Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

176 syf.
8/10 puan verdi
·
4 günde okudu
VICENTE B. IBANEZ: HAYATI VE ROMANCILIĞI
Vicente Blasco Ibáñez, 1867 yılında, önemli bir kültür kenti ve Akdeniz'in başlıca limanlarından biri olan Valencia'da doğup büyümüştür. Küçük bir işletmeye sahip olan orta sınıftan Aragon kökenli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Annesi sert ve dindar bir kadındır. Babasının bir ticarethanesi vardır. Blasco, çocukluğunda çoğunlukla evde olanlardansa sokakta olup bitenlerden etkilenmiştir. Küçük yaşlardan beri iyi bir gözlemcidir. Erken yaşlarda, çocukluğunu ve gençliğini geçirdiği Valencia’ya dair yerinde gözlemler ve çıkarımlarda bulunmuştur. 1868’de İspanya’da anayasal monarşi devrildi, krallar kovulup ilk Cumhuriyet yönetimi kuruldu ancak uzun ömürlü olmadı. On bir ayın ardından “6 yıllık devrim” denilen ve her türlü siyasal hamlenin başarısız olduğu bir anarşi dönemi yaşandı. 1874’te Bourbon hanedanı, önceleri kovulduğu tahta geri çağrıldı. Böylece yeniden parlamenter monarşi rejimi hâkim oldu ve bir restorasyon çağı açıldı. Yazarın içinde yaşadığı siyasal ortamda ülke, anayasal krallık ve bir bakıma gelişmiş bir ağalık sistemi ile aynı liberal ideolojiyi paylaşan iki partinin nöbetleşe iktidarda olduğu bir dönemdeydi. Emekçi halk yine eziliyordu: İspanya, Avrupa'da sınıf farklılığının ve gelir dağılımı adaletsizliğinin en derinden hissedildiği ülkeydi. Cumhuriyet rejimi başarısız olsa da toplumda ve Fransa'dan etkilenen aydınlar arasında cumhuriyetçi fikirler varlığını sürdürüyordu. İspanya'da cumhuriyetçilik çerçevesinde iki farklı yöneliş görülüyordu: merkeziyetçilik ve federalizm. Ibáñez, cumhuriyetçiliğin federal kolunu destekliyordu. Öğrencilik zamanında pek çok eyleme katılmıştı; hatta çoğu kez eylemin başını çekiyordu. O yıllarda bir arkadaşının mali desteğiyle “La Bandera Federal” (Federal Bayrak) dergisini çıkarmaya başladı. Dergide bir sosyal cumhuriyet ideali savunuluyor ve saldırgan bir ruhban karşıtlığı sergileniyordu. Kilise ile ordu, modernleşmenin önündeki en büyük engel olarak görülüyordu. Ibáñez, 16 yaşında evden kaçmıştır ve kaçış sebebi de içinde bulunduğu dindar çevreden bunalmış ve sıkılmış olmasıdır. Özellikle annesi ve annesinin çevresi oldukça koyu Katolik’ti. Ibáñez’in kitaplarında da dindarlık vurgusu çoğunlukla kadınlar üzerinden yapılır. Örneğin Sazlar ve Çamur’da, “kocalarını zorla kilise ayinine götüren kadınlar”dan söz edilir. Kan ve Kum kitabında ise Carmen karakteri, dindarlığın ve dinî saflığın Meryem Ana’yı anımsatan bir temsilidir. Telaşlandığı zaman derhal kiliseye gitmek ister. Gördüğü vahşi sahneler onu Tanrı’ya sığınmaya iter ve içten içe ruhunu temizlemek ister: “Beni buradan götür, artık dayanamayacağım. İlk göreceğimiz kiliseye girmek istiyorum.” ¹ Hemingway de Ibáñez ile benzer şekilde 16 yaşında evden kaçmıştır. Hatta bazı eski eleştirmenler Ibáñez için “XIX. yüzyılın Hemingway’i” der (bana kalırsa bu söylemin gerçeklikle bir ilgisi yok). Madrid’e kaçtıktan sonra Ibáñez, kendi ekmeğini kazanmak için ünlü İspanyol romancısı Fernandez y Gonzales’in yanında çalışmaya başladı. Gonzales uyuduktan sonra Ibáñez, geceleri onun romanlarını devam ettirir ve bazı düzeltmeler yapardı. İlk ustasının ardından gazeteciliğe başladı. Hayatını böyle kazanıyordu, bir yandan da yazı çalışmalarına başladı. Ibáñez’in idealleri Valencia sınırları içindi; özgür Valencia kentini kurmak ve politikayı dinden ve din adamlarından tamamen arındırmak istiyordu. Daha sonraları bu bölgede “Blascoculuk” denilen uzun ömürlü bir siyasal hareket gelişmiştir ve böylece halkın cumhuriyetçi kimliğinden yararlanılarak hareketlenmesi sağlanmıştır. Ibáñez, 1888’de ailesinin isteğiyle okuduğu hukuk fakültesini bitirmiştir. İki yıl sonra ise kral XII. Alfonso’ya meydan okumaktan hakkında iki dava birden açılmış ve bir “siyasal sürgün” olarak hayalindeki devrim diyarı olan Fransa’ya sığınmıştır. Blasco’nun hayatının bir bölümü Paris’te geçmiştir. Sürgünden döndükten sonra doğrudan politikaya atılmış ve zamanla Valencia’da önde gelen bir politikacı haline gelmiştir. Yazar, 1892 senesinde Maria isminde bir kadınla bir aşk evliliği yapmıştır. Ne var ki daha sonra (1905) Madrid’de eşini, tutku duyduğu genç bir kadınla aldatmıştır. Hatta 1908 yılında yazdığı Kan ve Kum’un başkarakteri Juan’ı, eşi Carmen’i aldatan bir adam olarak resmederken adeta günah çıkarıyordur Ibáñez. Ibáñez, 1894 yılında ikinci dergisi olan “El Pueblo” (Halk) gazetesini çıkarmaya başladı. Araba Sevdası kitabı da bölüm bölüm bu dergide yayımlanmaya başlandı. Araba Sevdası, Ibáñez’in 1894 ile 1902 yılları arasında yazdığı beş kitaplık Valencia serisinin ilkidir. Diğer kitaplar da sırasıyla Flor de Mayo (Mayıs Çiçeği, 1895, çevirisi yok), Kulübe(1898), Baharlar Açarken(1900), Sazlar ve Çamur(1902) şeklindedir. Araba Sevdası’nın İspanyolcadan doğrudan çevirisi “Pirinç ve Araba” şeklindedir fakat kitabı dilimize kazandıran Ertuğrul Önalp, bu başlıkla çevirmeyi uygun görmüştür. Kitabın ismi, İberya’da halkın geçim kaynağı olan pirinç tarımcılığıyla alâkalıdır. Pirinç, yoksul halkı temsil eden besin kaynağıdır. Araba ise varlıklı kesimi temsil eder. İspanyolcada “Pirinç ve araba,” diye bir deyim vardır ve gösteriş meraklıları için kullanılır. Kitabın ana karakteri olan Bayan Manuela da, maddi durumu çok iyi olmamasına rağmen, deyim yerindeyse evde pirinç yemesine rağmen, evi zor geçindirmek ve sürekli borç içinde yaşamak pahasına arabasıyla gezmekten, gösteriş yapmaktan vazgeçemez. Araba Sevdası, Ibáñez’in birden çok nesili bir arada anlattığı bir kitap olarak da önemlidir. Bu kitapta ve bir başka Valencia romanı olan Sazlar ve Çamur’da, Ibáñez’in Zolavari “fizyolojik kalıtım” vurguları dikkat çeker. Tıpkı Zola gibi o da, nesiller arsıdaki kimi benzerliklere dikkat çekerek kalıtımın önemini ve yerini vurgular. Örneğin, Araba Sevdası’ndaki Bayan Manuela’nın kızları, tıpkı kendisinin küçük kopyaları gibidir. Onların da tek dertleri zengin görünüp gösteriş yapmaktır: “Saçlarının yapımı bitince sıra yüz bakımına gelmişti. Ah bu moda denilen saçmalık yok muydu? Tatlı bir kamelya rengini andıran, Valencia kadınlarına özgü o soluk pirinç rengindeki ciltlerinden ikisi de nefret ediyorlardı. Her sabah aynaya baktıklarında, ‘yüzümüz tıpkı bir ölünün yüzüne benziyor’ diyerek, terkibinde kurşun içeren pudrayı yanaklarına, kulak memelerine sürerek ciltlerine yapmadıkları eziyeti bırakmıyorlardı; üstelik bu da yetmezmiş gibi, gözlerinin yeterince iri olmadığını düşünerek bir de göz kenarlarına ince sürmeler çekiyorlardı. Gençlikten ileri gelen doğal güzellik onlar için yeterli değildi, zarif olma çabasıyla bu güzelliği maskeyle gizlemeleri gerekiyordu.” ² Sazlar ve Çamur’da da üç nesil bir aradadır fakat bu sefer nesiller arasındaki benzerliğin yanı sıra bir nesildeki değişimin diğer nesilleri nasıl zincirleme bir şekilde etkileyebileceğine de dikkat çeker yazar. İkinci nesilden olan Toni, babası Paloma’nın zihniyetine karşı çıkarak balıkçılığı bırakıp çiftçiliğe başlar ve pirinç yetiştirir. Bu yeni işinde bir kadının işçisi olarak çalışacaktır ve Paloma amcaya göre “bir Paloma başkasına asla hizmet etmezdi.” ³ Paloma ailesinde Toni ile başlayan bu “bozulma”nın ardından, adeta genlerine bir felaket yapışır: Toni’nin oğlu Tonet, yaşantısı boyunca acı çeker ve her durumda “doğaya yenik düşer”. Tonet’in nişanlısı Neleta da, Tonet askere gittiğinde, yaşadığı maddî sıkıntılardan dolayı meyhaneci Canamel ile evlenir. Daha sonra, Canamel ölünce Tonet âşık olduğu kadınla gayrı meşru bir ilişki yaşar ve bu ilişkiden bir çocukları dünyaya gelir. Hamilelik sürecindeyken Neleta, pek çok kez düşük yapmaya çalışmasına rağmen başarılı olamaz ve son aylara kadar karnına taktığı bir korseyle, acı çekerek de olsa bebeği saklamayı başarır. Doğumun ardından Tonet, çocuğu son çare olarak öldürür ve doğaya bırakır. Fakat bir köpek (doğa), ölü bebeği (gerçekleri) ortaya çıkarır. Tonet ise yaşananlara dayanamayıp, “gerçeklere toslayıp”, kendini, daha önce bebeği öldürdüğü silahla öldürür. Tüm bunlarla, hem insan bilincinin ve çabasının doğa karşısındaki acizliği hem de Zola’nın sıkça yaptığı kalıtım vurgusuyla bağdaştırılabilecek “genlere yapışan ve nesiller boyu aktarılan bir felaket zinciri” çok güzel biçimde aktarılır okura. Ibáñez zaten Zola’yı severdi ve El Pueblo’da ona ve onun siyasal uğraşlarına açıkça desteğini belirtiyordu. İlk çıktığı zamanlar Pueblo, oldukça saldırgan üslubuyla ve “devrim” sözcüğünü çok yinelemesiyle dikkat çekmiştir. O sıralar Fransa Dreyfus olayı ile çalkalanıyordu ve Zola, Yüzbaşı Dreyfus’a açıkça destek verdiğini deklare ediyordu. Bu yüzden çok fazla tepki çekmiş ve ağır bedeller ödemişti. Ibáñez de, İspanya-Amerika savaşı esnasında, çıkardığı gazetede açıkça Küba’ya asker gönderilmesine karşı çıkıyordu. Siyasetin insan canından önemli olmadığını düşünüyor ve zarar görecek masum İspanyollara üzülüyordu. Aynı zamanda asker alımındaki adaletsizliğe de dikkat çekiyordu ve yöneticileri sertçe eleştiriyordu. Hükümet, 1500 peseta veren herkesi askerlikten muaf tutuyordu ve böylece fakir halk askerliğe zorlanmış oluyordu. Ibáñez bir gazetesinde şöyle yazmıştı: “Bin beş yüz pesetan var mı? Yok, öyle mi? O hâlde oğlunu vereceksin. Sizler yoksulsunuz ve bu da yeterlidir. Alınlarınızda sizleri acının daimi köleleri hâline getiren toplumsal lanetlenmenin damgasını taşıyorsunuz. Barış zamanında azınlığın refah içinde, rahatça yaşayabilmesi için sizler bedenlerinizi yavaş yavaş eritip yok edersiniz; savaşta ise diğerlerinin evlerinde sakin sakin amiral battı oynamaları için sizlerin ölmesi gerekiyor. Sakin olun, şimdiye kadar yukarıdakilerin rahatı ve refahı için her zaman kurban edilen sürüler oldu. Asyalı despotların paryaları vardı, Yunanistan’da ilotlar, Roma’da köleler, Ortaçağ’da serfler ve şimdi de sizler varsınız… Ağlama asker anası, belki de oğlunun kemikleri toprakta çürüyecek, sen de açlıktan ve ıstıraptan öleceksin, fakat daha önce burnun havada, gururla oğlunun bir kahraman olduğunu söyleyeceksin… Bizim feryadımız oğulları kendilerinden zalimce koparılan, gözleri yaşlı İspanyol anaları içindir: HERKES GİTSİN: FAKİRLER DE ZENGİNLER DE.” Ibáñez de Zola gibi “başkaldıran” bir aydın ve siyasetçiydi. Bu yüzden her iksinin de hayatı sürgünlerle geçmiştir. Ibáñez, Zola’ya çok saygı duyardı, hatta ona, artık usta bir yazar olduğu dönemde, “eski ilahım” der. Zola, Ibáñez’in gözünde hem özgürlüğün temsilcisi hem de kültürel birikimin zirvesiydi. Tüm bunlara bakıldığında Ibáñez’in Zola’dan etkilendiği açıkça görülür. Ibáñez, aynı zamanda Zola’nın üslubundan da belli bir noktaya kadar nasibini almıştır. Bu durum özellikle Ibáñez’in yaptığı doğa ve cisim tasvirlerindeki derinlikte kendini gösterir. Ne var ki şahısların dış görünüşüne dair tasvirler, Ibáñez’de çok detaylandırılmaz; daha çok karakterin kişiliği ve yaşantısına dair anlatımlar ayrıntılıdır. Buna örnek olarak Sazlar ve Çamur’daki Sangonera isimli karakterin anlatıldığı şu paragraf verilebilir: “İşte ünlü Sangonera! Bu gölde ve civar köylerde bir eşine daha rastlamak mümkün değildi. Çalışmanın Tanrı'ya karşı gelmek olduğuna inandığından herkesin aksine o boş gezmeyi tercih ederdi. Bütün gününü kendisine içki ısmarlayacak birini arayarak geçiren aylak adam, Palmar'da uyumak için Perello'da sarhoş olur, ertesi sabah Saler'de uyanmak üzere Palmar'da içerdi. Kıyıdan içerdeki köylerde eğer bir düğün ya da bir şenlik varsa onu Silla'da veya Katarroha'da, Albufera'nın topraklarını ekip biçen halkın arasında, kendisini davet edecek, Tanrı'nın sevgili bir kulunu ararken görmek mümkündü. Körkütük sarhoşken gölde yaya olarak yaptığı gezintiler yüzünden şimdiye kadar kanalın dibinde cesedine rastlanılmaması gerçekten bir mucizeydi. Yarı beline kadar suda, pirinç tarlalarını birbirinden ayıran, bıçak ağzı gibi ince çizgileri takip ederek, kimsenin teknesiz dolaşmaya cesaret edemediği, insanı bir anda içine çeken bataklıklardan geçmesi akıl almaz bir şeydi. Gölün gerçek bir evladı olarak içgüdüsü sayesinde tehlikelerden korunuyordu. Çoğu geceler bir bardak şarap dilenmek için Kanyamel'in meyhanesinde göründüğü zaman üzerinde yılanbalığının yapışkanlığı ve pis bir çamur kokusu olurdu.” ⁴ Sazlar ve Çamur kitabı, aynı zamanda Ibáñez’in gerçek yaşantısından izler taşıdığı en çok düşünülen kitaplardan biri. Ibáñez bu kitap hakkında, “Bu, bende çok hoş bir hatırası olan, tam bir kararlılık ve bütünlük içinde ortaya koyduğum bir romandır.” der. Neden böyle söylediğini açıklamaz yazar fakat kitabı okurken kimi bölümlerde okur, yazarın kendi hayatına göndermeler yaptığını fark eder. Örneğin kitabın başlarında çok içten bir selam vardır Toni Amca’ya: “Selam sana Toni Amca, hiç dinlenme yok mu? Yakında tarladan pirincini alırsın bu gidişle.” ⁵ Bir adı da “ulusal felaket yılı” olan 1898, Ibáñez için politikadaki yerini sağlamlaştırdığı yıl oldu. İlk defa Madrid’deki parlamentoya milletvekili seçildi ve Kulübe’yi yayımladı. Kulübe, yazılma süreci itibarıyla ilginç bir hikâyeye sahiptir. 27 yaşında (1895) sömürge karşıtı bir gösteriden sonra Valensiya'dan kaçmak zorunda kalan Ibáñez, İtalya'ya giden bir gemiye binip kaçmış ve gemiye binene kadar cumhuriyetçi bir gencin şarap mahzeninin asma katında kalmış, orada geçirdiği sürede meyhanecinin kitaplarını okuyup bir şeyler yazmıştır. Üstünkörü bir hikâye olan bu eserin adını ilk başta “Arapların İntikamı” koymuştu. Sonra Valencia'ya döndü, on iki ay hapis yattı ve ardından Madrid'e sürgüne gönderildi. Daha sonraları Valencia halkı onu milletvekili seçince parlamenter dokunulmazlığı sayesinde yeni kovuşturmalardan kurtuldu. Seçim kutlamaları esnasında eskiden ona yardım eden cumhuriyetçi gençle tekrar karşılaşınca eve onu ziyarete gitti. Arapların İntikamı’nı buldu, genişletip düzenleyerek Kulübe’yi yazdı. Kulübe, Ibáñez’in ilk defa adının duyulmasını ve ün kazanmaya başlamasını sağlayan kitap olmuştur. Hatta Ibáñez, Kulübe’ye yazdığı ön sözde “…ben ileride ne yazarsam yazayım, daima Kulübe’nin yazarı olarak kalacağım.” der. Esasında Kulübe, ilk kez tefrika hâlinde El Pueblo’da yayımlanmıştı fakat o zamanlar İspanya’da hiçbir yankı yapmadı. Daha sonra ilk baskısını yaptı fakat satış sayısı bütün İspanya’da 500’ü geçmedi. Ne var ki Ibáñez o sıralar öyle meşguldü ki, kendi ifadesiyle, “başını kaşıyacak vakti yoktu.” Dolayısıyla Kulübe’nin satışlarıyla ilgilenmiyordu bile. O günlerde, Fransa’dan bir mektup aldı Ibáñez. Mektup, Bayonne Lisesi’nde öğretmenlik yapan Bay Herelle’den gelmişti. Bay Herelle, ülkesinde tanınmış bir çevirmendi, fakat Ibáñez o zamanlar bundan haberdar değildi. Bay Herelle, mektubunda Ibáñez’den Kulübe’yi Fransızca’ya çevirmek için izin istiyordu. Kendisi İspanya’ya hafta sonu tatili için gelmiş ve geri dönüş yolunda, tren istasyonunda trenini beklerken, kitapçıdan rastgele bir kitap alıp okumaya başlamış. Bu kitap Kulübe’ymiş ve kitap Bay Herelle’nin öyle ilgisini çekmiş ki, neredeyse trenini kaçırıyormuş. Ibáñez, mektubu okumuş olmasına rağmen uzunca bir süre cevap vermedi. Ancak Bay Herelle de yılmıyordu; ısrarla Ibáñez’e aynı konuda mektup gönderip duruyordu. Ibáñez her sabah kendi kendine bu mektubu cevaplaması gerektiğini söylüyor, fakat her seferinde de unutuyordu. Nihayet günün birinde Bay Herelle’ye dört satırlık bir cevap yazarak çeviriye izin verdiğine dair onu bilgilendirmiş ve postalamasının hemen ardından böyle bir mektubun varlığını dahi unutmuştu. Bir sabah Madrid gazeteleri, Paris telgraflarını yayımlayarak cumhuriyetçi milletvekili Blasco Ibáñez’in romanı Kulübe’nin Fransızca’ya çevrilerek büyük başarı elde ettiğini bildirdiler. O güne dek İspanya’da neredeyse hiç ilgi görmeyen ve dönemin eleştirmenleri tarafından birkaç cümleyle geçiştirilen Kulübe’nin bir anda kıymeti arttı. Gazeteci Miguel Mayo, kitabı tefrikalar hâlinde El Liberal dergisinde yayımladı. Sonrasında ise Kulübe, İspanya’da da duyulmaya başladı ve böylece ülke içindeki satışları da arttı. Kulübe, küçük bir kasabada, tarımla uğraşan bir halkı anlatır. Bu halk, “barraca” ismi verilen, sazlar, toprak ve çeşitli otlar kullanılarak yapılan kulübelerde yaşar. Valencia’nın kuzey tarafında kalan bu kasabada, romanın kahramanlarından Barret amca, karısı ve dört kızı yaşar ve yerli halkın geri kalanı gibi bahçelerini ekip biçerek geçimlerini sağlarlar. Fakat yaşadıkları kulübenin sahibinin, sürekli kirayı artırması üzerine borçlarını ödeyemeyen aile kulübeden zorla çıkartılır. Öfkeyle ev sahibini öldüren Barret, müebbet hapsindeyken ölür. Barret amcadan yıllar sonra, Batiste isminde bir adam ailesiyle birlikte yerleşir bu kulübeye ve köy halkı bu durumdan hoşnut olmaz çünkü Barret amcanın hatırasını yaşatmak isterler. Fakat Batiste ısrarla buraya yerleşir ve başına gelmedik felaket kalmaz. Bu süreçte köyün kabadayısı Pimento ile de çekkişmeleri bitmez, fakat Batiste oradaki halkın aksine Pimento’dan korkmaz. Pimento, normalde bütün İspanya’da birer yönetim kuruluna bağlı olan sulama kanallarının kontrolünü, kurduğu zorbalık sistemiyle kendi kasabalarının sınırları içinde eline geçirmiştir ve Batiste’yi bahçesinin suyunu kesmekle tehdit eder. Böylece Kulübe kitabı, aynı zamanda bir çeşit ağalık sisteminin de okura anlatıldığı bir kitaptır. Ibáñez’in kitaplarında çoğu kez yaşantısı anlatılan fakir halka karşı bariz bir merhamet sezilir. Bu merhametin en net hissedildiği romanlardan biri de Kulübe’dir. Var olandan rahatsızlık duyduğu ve bir şeyleri değiştirmek istediği açıktır yazarın. Yine yığınların yaşantısına objektifini çevirip fakirlik vurgusunu sıkça tekrarlaması ve enteresan karakterlerle durumun çarpıklığını ortaya koyması Ibáñez’in ustalığını gösterir. Örneğin Sazlar ve Çamur’daki Paloma Amca Tanrı’ya şöyle şükreder: “Yoksulları düşündüğü için Tanrı’ya şükretmek gerekirdi. Ailelerin sefalet içinde nüfuslarının artışını görmek tiksinti vericiydi; Tanrı zaman zaman çocuk sürülerini telef etmekle gösterdiği lütfunu esirgeyecek olsa gölde herkese yetecek yiyecek bulunmaz, insanlar birbirlerini yerledi.” ⁶ Yine Kulübe kitabında, Ibáñez’in romancılığına dair önemli ipuçları bulunur. Özellikle Pimento ve Batiste’nin arasında geçen çekişmelerde, yazarın kimi zaman rahatsız edici boyuta ulaşabilen bir tarafsızlığı, duygusuzluğu vardır. İlk başta köylülerin ve Pimento’nun yaptıkları vefalı birer davranış gibi gelir. Fakat Batiste ve ailesini tanıdıkça okuyucunun kafası karışır. Onlar da iyi insanlardır ve okur köylülerle Batiste arasında ya da Pimento ile Batiste arasında taraf tutamaz; yazarın bu doğrultudaki tutumuna ve ustalığına “yenik düşer”, yazar tarafından tarafsızlığa zorlanır adeta. Bu zorlanma, kitabın sonunda hem Batiste hem de Pimento zarar görünce de zirveye ulaşır. Ibáñez, dönemin diğer İspanyol yazarlarının aksine sadece gördüğü gerçekliği yansıtmaya çalışmıyordu; aynı zamanda onu değiştirmeye çalışıyordu. Belki de bu yüzden kitap Fransa’da çok sevilmiştir, çünkü Fransa da o dönemler cumhuriyet rejimiyle yönetiliyor ve başta Zola olmak üzere natüralist ve cumhuriyetçi aydınlara ev sahipliği yapıyordu. Fakat “bir değişim yaratma” idealine sahip olmasına rağmen yazar, Valencia sınırlarını pek aşamadı; Madrid’de çok etkin değildi. Yöresel sorunlarını parlamentoya taşımaya çalışan bir taşra milletvekilinden daha fazlası olamadı. Çünkü parlamento kralcıydı, kendisi ise cumhuriyetçi. Diğer taraftan Valencia ideali hâlâ çekiciliğini koruyordu; en büyük hedeflerinden biri de onun lideri olmaktı. Ibáñez milletvekilliğini sonraki yıllarda da yenileyecekti; tam beş defa aday olmuş, beşinde de seçilmişti. Blascoculuk Valencia’da öyle kök salmıştı ki, dokuz yıl sonra, Ibáñez politikadan çekildiğinde bile şehir cumhuriyetçi milletvekili çıkarmaya devam edecekti. Yazar, genç yaşlardan beri pek çok siyasal baskıyla ve cezalarla karşılaşmıştı. Ona rağmen yılmamış, hatta daha da güçlü bir şevk duymuştu ülküsüne karşı. Ne var ki onu gerçek manada hayal kırıklığına uğratan birtakım iç sıkıntılar doğmuştu. Zamanında kendisiyle birlikte milletvekili seçilmiş bir arkadaşı, partiden ayrılarak “saf değiştirmişti”. Valensiya halkı da kendi içinde çatışmalar yaşamaya, bölünen halk arasında bir gerginlik baş göstermeye başladı. Ibáñez de bu ortamdan ve eski dostunun yaşattığı hayal kırıklığından dolayı yorgun bir süreç geçirdi. 1905 yılında tekrardan milletvekili seçildi ve kutlamalardan dönüşte kendisine düzenlenen bir suikasttan canını zor kurtardı. Bunun üzerine ailesinin huzur ve güvenliğinin daha öncelikli olduğunu düşünerek milletvekilliğinden vazgeçip, ailesiyle birlikte Madrid’e yerleşti. Bu sırada, 1906 yılında eşi Maria ile ayrılmalarının ardından sevgilisi Elena ile uzunca bir yolculuğa çıkmaya karar verdi. Maria ile evliliği toplam 14 yıl sürmüştü. 1907’nin yaz aylarında Elena ile herhangi bir plan yapmadan yola çıktılar. Bu plansız gezilerden biri de İstanbul’a oldu. Aslında yazar Fransa’daki Vichy içmelerine gidecekti. Daha sonrasında yolunu Cenevre ve Bern üzerinden Orta Avrupa’ya kadar uzatmıştır. Budapeşte’de Orient Express’i görünce Binbir Gece Masalları’nın anlattığı gizemli Doğu’yu görme arzusunu dizginleyememiş ve yönünün Osmanlı topraklarına çevirmiştir. Yaklaşık bir ay boyunca da İstanbul’da kalmıştır. Ne var ki Ibáñez, mevcut bilgi birikimi itibarıyla oldukça dar bir vizyona sahiptir Doğu hakkında. Kitap boyu yaptığı karşılaştırmalar “Binbir Gece Masalları”nın ötesine geçemez. Örneğin sadrazamdan bahsederken şu ifadeleri kullanır: “Binbir Gece Masalları'nı hatırlatan hiçbir şey yok onda. Ne görünümü ne de çalışma odası, elinde tuttuğu muazzam gücü belli etmiyor.” ⁷ Aynı zamanda Ibáñez’in muhayyilesindeki o “gizemli Doğu”ya dair beklentilerini körükleyen bir başka etken daha vardı: turist rehberleri. Yabancı turist rehberlerinin, İstanbul’a ziyarete gelen turistlere, şehir, saraydaki yaşantı (özellikle de harem) ve yerli halk hakkında, turistlerin zaten var olan muhayyilesini besleyip körüklemek için süsleyerek ve abartarak anlattığı bazı masalların da etkisi küçümsenemez. Türkler’e ve Türkiye’ye (Osmanlı yerine “Türkiye” ifadesini kullanır) beslediği tüm sempatiye rağmen, kimi zaman satır aralarından “korkutucu ve barbar Türkler”e dair klişe ifadeler okunur. Ibáñez, hayatını masa başında yazarak değil, dolaşarak, keşfederek, gözlemler yaparak geçirmiştir. Zaten yapıtları da bunun ürünüdür. O, kendi tabiriyle, “eylem adamı”dır. Bir arkadaşına yazdığı mektupta şöyle söyler: "Ben bir eylem adamıyım, yaşamımda kitap yazmanın dışında önemli şeyler oldu. Ben bir koltukta, göğsümü masaya dayamış halde, on saat yazı yazarak oturmaktan hoşlanmıyorum. Ben politikada bir önderdim, gençliğimin bir dönemini hapiste geçirdim (aşağı yukarı otuz kez hapse girdim), defalarca tutuklandım. Düellolarda öldürücü yaralar aldım. Bir insanın başına gelebilecek her türlü mahrumiyeti tattım. Ayrıca yedi kez milletvekili seçildim ve sonunda politikadan usandım. Devlet başkanlarının yakın arkadaşı oldum, Türkiye'nin yaşlı padişahını (II. Abdülhamid) şahsen tanıdım, saraylarda ikamet ettim. Yaşamımın birkaç yılında bir işadamı olarak elimden milyonlar geçti, Güney Amerika'da halk için yeni yerleşim bölgeleri kurdum.” Gerçekten de eylem adamıdır Ibáñez. Sadece yazmaz (Pessoa gibi), eyleme de geçer ve eylemin “anti-entelektüel” olması söz konusu değildir onun için. Hatta ona göre “aydın”, harekete geçip değişim yaratmak isteyendir. Dünyayı dolaşarak topladığı malzemelerle kitaplar yazar, hatta kitapları için çekilen filmlerde yönetmenlik dahi yapar. 1908 yılında yazdığı ve 1916 yılında beyaz perdeye aktarılan “Kan ve Kum” kitabı da böyledir. Ibáñez, Kan ve Kum romanının yayımlanmasının ardından yönünü Arjantin, Şili ve Paraguay’a da çevirmiştir. Arjantin’e yerleşip iki koloni kurmaya karar verir: Brezilya sınırında “Nueva Valencia” (Yeni Valencia) ve Patagonya’da “Cervantes” ismini verdiği iki yerleşim yeri kurar. Bu koloniler için birkaç senesini harcadıktan sonra artık bitkin bir vaziyette Avrupa’ya dönüp bu sefer kendi isteğiyle Paris’e yerleşir ve “eylem adamlığından yorulmuş olarak” kendini yazım yaşamına vermek ister. Ne var ki Paris’e gelmesinin hemen ardından baş gösteren 1. Dünya Savaşı, onu “göğsünü masaya dayayarak 10 saat yazı yazmaktan” alıkoymyştur; cepheleri gezmeye başlar Ibáñez. Ve buralardan edindiği bilgi ve tecrübelerle yazdığı “Avrupa Savaşının Tarihi” isimli fasikülleri yavaş yavaş yayımlanmaya başlar. Bu sıralar, devamlı “İspanyol Zola’sı” olarak anılmaktan şikâyetçidir Ibáñez. Artık yazınsal olgunluğa erişmiştir ve hâlâ bir başka yazarla birlikte anılmak hoşuna gitmez. Yazdığı bir mektupta bu yakınmasını şöyle ifade eder: "Ben ilk romanlarımda oldukça açık bir şekilde, Zola'nın ve onun ekolünün etkisi altında kaldım, ama bu etki sadece ilk romanlarımda görülür. Daha sonraları giderek gerçek kişiliğime kavuştum. Yazı yazmaya ister istemez birini taklit ederek başlayacaktım. Model olarak başkası yerine Zola'yı seçmiş olmadan dolay memnunum. Ülkemizde bir sanatçının mesleğinin başında, başarıya ulaşmasına rağmen başarısının göz ardı edilerek ona bir etiket yapıştırılması başına gelebilecek en kötü şeydir. Ben ilk romanlarımı yayınladığımda onları Zola'ninkilerle aynı yapıda bularak bana ömür boyu sürecek bir etiket yapıştırdılar. Bu durum aydınların ve eleştirmenlerin tembelliğinden ileri gelmekteydi, çünkü bu şekilde ileride bir eseri yorumlama ve onun hakkında fikir ileri sürme zahmetinden kurtulmuş olacaklardı. Ben ne yazarsam yazayım, edebî ürünlerim ne kadar köklü değişiklikler gösterirlerse göstersinler birçokları için ben yine İspanyol Zola'sı olarak kalmaya devam edeceğim. Bu damgayı her zamanki tembellikleriyle bana vurmakta ısrar edenler ne beni ne de Zola'yı tanımamaktadırlar, ya da eserlerimizi bir çırpıda anlamadan okumuş olmalılar. Ben Zola'ya hayranım ve onun birçok sayfasına gıpta ediyorum. Fakat duyduğum tüm hayranlığa rağmen şu anda edebi olgunluğa ulaştığım bir dönemde eski ilahımla aramda çok az ortak noktaların kalmış olduğunu görüyorum. Zola bütün eserlerini abartmalı bir biçimde, bilimsel bir teoriye dayandırmaktaydı, yani fizyolojik kalıtıma. Ne var ki bu teori çöktüğü zaman edebi çalışmalarının en ciddi değerlerini de beraberinde götürdüğü gibi, romanlarının çatısının da çökmesine yol açtı. Şu anda ne kadar ararsam arayayım edebi babam olarak kabul ettiğim şahısla aramda herhangi bir bağ göremiyorum, gerek çalışma yöntemi gerekse üslup bakımından olsun aramızda en küçük bir benzerlik yok." Kan ve Kum’un vizyona girdiği sene, Ibáñez zaten tanınan bir yazar hâline gelmişken, Mahşerin Dört Atlısı isimli romanı da yayımlandı ve bu romanın İngilizce’ye çevrilmesi üzerine Ibáñez’in uluslararası şöhreti de katlanarak arttı. Kitap ilk çevrildiği zamanlar ABD’de en çok satan kitap oldu ve 1919 yılında Ibáñez, artık farklı ülkelere konferans vermesi için davet edilen ünlü bir yazar ve politikacıydı. Aynı sene, Washington Üniversitesi’nde beklemediği bir şekilde kendisine onursal doktor unvanı verildi. İki sene sonra, 1921’de, Mahşerin Dört Atlısı da beyaz perdeye aktarılmıştı. Hem filmleri hem de kitaplarıyla tanınan yazar bir süre daha dünyayı dolaşmaya devam etti. Bu sırada şöhretiyle birlikte mal varlığı da arttı ve 1922’de kendisine Cote’d’Azur’de bir villa satın aldı. Ertesi sene bir transatlantik alarak tekrardan dünya turuna çıktı ve “Bir Romancının Dünya Seyahati” isimli anı kitabı basıldı. 1925’te “İspanyol Cumhuriyeti Nasıl Olacak?” isimli otuz sayfalık broşürü yazdı. Ne var ki Ibáñez, 1931’de kurulan II. İspanyol Cumhuriyeti’ni göremeden, 1928 yılında villasında vefat edecekti. Buna rağmen başta Valencia halkı olmak üzere İspanya tarafından önde gelen cumhuriyetçi politikacılardan biri olarak ismi hep hatırlanacaktı. EK: ¹ Vicente Blasco Ibáñez, Kan ve Kum, Altın Kalem yayınevi, çev. Belkıs Alver, s.254 ² Vicente Blasco Ibáñez, Araba Sevdası, Hattuşaş yayınları, çev. Ertuğrul Önalp, s. 59 ³ Vicente Blasco Ibáñez, Sazlar ve Çamur, Öteki Yayınları, çev. Ertuğrul Önalp, s.40 ⁴ a.g.e, s.18 ⁵ a.g.e, s.34 ⁶ a,g.e, s.20 ⁷ Vicente Blasco Ibáñez, Fırtınadan Önce Şark, İş Bankası Kültür Yayınları, çev. Neyyire Gül Işık, s.37
Kulübe
KulübeVicente Blasco İbañez · Öteki Yayınevi · 200772 okunma
··
1.015 görüntüleme
Zeynep Hilâl okurunun profil resmi
Gecikmiş bir yazı. Genel bir Ibanez incelemesi.
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.