Gönderi

Avrupa'da şiddetin ve savaşların ardından gelen yeni oluşum­lar laiklik temelinde teşekkül ediyor, döneme damgasını vuran düşünür ve bilim adamları değişen dünyanın koşulları karşısında geleneğin ne derece yetersiz kaldığını her seferinde göstermek suretiyle Batılı insanın o ana dek güvenle sarıldığı kimliğini elin­den alıyordu. Öte yandan, keşfedilen yeni dünyada iki yüzyıl bo­yunca iktidar savaşları yaşanıyordu. Nihayet 1775-1783 arasında vuku bulan Bağımsızlık savaşı sonunda modern dünyanın ilk seküler cumhuriyeti yaratıldı. Ancak bu süreçte din önemli bir işlev gördü. Pek çok kilise, George Washington, John ve Samuel Adams, Thomas Jefferson ve Benjamin Franklin gibi kurucu ön­cülerin söylemlerine dinsel unsurlar katarak toplumun desteğini sağladı. Özgürlük, dini özgürlük olarak yorumlanırken, Papa "Deccal" olarak tanımlandı ve Amerika'nın bağımsızlık savaşı Tanrı'nın Deccal'i yok etme planına dönüştürüldü. Modern seküler Amerika'nın kuruluşunda din önemli bir gö­rev üstlenmişti fakat devrimden sonra Birleşik Devletler, anaya­salarını oluştururken dinden bağımsız bir yol takip ettiler. "1786'da Thomas Jefferson, Virginia'da Anglikan kilisesini lağ­vetti; bildirisinde, dinde zorlamanın günah ve tiranca olduğunu, insanların kendi düşüncelerine bırakılmaları halinde doğrunun hakim olacağını ve din-siyaset arasında bir ayrım duvarının ol­ması gerektiğini belirtti. Bu bildiri, İngiltere kilisesinin ayrıcalıklı pozisyonuna kızan Virginia Presbiteryenleri, Metodistler ve Bap­tistler tarafından desteklendi. Virginia'dan sonra diğer devlet­ler de kendi kiliselerini lağvetti. Federal Anayasa, Philadelphia Kongresinde hazırlandı ve din resmi olarak devletten ayrılarak özel alana has kılındı. Zira, Birleşik Devletlerdeki mezhep çeşitliliği bunu zorunlu kılıyordu. "Kurucu babalar, daha ziyade prag­matik endişelerle hareket ediyorlardı. Onlar, Federal anayasanın devletlerin birlikteliği için zaruri olduğunu biliyorlardı, diğer ta­raftan federal hükümetin Protestan mezheplerinden herhangi bi­rini Birleşik Devletlerin resmi inancı haline getirdiğinde anaya­sanın kabul görmeyeceğinin de farkındaydılar. Örneğin, kongre­gasyonalist (congregatinalist) Massachusetts, Anglikan kilisesini kuran bir anayasaya asla onay vermezdi." Böylece devrim son­rasında din ve siyaset ayrımının ilan edilmesi, inançlı hristiyanla­rın siyaset alanından çekilmelerine neden oldu. Toplumun hristi­yanlaştırılması gereğine hala inanmakla birlikte sivil toplum içinde teşkilatlanmayı tercih eden bu kimseler, kiliselerde okul­larda ve daha pek çok organizasyonda yer almaya başladılar. 19.yy. boyunca Amerika'da vuku bulan değişimlere bakıldı­ğında bir kaç olgunun ön plana çıktığı farkedilir. Birincisi, Batı dünyasını temelden sarsan bilim ve felsefenin; özellikle Darwin'in evrim teorisinin ve Kant felsefesinin inancı temelden sarsıcı etkisi olduğu gerçeğidir. İkinci olarak; Kitab-ı Mukaddes'in otori­tesini sarsıcı nitelikteki Yüksek Eleştiri'nin özellikle Alman bilim adamlarınca çalışılıyor olması ve Kutsal metnin tüm diğer metin­ler gibi incelenip değerlendirilmeye tabi tutulmasıdır ki bu ça­lışmalardan elde edilen sonuçlar Kutsal Kitap'ın güvenilirliğine darbe anlamına gelir. Zira, bilimsel metodolojinin uygulanması sonucunda Kutsal Metin'de Musa'ya dayandırılan bölümlerin as­lında çok sonra ve farklı kişilerce yazıldığı; Kral Davud'un Mez­murlar'ı yazmadığı; Kitab-ı Mukaddes'te anlatılan pek çok olayın tarihi gerçek olmadığı gibi Kutsal Kitap'ın güvenilirliğine darbe vuran sonuçlara varılmıştır. Dönemin karakteristiğini yansıtan değişimler bir yandan bi­lim, felsefe ve teoloji alanında vuku bulurken, diğer taraftan top­lumsal alanda kendini göstermiştir. 1890-1920 yılları arasında 17,6 milyon göçmeni kabul eden Amerika, ilk kez bu derece yoğun bir şekilde farklı mezheplerden insanlarla yüzyüze gelmiş­tir. Zira, göçmenlerin çoğu protestan olmayan ülkelerden gel­miş ve gelirken beraberlerinde inançlarını, kültürlerini ve dilleri­ni de getirmişlerdir. Protestanlık her ne kadar o zamana dek res­mi olmayan devlet dini gibi algılanmışsa da yeni gelişen durum protestanlara yalnız olmadıkları ve bundan böyle çoğulcu bir din anlayışının hakim olması gerektiği mesajını vermiştir. İşte tüm bu gelişmeler muhafazakar protestanları endişelen­dirmiş ve seslerini yükseltmeleri için itici güç olmuştur. 19.yy.'­daki bilimsel gelişmeler ve yeni teoriler karşısında suskun kal­mayan muhafazakar protestanlar, kutsal metin için kendi literal okuyuş tarzlarını geliştirmişler, geleceğe dair millenarist yorum­ları benimsemişler·ve Francis Bacon'ın bilimsel yaklaşımını temel alarak Tanrı'nın tabii olaylarda devre dışı bırakılmasını engelle­meye çalışmışlardır. Evrim teorisine ve Yüksek Eleştiriye savaş açmışlar, gerek hukuk alanında gerek toplum vicdanında yer edinmek için çeşitli oluşumlar içinde mücadele vermişlerdir. Modern Dünyada Kamusal Dinler (Public Religions in The Mo­dern World) adlı kitabın yazarı Jose Casanova, Birleşik Devlet­lerde Protestan fundamentalizminin ortaya çıkmasını, Amerikan sekülerleşme serüveninde yaşanan üç kopma sürecine bağlar. Bunların ilki, anayasal kopma sürecidir. Protestan kiliselerle Amerikan devleti arasında ayrım duvarı (wall of seperation) ku­rulmak suretiyle bir yandan devlet kutsal kurumlardan diğer yandan siyasi toplum dini toplumdan kopartılmıştır. İkinci kopma süreci, Amerikan yüksek eğitim sisteminin sekülerleşmesi ve Protestan kültürel hegemonyanın kamu haya­tından el çektirilmesiyle yaşanmıştır. Ancak söz konusu süreçte iç savaşın da önemli rolü olmuştur. Zira iç savaş ve yeniden yapı­lanma, Amerikan toplumunu geri dönülmez şekilde değiştirecek olan şehirleşmenin ve kapitalist endüstrileşmenin yapısal şartla­rını yaratmıştır. Neticede, yeni ortaya çıkan endüstriyel toplum yüksek öğrenim için yeni kurumlara alan açmış ve böylece dini dogmalara tümüyle ters gelen doğa bilimleri, Darwinizm gibi te­oriler eğitim dünyasında etkin hale gelmiştir. Bu durum karşı­sında endişeye kapılan evanjelikler ise, geri çekilerek mevcut or­tamdan ruhları kazanmak için çaba sarfetmeye yönelmişlerdir. Üçüncü kopma süreci, hayatın sekülerleşmesi, Protestan eti­ğinin dışlanması ve Amerikan sivil toplumuna çoğulculuk anlayı­şının yerleştirilmesiyle gerçekleşmiştir. Geleneksel yaşam tarzla­rının ellerinden alındığını gören ve şehirli liberal protestanlar arasında kuşatma içinde yaşıyor hissine kapılan fundamentalist­ler, buna karşılık kendi enstitülerini, İncil kolejlerini, basım ya­yım kuruluşlarını kurmak suretiyle kültürel bir hayat alanı oluş­turmuşlardır. Zamanla televanjelizm güçlerinin farkına varan ve teknolojiyi etkin şekilde kullanan fundamentalistler, kısa sü­rede kendine yeten ve üreten bir niteliğe bürünmüşlerdir. Fundamentalist hareketin Amerika'nın hangi bölgelerinde varlık bulduğuna gelince öncelikle Boston, Toronto, New York, Chicago gibi Kanada'nın ve Birleşik Devletlerin endüstrileşmiş şehir merkezleri karşımıza çıkar. Kırsal kesimde yaşayan in­sanlar değişimlerden korunabilseler de şehirdekilerin böyle bir imkanları mevcut olmamış, şehir hayatı Protestan kabulleri bü­yük oranda etkisiz hale getirmişti. Buna karşılık fundamentalist bir hareket için gerekli insan gücü ve organizasyonel yapı yine şehirlerde oluşma zemini bulmuştu. Amerika'da dini canlanma açısından önemli olan I. ve II. Uyanış hareketleri duyguların ön planda olduğu dindarlığı artır­mada önemli rol oynamıştır. I. Uyanış, New England'ın ve Orta Anlantik'in küçük kasabalarında varlık bulurken, iL Uyanış hare­keti, güneye ve batıya kaymıştır. 19.yy.'ın ortalarına gelindiğinde Uyanış (Awakening), İhya (Revival) formunda kurumsallaşarak hızlı bir şekilde şehirlerde yayılmış ve böylece İhya 19.yy. dini hayatının merkezi kavramı haline gelmiştir.
77 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.