Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

760 syf.
·
Puan vermedi
·
Beğendi
vurulsun kösleri şu gâvur sevdamızın vursun isyanın bacısı olan kanım karanlığa Tarihimiz ve meraklıları; kahramanlık ve gâvurluk arasında, siyah ve beyazın kabulüyle ilerler. Bu topraklarda hataları ve sevaplarıyla var olanların, yaşayanların değil, hainlerin ve vatanseverlerin tarihleri vardır, kalıplar içerisinde bir kabul ve bu kabule dayalı olarak anlatılar yaşar, merak edilir, en önemlisi de kabul edilir. Dar-ı bekaya irtihal eden her kim ise ilgilisine göre mutlak anlamda suyun kendi tarafından olup eleştirilemez olur ve yaptığı her şeyi sevabıyla, günahıyla, yanlışıyla doğrusuyla görmeyiz, göremeyiz. Ele alınacak konu veya kişiler kimse, doğumundan ya da kuruluşundan itibaren tek görüş üzere yaşamıştır, hiç değişmemiştir, değişemez ve bir kahraman hilkatiyle vasıflandırılmıştır yahut tam tersi olumsuz vasıf ve nitelemeler kullanılabilir. Asla ve kat’a kabullenemeyiz insanların değiştiklerini, hata yapabildiklerini. Toz konduramayız, gönülden bağlılıktır bizimkisi ama tehlikeli olanından. Biraz sağduyu, biraz merak ve hayret, biraz da okuma ve araştırma ile üstesinden gelinir, hem temellerimiz sağlam olur hem de yarınlara sorunlarımızı çöze azalta gideriz. Bir diğer meselemiz ise zamana ayak uyduranlarımız ve her devrin adamlarıdır. Bunlar her zaman gücün ve güçlünün yanında olup, itaat ve biat ehli olmuşlardır. Her dönemde kimin davulu çalınacaksa ilk gidenler bunlardır, kimin borusunun öteceğinin kokusunu alırlar, almasalar da hoş, bir şekilde bu boruyu öttürmenin sırasının kendilerine geleceğini bilirler ve hazırlıklarına başlarlar. Amaçları sadece pay almak, ganimet paylaşmaktır; herhangi bir yol takip etmek, herhangi bir fikir araştırması değildir veyahut “Hata yapalım ama en azından bir mesele uğruna gayret ederek olsun” demezler. İşleri hiç değişmez, ellerinde bir boru veyahut davulla ha bire başkalarının şarkılarını söyler, başkalarının şarkılarını çalarlar. Tehlikeleri ise gelecekte yaşanacak değişimde bu sefer kim gelirse onun postu altında, onun abasının-kisvesinin içinde olacaktır. Yeri gelir, posttan sopa gösterir, tehdit ederler; yeri gelir, “Kimse yoğ idi biz burada var iken” deyip başköşeyi alırlar ve kervanlarını yürütürler. Kimse bunlardan şikâyetçi olmaz, kullanışlı olmanın getirdiği birbirine tahammül ve gizli, örtük menfaatler yürütür bu ilişkileri. Sonunda bunlara güvenenler de zaman içinde gidenin arkasından fatihasını okumadan, helvasını yemeden yeni yollara düşmüş, yeni kervanlar peşinde koşmuşlardır. Diğer bazıları ise merakın ve hayretin kapı eşiğinde, yargılamaktan uzak ve anlamaya dönük gayret ederler. Sonuç odaklı olmaktan ziyade anlam odaklıdırlar, zaman ve zeminden uzaklaşmadan, makul olanın ve mantık sınırlarının içinde seyrederler. Biraz yorucu olmakla birlikte anlamaya dönük bu çabanın kattığı, insanın iç huzuru yönünden en sağlıklısıdır. Anlamdan ve bağlamdan kopartılan her bir mesele istisnasız anlamsızlığın kıyılarında gezecektir. Bugünden geçmişe doğru atılan her bir bakış ve yargılama amacı yolculuğu başlamadan bitirecektir. Geçmişe giderek günün koşulları dâhilinde siyah ve beyaz kabulünden kurtularak, grilerin varlığını kabullenerek, insanın değişebileceği ve fikirlerinin kölesi olmadığını gözeterek yapılacak her bir arayış ve çaba sorunlarımızı minimalize edecek ve anlamaya dönük bu çabanın elbet bir karşılığı olacaktır. İmkânların insanların önüne oluk oluk su gibi aktığı günümüzde her kategori ve tipten insan bulmak, insanla karşılaşmak mümkün. Merakının arkasında, terkisine hayretine almış yürüyeni de var; bulunduğu tekkeyi terk etmekten korkarak kabullerine sıkı sıkı sarılan da… Bununla birlikte ilginç bir nokta zuhur ediyor ki, bazıları arayışın son bulduğunu ve öğrendiklerinin mutlak hakikat kategorisinde olduğunu kabul ederek yolculuğunu tamamlıyor. Hâlbuki alınan her nefesle yolculuğun devam ettiğini, yol devam ettiği sürece de her an yeni bir karşılaşmanın olabileceğini ve donukluğun insana zarar verebileceğini hatırdan çıkarmamak gerek. Tarihe mâl olmuş ve günümüzde tartışmaların ana konusu olarak popülerleşen, ara ara popülerlikten uzak, gruplar ve sosyal medya aracılığıyla gündemde olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin silahşorlarından Yakup Cemil hakkında Hasan Ali Polat Hoca, Ötüken Neşriyat’tan bir kitap yayımladı. Kitabın tam adı Yakup Cemil: Hayatı ve Divan-ı Harp Sorgu Tutanağı. Kitabın alt başlığı da “Nihayetiniz bir kurşun veya üç ayaklı bir sehpa.” Yakup Cemil dendiğinde akla gelen ilk çağrışımlar; Bab-ı Ali Baskını, revolver, fedai, Trablusgarp, 2. Meşrutiyet, mecnunü’l-mecânîn, suikast, hain, münferit sulh gibi olumlu ve olumsuz sıfatlar bütünüdür. Yakup Cemil’in konu edildiği ve Hasan Ali Polat Hoca tarafından hazırlanan kitaptan önce Yakup Cemil’i biz daha çok efsaneler üzerinden ve efsaneleştirilmiş bir kişilik olarak tanıtıma ve tanımaya meyilliydik. Bazı çevreler Yakup Cemil’i kahraman ilan ederek yere göğe sığdıramazken bazıları ise tam tersi istikamette, onun bir hain olduğunu iddia ederek kendisine saldırmaktaydı. Bu kitaba kadar Yakup Cemil bir efsane olarak görülmekteyken, eserle birlikte okur, Yakup Cemil’in de insan olduğunu, hataları ve doğrularıyla bir ömrü idame ettirdiğini, zaman içerisinde olayların etkisiyle fikirlerinin değiştiğini ve en nihayetinde darağacında biten bir “insan”la karşı karşıya olduğunu görüyor. Eser ne Yakup Cemil ve İTC’yi yerme, yerden yere vurma amacıyla kaleme alınmış; ne de Yakup Cemil’in büsbütün salt kahraman olduğu iddiasıyla hareket etmiştir. Mustafa Kemal’e aftedilen bir sözde Enver Paşa hakkında “Enver bir güneş gibi doğmuş, bir gurûb ihtişamıyla batmıştır; arasını tarihe bırakalım” dendiği rivayet olunur. Bu kitap yönünden Yakup Cemil hakkında da Enver Paşa ile kıyas kabil olmamakla birlikte yapılmak istenen şey Yakup Cemil’in hayatını belgeler ve sorgu tutanakları ile birlikte inceleyerek onun “insan” olarak yaşamı ve fikirlerini kaleme almaktır. Yakup Cemil’e ilişkin konuşulacaksa İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne değinmemek, cemiyetten bahsetmemek imkânsız gibidir. Yakup Cemil cemiyetin fedai grubundan bir silahşor olarak cemiyetle âdeta bütünleşmiş olup bütün anlatımlarda bu birliktelik görülür. “Çünkü o (Yakup Cemil) kendini İttihat ve Terakki’ye âdeta “vakf”etmiş bir fedaidir.” (s. 21) Cemiyetin olaylarının içinde doğrudan yer alır ve siyasal aklın çözemediği her meseleyi silahıyla çözmeye kalkışan ve yer yer çözen birisidir. İttihat ve Terakki Cemiyeti son yıllarda daha çok anlaşılmaya çalışılan, üzerine düşünülen ve hakaret etmek ve yargılamaktan ziyade anlaşılmak için çabalanan bir cemiyet olma yolunda ilerliyor. Cemiyet hakkında yayımlanan kitaplar da bu amaca hizmet ediyor ve Cemiyet üzerinde var olan “hain” damgası kaldırıldığı gibi üzerindeki “sis” perdeleri de yayımlanan eserlerle bir bir ortadan kaldırılıyor. Gerek yeni ortaya çıkan eser ve belgeler gerekse bu alanda yapılan müstakil çalışmalarla birlikte Cemiyet hakkındaki olumsuz algının kırılmaya başlandığı, kamuoyunun da bu konuda daha hakkaniyetli bir yaklaşım sergilediği görülüyor. Sosyal medya ortamlarında düzenlenen programlar ve gruplar üzerinden bilgiye erişimin kolaylaşması, mevcut ön yargıların kırılmaya başlanması da Cemiyet’in anlaşılmasına yardımcı oluyor. Cemiyet hakkında yapılan çalışmalar makro tarih alanında elbette önemli vasıfları haiz olmakla birlikte mensubînin hakkında yapılacak her çalışma ayrıca mühimdir. İTC’nin umumi tarihinin yanında mensubînin tarihi de önem arz ediyor. Son zamanlarda Cemiyet hakkında yazılanlar ve hatırat kitaplarının yanında mensubînin hayatına yönelik araştırma ve emek mahsulü eserler ortaya çıkıyor. Cemiyet yönünden -yeni çıkacak belgeler dışta tutularak- söylenen sözlerin çokluğu ortada olmakla birlikte mensubîn yönünden eksikliklerin olduğu kabul edilmelidir. Cemiyetin bilinen isimleri üzerine akademik çalışma ve hatıratlar elimizde mevcut olmakla birlikte araştırılmamış, hayatı efsanelerden arındırılmamış isimlerin olduğu gerçeği bir köşede duruyor. Bu çalışma ile birlikte Cemiyet’in efsaneleştirilmiş isimlerinde Yakup Cemil yönünden birçok eksiklik gideriliyor. Yakup Cemil ismine daha çok meşrutiyetin ilanı ve Babıâli baskınından aşinayız. Bununla birlikte hayatının önemli bir noktası olan ve onu ölümüne götürecek olan münferit sulh meselesine ilişkin divan-ı harp tutanakları da bu eserle gün yüzüne çıkartılıyor ve önemli bir meseleyi aydınlatıyor. Eser; Yakup Cemil’in hayatı, münferit sulh meselesi ve sonuç ile birlikte üç ana bölümden oluşuyor. Sonuç bölümünü müteakiben divan-ı harp tutanakları ve Yakup Cemil meselesi hakkında müteferrik evraklara yer verilmiş. Kitabın sayfa sayısı yönünden ağırlıklı kısmını bu son bölüm oluşturuyor. İTC’nin meşhur hatibi ve Babıâli baskını öncesinde Edirne’nin Bulgarlara verileceğine ilişkin hitabetiyle baskında önemli pay sahibi olan Ömer Naci’ye atfedilen Meclis-i Mebusan konuşmasında “İttihad ve Terakki kırk mecnundan mürekkep bir heyettir … Yakub Cemil de mecnun-ül mecanin” der. Bu bir nevi delilerin delisi, delilerin tetikçisi olarak anlaşılabilecek bir söz olup Yakup Cemil’in tam da kişiliğini yansıtır. Yazının başında belirtildiği üzere Yakup Cemil silahşor olmasının da etkisiyle sözden çok silaha güvenen ve silahla sorunların çözüleceğine inanan, kişiliği itibarıyla da bu yöne meyilli birisidir. Yakup Cemil’in bu fevri kişiliği ve siyasetten ziyade sorunları silahla çözmek istemesine ilişkin birden çok anektod anlatılır: Bu arada Yakup Cemil söze girer: “Ömer Naci geride durur hâlâ….. Şairciliğindendir. Lakin şairciliğine keskin İttihatçılığı da katmıştır, amma yine de tam keskin değildir… Bu işin keskinliğe giden yolu başkadır. (Belindeki kocaman tabancasının kılıfına parmakları ile piyano çalar gibi vurmaya başladı. Sonra konuşmasını sürdürdü.) İşte halli mesele burada yatar… Gir Saray’ın kapısından, çık Saray’ın kapısından… İş olup biter…” (s. 32) Yakup Cemil’in kişiliği hakkında Divan-ı Harp tarafından ifadesi alınan Enis Avni (Aka Gündüz, 1885-1958) şöyle der: “Siyaset-i dâhiliye ve hariciye hakkında bir şey söylemedi. Çünkü söylemek istemedi. Kendisini tanıyanlar bu vasfını takdir ve idrak ederlerdi. Çünkü Yakup siyasetten bahsetmeyi hiç sevmez. O yalnız iş görmeyi sever.” (s. 28) Kuşçubaşı Eşref Bey de Yakup Cemil’i iyi tanıdığını belirterek “Biraz kendisi muhakemece zayıftır. İyi itimat ettiği bir arkadaşı bir şey söylese muhakeme etmeden kabul eder. Kurulursa her tarafa kullanılır,” der. (s. 33) Onun için günün birinde yanlarına yeni bir subayın gelmesi pek kolay görülebilirdi. Ama her nedense, bu gelen adamdan şüphelendiğini Yakup Cemil bize inançla anlatıyordu. Bunun İtalyanlar tarafından gönderilmiş bir casus olabileceğini düşündü ve hemen kararını verdi. Yemek yiyorlardı. Çadırın içinde bağdaş kurup yere oturmuşlardı. Yakup Cemil tabancasını çıkardı. Havlunun altından gizli tutarak ilerledi ve birdenbire elini çekti, ateş etti ve casus olmasından şüphelendiği silah arkadaşı cansız bir hâlde yere serildi. (s. 55) Cemiyetin silahşoru olmak demek soğukkanlılıkla ve şartların gerektirdiği her hâlde insan öldürebilmek demektir. İTC’nin Makedonya’da ortaya çıktığı ve gizli olarak teşkilatlandığı bugün bilenen bir vakıadır. Günümüz koşullarında bu husus anlaşılabilir değildir çünkü tarihî şartlar elverişli değildir. Cemiyetin gizli olarak teşkilatlanmasının sebeplerinden birisi de 2. Abdülhamid yönetimi ve hafiye teşkilatıdır. Binbir zorluklarla Cemiyet’in teşkilatlanması sağlanmış olup, üyeleri türlü türlü zorluklardan geçmiştir. Cemiyet’in en önemli amaçlarından birisi de Makedonya dediğimiz toprakların elden çıkacağı korkusuyla mücadele etmek ve bu toprakları elden çıkarmamaktır. Bütün zorluklara karşı zahmet ve emekle kurulan ve 2. Meşrutiyet’in ilanı için dağa çıkan Cemiyet mensuplarının verdiği mücadele içinde zaman zaman silahşorlara iş düşmüş ve üzerine düşen sorumluluklarını yerine getirme zorunlulukları doğmuştur. Yakup Cemil de bu isimlerden birisi olup Cemiyet’te Fedailer teşkilatı içerisinde silahlı çözümün yollarında kendisinden istifade edilmiştir. Bugün Yakup Cemil’i objektif olarak değerlendirmekten uzak kişiler her işlenen suikast veya katl hadisesini Yakup Cemil’in üstüne yıkmak istemektedir. Yakup Cemil’in, suikastına dâhil olduğu isimler olduğu gibi kendisinin dahlinin olmadığı, cinayet mahallinde bulunmadığı hadiseler de vardır. Bu hususlar da kitap içerisinde tafsilatıyla okuru beklemektedir. Eserin ilk kısmı Cemiyet ve İmparatorluğun hayatı ile Yakup Cemil’in hayatının paralel okunmasıdır. Okur, Yakup Cemil’i Makedonya dağlarında ihtilalci, İran Meşrutiyet mücadelesine destekçi, 31 Mart Vak’asında tam bir fedai, İTC müfettişi, Trablusgarp’ta İmparatorluk topraklarının savunucusu bir asker ve Cihan Harbi’nde çeşitli cephelere koşan bir vatansever olarak görür. 2. Meşrutiyet’in ilanı ile birlikte İmparatorluk kendisini bekleyen zorlu bir savaş süreci içine girer. 1908-1918 arası İmparatorluğun savaşlar tarihi olarak okunabilir ve İTC mutlak iktidarı elde ettiği 1913 Bab-ı Âli baskınıyla beraber savaşlardan başını kaldıramamıştır ve 1918 tarihi itibarıyla savaşla birlikte bir devir de sona ermiştir. Trablusgarp’ta, Balkan Harbi hezimeti sonrası Edirne’nin alınışında, Bab-ı Âli Baskını’nda ve 1. Cihan Harbi’nde İTC mücadelesi ve ruhu vardır. Bu ruh ve mücadele için çarpışan fakat ömrü 1916 yılında münferit sulh meselesi neticesinde sona eren Yakup Cemil de doğrularıyla yanlışlarıyla bu tarihin vazgeçilmez bir parçasıdır. Eserin ikinci kısmına geldiğimizde ise Yakup Cemil’in acıklı hikâyesi başlar. Âdeta Enver Paşa’nın 1. Cihan Harbi sonrası Türkistan’da verdiği hüzünlü mücadele gibidir Yakup Cemil’in münferit sulh meselesi ve kurşuna dizilmesi. Osmanlı İmparatorluğu’nun 1. Cihan Harbi’ne Almanlarla girmesi saf Alman hayranlığından kaynaklı değildir. Bugün gerek İTC hakkında yayımlanan gerekse doğrudan harp hakkında yazılan eserlerle açıklığa kavuşan bu husus gayet önemlidir. Cihan Harbi’nin çıkacağını sağır sultan dahi duymuş denilse abartılmış olmayacaktır. Dünya âdeta bir barut fıçısı gibidir ve Balkan Harbi bu fıçının patlayacağının habercisi gibidir. Osmanlı İmparatorluğu kendisine müttefikler arar fakat “hasta adam” yakıştırması ile kabul edilmez. Balkanlarda kaybedilen toprak parçası ile Avrupa’da varlığı son bulan İmparatorluk, Anadolu ve Arap Yarımadası’nda elde kalan toprak varlığı ile harbe girer. Mecburiyetlerin ortasında ve icbaren savaşa girmek zorundadır İmparatorluk. Kavalalı’nın Kütahya’ya kadar geldiği ve İngilizler tarafından durdurulduğu, paylaşım planlarının hazır olmaması nedeniyle âdeta paylaşılmasının düşmanları tarafından engellendiği zamanlardan geçmiştir. İşte bu ortam içerisinde harbe iştirak etmek zorunda kalınır. Yakup Cemil, Doğu Anadolu Bölgesi’nde görülür savaşın ilk yıllarında. Sonrasında Bağdat’a düşer yolu ve burada yaşadığı başarısızlıklar ve talihsizlikler nedeniyle İstanbul’a çağırılır. “Netice itibariyle Yakup Cemil gayrinizami harp hususunda çok yetenekli olmasına rağmen nizami harpte aynı yeteneği sergileyemez. Nitekim Bayur, bu hususta ‘Çete vuruşmalarında çok başarılı, ancak düzenli savaşta pek beceriksizdi ve Irak Cephesi’nde komuta ettiği bir taburu yok yere ezdirmişti’ der.” (s. 101) Yakup Cemil’in İstanbul’a çağrılışı sonun başlangıcı gibidir ve onun hayatında geri dönülemez yola girişinin ilk safhasıdır. Münferit sulh, İstanbul’a döndükten sonra düşüncelerine girer. Peki nedir bu münferit sulh meselesi? “Yakup Cemil’in hem Enver Paşa’ya hem de İttihâd ve Terakki Merkez-i Umumîsine karşı sitemkâr olduğu, haletiruhiyesinin bulanık olduğu ve yer yer İttihâdçı arkadaşlarıyla çatıştığı bir dönemde ‘döneklik’ ve ‘münferit sulh’ düşüncesi ortaya çıkar. Yakup Cemil, 1916 Martının sonlarında, bir gece mehtapta balkonda yalnız başına oturup kendi kendine düşünür. Osmanlı’nın Cihan Harbi’ndeki durumunu ele alır ve üç farklı seçeneği zihninde değerlendirir: İttifak Devletleriyle birleşmenin ne büyük kazançlar sağladığı, hatta Bulgaristan’ın bile İttifak safına alınmasının başarı olduğu, Çanakkale zaferinin Türklük ve Müslümanlığı bütün dünyaya tanıtacak düzeyde bir muvaffakiyet olduğu değerlendirmesini yapar. Ardından ‘Acaba bitaraf olsak ne olurdu?’ sualine kafa yorar ve bitaraf kalınırsa Yunanistan gibi her taraftan tazyik edileceğini ve Osmanlı’nın zorla da olsa harbe girmek durumunda kalacağını, tarafsızlığın mümkün olmadığını düşünür. Üçüncü olarak ise ‘Acaba İttifak’tan ayrılarak İtilaf’a katılırsak ne elde ederiz?’ sualine cevap arar. İtilaf’la birleşme ve ‘döneklik’e kafa yoran Yakup Cemil’in zihninde şimşekler çakar. Kendisi o geceyi şöyle aktarır: ‘Bütün gece uykum kaçarak, uykusuz kalarak ve sabahleyin kaba bir kâğıdın üzerine kurşun kalemle haritasını çizerek İtilaf’tan isteyebileceğimiz ve onun da mecburen verebileceği maddeleri yazdım.’” (s. 106) Yakup Cemil’in içine düşen sorular âdeta bir zehir olur ve zehirler onu. İtilaf’a katılımın mümkün olmadığını kendisi bilmesine rağmen buna kafa yorması bile başlı başına ilginçtir. Savaşın daha sonraki dönemlerinden 1917 yılında ortaya çıkan paylaşım planlarında İmparatorluğun paylaşımının yapıldığı düşünüldüğünde münferit sulh meselesinin sorun çözmek yahut İmparatorluğu konumdan daha iyi bir yere getireceğini iddia etmek mümkün değildir. Bununla birlikte Yakup Cemil münferit sulh meselesini zaman ve zeminden bağımsız olarak düşünmemiş ve şartların durumuna göre münferit sulh görüşmeleri yapılması gerektiğini de ifade etmiştir: Yakup Cemil münferit sulhu savunur ancak bu münferit sulhun galip vaziyette iken gerçekleşmesi gerektiğini de vurgular. Mağlûp vaziyette iken münferit sulh teklifinde bulunmanın asla uygun olmadığını belirtir. 1916 senesi itibariyle Çanakkale ve Kutü’l-Amâre Zaferi’nin elde edildiği bir ortamda sulh teklifinin Osmanlı’nın elini güçlendireceğini düşünür. Nitekim Divan-ı Harpte ‘Ya on beş maddeyi kabul ettireceğim veya asılacağım, demenize nazaran bu işin cebren uygulanmasına katiyen azmedilmiş olduğu anlaşılmaz mı?’ sorusuna şu cevabı verir: ‘Beyler, on beş maddelik bir döneklik programı hazırlamış isem ve bunda ısrar edeceğimi söylemiş isem bunun ancak galip vaziyette bulunduğumuza nazaran Avrupa’ca belki kuvvetimizden ürkerek kabul edileceğini söylemiş olabilirim. Yoksa düşmanlarımızın adedinin dahi arttığı şu zamanda değil böyle söz söylemek, kadınlarımız çoluk çocuklarımızla beraber çalışmak ve millî mevcudiyetimizi hatta dünyanın yegâne Müslüman hükûmeti olmak dolayısıyla üç yüz milyon Müslüman’ın dayandığı hilafet makamı ve tabiilerini müdafaa ve muhafaza için karınca kaderince hepimizin çalışması lazım olduğunu tekrar ederim.’” (s. 109) Kitapta münferit sulh meselesine ilişkin değerlendirmelerle birlikte çeşitli eserlerin eleştirilerine yer verilir. Münferit sulh meselesine ilişkin ilk defa yayımlanan divan-ı harp sorgu tutanakları ile birlikte eleştirilen eserlerle bağcıyı dövmekten ziyade üzüm yeme amacının olduğu sabittir. Yakup Cemil’in İTC’nin içerisinde yer aldığı fedai grubundan arkadaşlarının dahi çelişkili ifadeleri vardır münferit sulh meselesine ilişkin. Bursa’da bulunan bir otel Meserret ve münferit sulh meselesi yakından ilişkilidir. Sonrasında Cemiyet’e açar fikrini fakat Cemiyet tarafından kabul görmez ve kendisi takip edilir. İlginç olarak münferit sulh meselesine bütün kalbi ile inanan Yakup Cemil bir kabine bile teşkil eder, her ne kadar iddiaları doğrulamasa da gerekirse -silahşorluğunun verdiği fevrilik ve fedai olduğu burada unutulmamalıdır- yeni bir Bab-ı Âli Baskınına kadar vardıracaktır işleri. Kaçınılmaz son adım adım gelir ve Yakup Cemil Divan-ı Harp’te yargılanarak, hakkında kurşuna dizilme kararı verilir. 11 Eylül sabahı Hapishane Müdürü İsmail Hakkı Bey’in hücreye gidip “Sizi yukarıdan çağırıyorlar,” demesi üzerine Yakup Cemil öldürüleceğini anlar; boğazını sıkar, ardından da şahadet parmağını oynatır; “Hüküm böyle mi?” yoksa “Böyle mi?” diye sorar. Ardından giyinir ve âdeta “cepheye gider gibi” odadan çıkar. Kendisini almak üzere gelen jandarma ve inzibatı görünce “Bu çocuklara zahmet ettirmişsiniz. Bir kişi için bu ne külfet, ben hükûmete itaat eden bir adamım,” der. Ardından bir araca bindirilerek inzibatın eşliğinde “siyaset meydanı”na doğru hareket edilir; yol boyu mütemadiyen sigara içer. Hatta bir sergide karpuz görünce talep eder; alınan karpuzu da iştahla yer. Kağıthâne’de Poligon Sarayı’nın bahçesine geldiklerinde silah çatmış iki manga askeri görünce “Çok şükür şerefimizle mütenasip bir ölüme mahkûm etmişler!” der. Müddeiumûmî Reşit Bey vasiyetini sorunca “Param, malım yok ki sana söyleyecek şeyim olsun… Çoluk çocuğuma hükûmetim ve arkadaşlarım bakar… İttihâd ve Terakki benim ailemi ne aç bırakır ne de çıplak!” diyerek cevap verir. Ardından verilen emir gereğince Yakup Cemil burada kurşuna dizilmek suretiyle öldürülür. Son sözünün “Yaşasın İttihâd ve Terakki” olduğu da söylenir. (s. 162) Tarihler 11 Eylül 1916’yı gösterdiğinde İttihat ve Terakki’nin 40 delisinden birisi olan mecnunü’l-mecânîn Yakup Cemil kurşuna dizilir ve bir hayat hikâyesi daha burada biter. Kitabın sonuç bölümünde Yakup Cemil’in hayatı “silah ve siyaset arasında tükenmiş bir ömür…” (s. 225) olarak tavsif edilir. Kitabın sonuç kısmında Yakup Cemil’in hayatındaki üç büyük kırılma noktasına işaret edilir: 1908’de Cemiyet’e iştirak, Babıâli Baskını ve münferit sulh iddialarının ortaya çıkışı. Münferit sulh iddiaları onun hayatının sona ermesine sebep olur. Yakup Cemil’in hikâyesi burada sona erer fakat düşünen ve akledenlere de bir çok alınacak ders barındırır. Eser akademik üslup içerisinde, efsanelerden arındırılmış şekilde, “insan” olarak, tarihe mâl olmuş Yakup Cemil’i merak edenlere bir kapı aralıyor. Bir akademisyen mahsulü eser aynı zamanda Yakup Cemil ve münferit sulh hakkında yazılan kitaplara yönelik eleştirisiyle de önem teşkil ediyor. Divan-ı harp tutanaklarına yer verilmesi ise okuyucu için ayrı bir keyif olmakla birlikte eserde ileri sürülen iddiaların doğrulanabilirliklerini sağlıyor. İTC’nin fedai grubundan önemli bir ismin hikâyesi olan, mikro tarih alanında bu eser önemli bir boşluğu doldurarak, bir zemin tayiniyle makul bir yaşam öyküsünü okuyucusuna sunuyor. Kapanışı Yakup Cemil’in âdeta geleceği gördüğü ve İttihat ve Terakki Cemiyeti müntesiplerinin ve kendi hayatının özeti olan sözleri ile yapalım: İttihâdçılar sigorta memuruna gitmişler. [Memur], “Nesiniz” diye sormuş; “İttihâd ve Terakki Fırkasındanız” demişler. [Memur], “Siz sigortaya kabul edilmezsiniz. Çünkü sizin hayatınız tabii ölümle değil tesadüfi ölümledir. Nihayetiniz bir kurşun veya üç ayaklı bir sehpa.” (Yakup Cemil) Hasan Ali Polat, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2022, 760 Sayfa, ISBN: 9786254084782. kitapsuuru.com/yakup-cemil
Yakup Cemil
Yakup CemilHasan Ali Polat · Ötüken Neşriyat · 202211 okunma
·
311 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.