Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Uzunluğundan korkmayın okuyun çok güzel bir alıntı.
Grado Pineta, 13 Mayıs 1995 Bu mektup eline geçer mi bilmiyorum ama olur da okursan, bu demektir ki ben artık bu dünyada bulunmuyorum.Duygusallıklardan ne kadar nefret ettiğimi bilirsin, gene de bu satırlan yazmadan edemedim.Sen umulmayandın. Korkulan ve umulmayan. Günlerimin sonuna yetiştin ve ince (ve çok güçlü) kökleriyle bütün çevresini ele geçiren bitkiler gibi hayatıma bir delik açtın, bakışın, sesin, sorularınla içeriye sızdın, ben o günden beri senin bakışından, senin sesinden ve senin sorularından kurtulmayı başaramadım. Bu kan bağının çağrısı mı, yoksa yaşlılığın acizliği mi? Bilmiyorum, seni yanıtlamak için artık ne gücüm ne de zamanım var.Zaten bunun çok da önemi yok; bu noktada kendimi savunmak ya da sana bir şey açıklamak zorunda kaldım. Bugün kendimi öldürmeyi denedim. Bunda olağanüstü ya da melodramatik bir yan yok, hayatıma bizzat elimle son vermek, mantığımı kullanmaya başladığim günden beri verdiğim bir karardır; doğmayı seçemediğime göre ölümü seçmek bize verilmiş tek özgürlüktür.Bedenim hızla çöküşe geçti ve maalesef zihnim de onu izliyor. Bu sabah odamın panjuru kırıldı.Saat beşe kadar karanlıkta kaldım ve telefonla defalarca tamirciyi aradım:Karşıma çıkan kişi bana sürekli, "Daha sonra arayın, onu çağıracağız, diyordu ama hiçbir şey olmuyordu.Ben de sonunda sıkılıp gezmeye çıktım.Tatlı bir mayıs havasında, yuvalarına yiyecek taşıyan kuşların yorulmak bilmeyen uçuşları arasında yürüyüş yaptım; betonu delen sanı çiçekler yeryüzüne çıkmışlardı. Mayıs diye düşündüm, çekip gitmek için en olağanüstü zaman; hayatın coşkusu en yüksek noktasındayken bunu denemek gerçekten cesaret ister.Kasım ayında gökyüzü kara yağmur bulutlarıyla kaplıyken intihar etmekte ne var? O zaman beni bunu yapmaya itenin depresyon olduğu söylenebilir, oysa hayır, şimdi zihnim gayet aydınlık ve seçimimin bilincindeyim. Eve dönünce seni aramayı denedim, sesini son kez duymak istiyordum ama şansım yaver gitmedi:Hattın öteki ucunda karşıma çıkan farklı kişiler biraz İngilizce, biraz İbranice, biraz İspanyolca konuşuyorlardı ama seni bulmayı başaramadılar. Bunun üzerine yıllardan beri koyu renkli bir kumaşa sarılı olarak uslu uslu kitaplığın üstünde bekleyen tabancayı almak için bir sandalyenin üstüne çıktım.Onu doldurdum ve en sevdiğim şiirleri okuyarak gecenin sonunu bekledim: Bir fare gibi evin içinde ölmek istemiyordum, açık bir yere, denizin karşısına gitmek, tanyerini, yükselerek dünyayı ışığa boğan güneşi bir kez daha görmek istiyordum. Saat dörtte çıktım ve kumsala indim; karanlıkta ayaklarımın altında ezilen midye kabuklarının çıtırtısını işitiyordum; bir keresinde mola vermek için senin seçtiğin kayanın üstüne oturdum; metalin belime değen soğukluğunu hissediyordum. Saat beşi geçtikten az sonra doğuda,Trieste ve Istria üzerindeki gökler aydınlanmaya başladı, hava deniz kuşlarının çığıklarıyla doldu, hâlâ çekilmekte olan alçak deniz tatlı tatlı oynaşıyordu.Çevreme bakındım, tabancayı cebimden çıkarttım ve beklemeye başladım: Portakal rengi çember ufukta görününce onu şakağıma dayadım ve tetiği çektim Çat diye bir ses çıkarttı ve hiçbir şey olmadı.Tabancanın ayan ile oyna- dim ve bir kez daha çat etti. Bu arada kumsala iki köpeğiyle emeklilerden biri inmişti; köpekler neşeyle adamın havaya attığı renkli topun peşinden koşuyorlardı.Tabancayı yeniden cebime koyarken, kendimi öldürmeyi bile beceremiyorum, diye düşündüm. Sabah olunca panjur tamircisi geldi ve onunla birlikte odama ışık doldu.Öğleden sonra biraz alışveriş yapmak üze re Monfalcone'ye gittim.Hayat devam ediyor, bu ne kadar sürer bilmiyorum ama devam ediyor işte, diye düşünerek tabancayı bir çekmeceye attım.İşi kaderin akışına bıraktım. Akşam mutfak balkonuna çıktım, artık neredeyse yaz sıcağını yansıtan hava lagündeki yosunları çürütüyordu ve ortalık onların tuzlu kokusuyla dolmuştu; karşı apartmandaki aydınlık bir dairede, beline önlük takmış bir kadın kovası elinde, yaz için evi köşe bucak temizliyordu. Tam içeriye giriyordum ki iki apartman arasındaki bakımsız çalılar arasında ateşböceklerini görüverdim: yıllardır olmuyordu bu, çalılar arasında dans ederek eksilmeyen ışıklarıyla havada nakış işler gibiydiler.Daha bir gün önce üreme stratejilerindeki kurnazlığa gülerdim: Bu ışık çiftleşmeleri için bir çağrı değil de neydi? Ama o akşam, ansızın her şey gözüme başka türlü görün dü, artık yerleri silen ev kadınına sinir olmuyordum, ateşböceklerinin küçük yavan ateşlerindeki mekanikliği görmüyordum. Bu ışıkta kurnazlık değil bilgelik var, dedim kendi kendime ve ağlamaya başladım.Bizi Brezilya'ya götüren gemiye bindiğim günden beri, yani altmış yıldır ilk kez yapıyordum bunu. Yavaş yavaş, sessizce ve hıçkırmadan ağlıyordum; gecenin mutlak karanlığıyla sarılmış o minik ışık parıltılan, onlann ürkek uçuşları için ağlıyordum çünkü ansızın her karanlığın içinde küçük bir ışık kıvılcımının yaşadığını kavramıştım. Seni güldürüyor muyum? Çok dokunaklı bir halim mi var? Belki öyledir, bu cümleler gençliğinin coşkulu öfkesini ayağa kaldıracaktır ama artık hiçbir şey umurumda değil. Hatta bütün bu aylar boyunca seni yeniden görebilmek umuduyla yaşadığımı söyleyerek kendimi daha da gülünç kılacağım. Benim hayatım boyunca (kendime kötülük etme pahasına bile olsa) içtenlik yolunu seçtiğimi biliyorsun, bu nedenle kaderin yaşamama izin verdiği bu günlerde, bu zamanda gururumu bir yana bırakarak, artık korkmadan düşünme olanağım var çünkü aslında ben çoktan öldüm - bedenimin üzerindeki çarşafı ve beni örten toprağı şimdiden hissediyorum. Artık öteye geçtiğimden ötürü (ve artık gülünç olmaktan korkmuyorum) sana günlerimi belirleyen şeyin korku olduğunu söyleyebilirim, benim gözü peklik diye adlandırdığım aslında sadece panikti.Olayların benim kontrolüm dışında gelişme korkusu, zihne değil yüreğe ait olan bir sınırı aşma korkusu, sevme ve sevilmeme korkusuydu. Sonuç olarak aslında insanın korkusu budur ve bu nedenle kendini alçaltmaya razı olur. Boşluğa asılmış bir köprüye benzeyen sevgi. Korku yüzünden en basit şeyleri bile karmaşıklaştırıyoruz, zihnimizdeki hayaletleri takip etmek için düz bir yolu, içinden çıkmayı başaramadığımız bir labirente çeviriyoruz. Yalınlığın katılığını,teslimiyetin alçakgönüllülüğünü kabul etmek o kadar zor ki. Benim bütün hayatım boyunca yaptığım bundan başka neydi? Kendimden, sorumluluktan kaçmak, yaralanmamak için yaralamak . Bu satırları okuduğun zaman (ben ya bir morg buzhane- sinde ya da toprak altında olacağım) bilmelisin ki, son günlerde beni bir hüzün duygusu sardı - öfkesiz, melankonik bir hüzün ve belki de bu nedenle daha da acıklı. Kibir ve alçakgönüllülük: Son olarak terazinin kefelerinde sadece bunlar var. Onların özgül ağırlıklarının ne olduğunu bilmiyorum, bir günlük alçakgönüllülük kibirle yaşanmış bir hayatı dengeler mi bilmiyorum. Hayatımı mahvetmek üzere beklenmedik bir şekilde (ve çok geç olarak) karşıma çıkan küçük saatli bombam, seni bir kez daha kucaklayabilmek çok güzel olurdu; her ne kadar bu senin uğradığın zararı ödemeye yetmeyecekse de, sana son kez sıkıca sarılmak isterdim, bu kucaklamanın içinde sana asla yaşatamadığım bütün kucaklamalar olacaktı: doğduğun zaman, küçükken, büyürken ve ben artık burada olmadığımda ihtiyaç duyacağın bütün kucaklamalar. Seni dünyaya getiren dili zehirli adamın kalın kafalılığını bağışla. Baban
Sayfa 177 - Can YayınlarıKitabı okudu
··
150 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.