Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

192 syf.
10/10 puan verdi
Başyapıt (spoiler içerir)
Falih Rıfkı Atay’ın günümüze de ışık tutan kitabı, Osmanlı saltanatının son günlerinden Modern Türkiye'nin ilk günlerine kadarki bir zaman dilimini anlatmaktadır. Falih Rıfkı Atay e Cemal Paşa’nın Karargâhında yedek subay olarak görevli olarak bugün İsrail sınırları içinde bulunan Zeytindağı’na gitmiştir. Burada döneminin, önemli olayları ve anılarını özellikle Suriye, Filistin ve Hicaz Cephesinde yaşadığı ve gözlemlediği iç burkan olayları da içine alacak şekilde anlatmıştır. Kitabın ilk bölümlerinde kendi içerisinde bölünmüş bir yapı İttihat ve Terakki Cemiyetinden söz edilmiştir. İttihat ve Terakki Cemiyeti içerisinde Cemal Paşa, Talat Paşa ve Enver Paşa en önemli simalardır. Enver ve Talat Paşalar ise tutucu bir kişilik sergilemektedirler. Talat Paşa’yı “Ne yalanı ne de zulmü ahlaksızlık sayan, fikre benzer bir sözü bile bulunmayan” bir adam olarak tanıtır bize. Allah tarafından büyük Türk hakanlığını kurmaya gönderildiğine inanan Enver Paşa ise ‘’tımarhanelik bir deli’’dir. Yine kitabında Enver Paşa’yı diktatör olarak nitelemektedir. Savaşta ölenleri ve yakınlarını, "pomadlı bir yüz derisinin kapladığı boş bir kafanın içindeki bomboş bir hayalin kurbanları" diye tanımlamıştır. Bomboş kafasıyla boş bir hayal uğruna Türk askerinin Sarıkamış’ta donarak şehit olmasına sebep olmuştur. Falih Rıfkı Atay, Enver Paşa’nın fikirlerini benimsememekte ve Enver Paşa ile Müslüman Orta Çağı'nın her şeyi ile devam edeceğini, Türkiye’nin kurtuluşunun Enver Paşa gibilerden kurtulmakla mümkün olduğu düşüncesindedir. Cemal Paşa’nın da İngilizler’den Mısır’ı alma gibi boş bir hülyası vardır. Bununla birlikte Falih Rıfkı, Enver yerine Cemal harbiye nazırı olsaydı Birinci Dünya Harbi’ne girmez ve batmazdık diye düşünmektedir. Cemal Paşa’nın , gençlik ve yenilik akımı içinde hatırı sayılır, anlamadığı işi ehline bırakan ve güvendiği kimseye her türlü yardımı yapmak meziyeti ile tanınmaktadır. Bir dönem, bir imparatorluk yok olmaktadır. Yazar bunu sezinleyebilmektedir. Suriye, Filistin ve Hicaz’da yaşamış oldukları bir devrin çöküşünü gözler önüne sermektedir. Falih Rıfkı Atay, Osmanlı İmparatorluğu’nun bir kukla devlet olduğunu söylemektedir. Örneğin Rus hükümeti ile Osmanlı arasında şöyle bir olay anlatılmaktadır: "Vak'a şuydu: Mahmut Şevket Paşa’yı öldüren Kavaklı Mustafa, memleketten kaçmaya muvaffak olmuştu. Eceli mi ayağına dolaştı, ne idi, bu katil bir Rus vapuruna binmiş, Romanya'ya gitmek üzere İstanbul'dan geçiyordu. Osmanlı Devleti'nin Rus sancağını taşıyan vapurdan hiç kimseyi almaya hakkı yoktu. İttihatçılar, Polis Müdür Azmi Bey'in cür'etine başvurdular. Azmi Bey, bir kolayını bularak Kavaklı Mustafa'yı vapurdan kaçırdı ve hapsetti. Rus Büyükelçisinin Babıâli'ye gelerek, Kavaklı Mustafa'yı geri isteyeceğine şüphe yoktu. İşte bu kaygı ile Talât Bey ve Sadrazam Sait Halim Paşa, birlikte Edirne'ye gitmeye karar vermişlerdi. Büyükelçi Babıâli'de kimseyi bulamayacak ve Kavaklı Mustafa hapishanede o gece boğulacaktı. ... Tâlat Bey'e, Kavaklı Mustafa'nın boğulduğu haberi gelmişti. Ertesi gün Ruslar, Azmi Bey'i Polis Müdürlüğünden azlettirecekler, hükümet onu Adana Valisi yapacak, Ruslar bunu da kabul etmeyerek, Azmi Bey'in bir daha devlet hizmetinde kullanılmamasını emredecekler ve istedikleri olacaktı." Osmanlı İmparatorluğu, ümmetçilik fikriyle üç kıtada egemen olmuştu ve bu coğrafyanın büyük bir kısmını Arapların yaşadıkları ülkeler kapsamaktaydı. Kudüs, Şam, Filistin, Hicaz gibi. Osmanlı sadece coğrafyada büyüyebilmişti. Çünkü bu kazanılan toprakların hiçbirinin kültürlerine, dillerine, ticaretlerine ve mal mülk, para ile ilgili şeylere egemen olunamamıştı. Ne hazindir ki Osmanlı, Arapları Türkleştireceğine oradaki Türkler Araplaşmıştır. "Suriye, Filistin ve Hicaz'da: — Türk müsünüz? Sorusunun birçok defalar cevabı: — Estağfurullah! idi. Bu kıtaları ne sömürgeleştirmiş, ne de vatanlaştırmıştık. Osmanlı İmparatorluğu buralarda, ücretsiz tarla ve sokak bekçisi idi." "Bizim emperyalizm, Osmanlı emperyalizmi, şu ana fikir üstünde kurulmuş bir hayal idi: Türk milleti kendi başına devlet yapamaz!" "Osmanlı, Arap topraklarını alarak oraları bir bakıma imar ediyordu. Çünkü Arap şeyhleri arasındaki kanlı savaşlar sonucunda Arap halkı mağdur oluyor ve maddi olarak da çöküntüye uğruyordu. Osmanlı geldiğinde ise bu şeyhleri uzlaştırıp sükûneti sağlıyor ve onlara belirli imtiyazlar veriyordu. Bir bakıma Osmanlı onlar için bir kurtuluş gibiydi. Buna rağmen Osmanlı'nın güçsüz duruma düşmesini fırsat bilip Araplar hemen İngilizlerle, Fransızlarla anlaşmışlar ve Osmanlı’yı arkadan vurmuşlardır. Osmanlı’ya karşı görünüşte bağımlı olan Araplar her zaman kendi halifeliklerini istiyordu. Müslüman Araplar arasında Arap Halifeliği Hükûmeti peşinde olanlar vardı ve I. Dünya Savaşı çıktığında bu düşüncelerini gerçekleştirmek için ve İngilizlerin vereceklerini söz verdikleri ayrıcalıklardan dolayı Osmanlı’ya ihanet etmişlerdi." Falih Rıfkı Atay, Arapları anlatırken din sömürüsü konusuna da değinmiş, ona göre din sömürüsü bütün dinler için geçerlidir: "Medine, dini mallaştırmış ve maddeleştirmiş bir Asya pazarı idi. Kudüs, dini oyunlaştırmış bir Garp tiyatrosudur." Araplar çok fakirdir; kendi ülkelerinde, ata topraklarında hizmetçi konumuna düşmüşlerdir. Üzümü Arap gündelikçi sıkar ve şarabını semiz Yahudi içer. Filistin ikiye ayrılmıştır. Eski Filistin, Arapların yani hizmetçilerin; yeni Filistin ise tüm güzelliği ve ihtişamıyla Yahudilerin. Din satışa sunulmaktadır. Hac dönemlerinde Araplar da Yahudiler de büyük kazanç elde etmek peşindedirler. Kitapta arap şeyhleri ve idareleri hakkında da dikkat çekici ifadelerden biri : "Arabistan ve Irak çöllerinde yarı bağımsız şeyhlikler ve emirlikler olduğunu bilirsiniz. Bunlar, oturulan toprakla deniz arasındaki boşlukta hüküm süren devlet taslaklarıdır. Şeyh ve emirlere denizden İngiliz altını ve karadan Osmanlı altını gider. Gelir kaynaklarından biri de, gazve diye dinleştirilmiş baskın ve yağmalardır. Suriye ve Hicaz tabloları arasında bu çadır devletler­den birinin hikâyesini anlatmalıyım: Bu, bir emirliktir. Emir’in ismi Suud’dur. Yukarı Necid’de oturur. Payitahtı Hail’dir. Sultan Hamid zamanından beri İstanbul’da Reşit Paşa isminde bir elçisi bile vardı. Emir’in siyasî vazifesi, İbnissuud’u gücendirmemek, Hicaz şeriflerinden hediye almak, Osmanlı hâzinesinden altın çekmektir. Hükümet, kadı dedikleri bir şeyhden ibarettir. Nikâh, miras, katil, hırsızlık gibi vakalar ona verilecek rüşvetlerle hallolunur. Aşiretlerin bulunduğu çöllerin içine henüz paradan bü­yük Allah girmemiştir. Para uğruna yapılan her şey, Allah uğruna yapılmış gibidir" Osmanlı İmparatorluğu'nun Almanlarla beraber savaşa girmesinin en büyük nedeni İttihat ve Terakki Cemiyeti yöneticilerinden Enver Paşa’nın bir Alman hayranı olmasından kaynaklanıyordu. I. Dünya Savaşı sonucunda Tuna yukarısındaki iki imparatorluk, Akdeniz kıyısındaki bir imparatorluk ve Tuna kenarındaki bir krallık devrilmek üzereydi. Suriye ve Filistin’de Almanların durduramadığı İngiliz saldırıları yine bir Türk fakat bu sefer öz bir kumandan, Mustafa Kemal tarafından Halep aşağısında tutulmuştur. Mustafa Kemal'in orada seçtiği savunma hattı, Mîsâk-ı Millî’deki Türkiye sınırıdır. Cemal Paşa’nın yerine Suriye’deki orduların başına getirilen Alman Erich von Falkenhayn da bozgunu durduramaz ve Kudüs İngilizlerin eline geçer. “Karargâhın içinde: “Kudüs düştü!” sözü, ölüm haberi gibi yayıldı. Daha şimdiden Beyrut’a, Şam’a, Haleb’e göz yaşlarımızı hazırlamak lâzımdı. ,Artık yalnız Anadolu’yu ve İstanbul’u düşünüyorduk. İmparatorluğa, onun bütün rüyalarına ve hayallerine, Alla-haısmarladık! Zeytindağı’nın çamları arasından, güneşi hiç sönmeye¬cek, hiç akşam gölgesi görmeyecek gibi bakan Lût çukuru, şimdi bütün İmparatorluğu, içine çeken bir mezar gibi, ge¬nişleyip derinleşiyor. Eşyam ve kâğıtlarımı bavuluma yerleştiriyorum. Artık Şam’dan ayrılıyoruz. Cemal Paşa İstanbul’da istifa edecek¬tir. Tren giderken iki tarafımızda Suriye ve Lübnan’ı san¬ki safra gibi boşaltıyoruz. Yarın kendimizi Anadolu köylerinin arasında Kudüs’süz, Şam’sız, Lübnan’sız, Beyrut’suz ve Haleb’siz; öz can ve öz ocak kaygısına boğulmuş, öyle perişan bulacağız.” Kitabın en yürek burkan bölümlerinden birisi de Anadolu’daki vatan evlatlarının, Arap illerinde kurban edildiği ve bunun acı itirafıdır. "Anadolu hepimize hınç, şüphe ve güvensizlikle bakıyor. Yüz binlerce çocuğunu memesinden sökerek alıp götürdüğümüz bu anaya, şimdi kendimizi ve pişmanlığımızı getiriyoruz. İstasyonda bir kadın durmuş, gelene geçene; “Benim Ahmed’i gördünüz mü?” diyor: “Hangi Ahmed’i? Yüz bin Ahmed’in hangisini?” Yırtık basmasının altından kolunu çıkararak, trenin gideceği yolun, İstanbul yolunun aksini gösteriyor; “Bu tarafa gitmişti” diyor. O tarafa, “Aden’e mi, Medine’ye mi, Kanal’a mı, Sarıkamış’a mı, Bağdad’a mı?” Ahmed’ini buz mu, kum mu, su mu, skorpit yarası mı, tifüs biti mi yedi? Eğer hepsinden kurtulmuşsa, Ahmed’ini görsen, ona da soracaksın: “Ahmed’imi gördün mü?” Şimdi Anadolu’ya, Batı’dan, Doğu’dan, sağdan, soldan bütün rüzgârlar bozgun haykırışarak esiyor. Anadolu; demiryoluna, şoseye, han ve çeşme başlarına inip çömelmiş, oğlunu arıyor. Vagonlar, arabalar, kamyonlar, hepsi, ondan, Anado-lu’dan utanır gibi, hepsi İstanbul’a doğru, perdelerini kapamış, gizli ve çabuk geçiyor. Anadolu Ahmed’ini soruyor. Ahmed’i ne için harcadığımızı bir söyleyebilsek, onunla ne kazandığımızı bir anaya anlatabilsek, onu övündürecek bir haber verebilsek; fakat biz Ahmed’i kumarda kaybettik!" Yine kitapta geçen vurucu bir ifade şöyledir. Cemal Paşa'ya sorulan, "Paşam bu harbe niçin girdik?" sorusuna; "Aylık vermek için! Hazine tamtakırdı. Para bulabilmek için ya bir tarafa boyun eğmeli, ya öbür tarafla birleşmeli idik." cevabı, anlayabilenler için çok ilginç ve hüzünlüdür.
Zeytindağı
ZeytindağıFalih Rıfkı Atay · Pozitif Yayınları · 20119,9bin okunma
·
124 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.