir kutu dolusu eşya, oyuncak, ıvır zıvır numaralandırılır, cüzi bir fiyata
numara çektirilirdi. Niyet çeken, numarasıyla eşleşen eşyayı alır giderdi. Aslında akranlarımıza niyet
ile kısmet arasındaki farkı öğretiyorduk. Herkesin niyeti atariydi, tetristi, ama kısmeti sırt kaşıngacı,
bilemedin kalem pil oluyordu. Fazla derin olmayan, üst tarafı açılmış tepsi şeklindeki kutuya
bakıyordu Mete ve Serkan. İçerisinde tetrisim, el atarim, fırıldaklarım, babamın el feneri,
anneannemin sırt kaşıngacı, kullanılmamış kürdanlar, tavla zarları, uzaktan kumandalı arabam, LTT
Schaub Lorenz televizyonumuzdan kopmuş kanal tuşları ve bunlar gibi dünya kadar ıvır zıvır vardı.
Uzun uzun baktı Mete, kutuya elini sokup bir dişli çark çıkarttı.
“Bu ne?”
“Bizim eski süpürgeyi sökmüştüm, ondan çıktı.”
“Kim ne yapacak ki bunu?”
Serkan suskunluğunu bozdu. “Bize ne? Ne yaparlarsa yapsınlar, biz paramıza bakalım.”
“İyi de almazlar ki bunu,” dedi Mete.
“Mete,” dedim. “Onun ne olduğunu üçümüz biliyoruz, bir de Beko yetkili bayisi. Kimse ne olduğunu
bilmiyor. Her şey diyebiliriz onun için.”
“Kandıracak mıyız insanları?” diye ağlar tonda, duyarlı çizgi film karakteri gibi alt dudağını titreterek
atıldı Mete.
“Mete, sakız alınacak paraya niyet çekiyorlar, uzaktan kumandalı uçak maketi mi verelim o paraya?
Çeteyiz oğlum biz, döve döve de almasını biliriz ellerindeki parayı, ama isteyerek vermeliler, anlıyor
musun beni?” diye atıldım.