Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Yasa koyuculuğundan dolayı Süleyman-ı Kanuni/Kanuni Sultan Süleyman olarak ünlenmiş, Divriği Ulucamii minare kitabesinde "Süleyman Şah bin Selim Şah" künyesiyle anılmıştır. Büyük bir divan oluşturan şiirlerinde Muhibbî mahlasını kullanan bu padişahı Batılılar, Magnificent Magnifique-Der Prachtige (Muhteşem) ve Grand Turc (Büyük Türk) diye tanır. Osmanlı Devleti politik, diplomatik, askeri, teknolojik, mimari, güzel sanatlar ve bilim alanlarında altın çağını Süleyman'ın yarım yüzyılı bulan saltanatında yaşamış, Akdeniz havzasının dolayısıyla dünyanın en güçlü devleti konumuna yükselmiştir. Mimar Sinan, şair Bakî, minyatürcü Nigârî, din bilgini Ebussuud, Pirî Reis, Barbaros ve daha pek çok sanatkâr, bilim adamı, denizci, komutan ve devlet adamı, Kanuni Süleyman dönemi parlaklığına katkıda bulunmuşlardır. Doğu'ya ve Batı'ya yaptığı 13 seferle de padişahlar arasında bir rekor sahibidir ve sefer sırasında eceliyle ölen tek Osmanlı padişahıdır. (...) Süleyman, Fransa Elçisi Jean de la Forest'in diplomatik bir başarısı kabul edilen ilk kapitülasyon anlaşmasına, 18 Şubat 1536'da onay verdi. Bu ahilnamenin imzalanmasından kısa bir süre sonra da 13 yıldır veziriazam olan eniştesi "Makbul" İbrahim Paşa'yı, sarayda kaldığı bir Ramazan gecesi, kendisiyle geç vakitlere kadar söyleşip eğlendikten sonra uykuya çekildiği odasında boğdurttu. Bu trajik olayda, Valide Hafsa Sultan'ın ölmesiyle haremde kadınlar saltanatını başlatan ve padişah üzerindeki etkisi tartışmasız olan Hürtem Sultan'ın parmağı olduğu ve İbrahim Paşa'nın taht'a göz diktiğine Süleyman'ı inandırdığı ileri sürülmüştür. Diğer yandan, idam edildikten sonra "Maktul" İbrahim Paşa olarak anılan bu ünlü veziriazamı, dönemin bağnazları da Budin'den getirip Atmeydanı'na diktirdiği heykeller nedeniyle dinsiz saymakta ve aleyhine çalışmaktaydılar. Ertesi 15 Mart 1536'da veziriazamlığa, İkinci Vezir Ayas Mehmed Paşa atandı. (...) 15 Temmuz 1539'da Ayas Mehmed Paşa'nın ölümüyle boşalan veziriazamlığa İkinci Vezir Lutfî Paşa getirildi. (...) Nisan 1541'de İstanbul, ilginç bir olayın dedikodusuyla çalkandı. Fuhuş yapan bir kadının cinsiyet organını usturayla oydurtup idam ettiren Veziriazam Lutfî Paşa'yı, padişahın kız kardeşi olan eşi Şah-ı Huban Sultan'ın "Kangı vezir zamanında bu yüzden keşf-i avret kılınmuşdur ki senin asrında vâki' ola?" diyerek ayıplaması üzerine Lûtfi Paşa'ca tokatlanması, cariyelerle harem ağalarının da Lutfî Paşa'yı tartaklaması olayını öğrenen Süleyman, Lutfî Paşa'yı veziriazamlıktan azlederek Dimetoka'ya sürdü. Şah-ı Huban da boşandı. (...) Kasım 1544'te bir skandal yaşandı ve Veziriazam Hadım Süleyman Paşa ile Deli Hüsrev Paşa'nın bir divan toplantısında hançer çekerek kavga etmeleri sonucu ikisi de vezirlikten atıldı. Olay, Hürrem Sultan'ın, damadı Rüstem Paşa'yı sadarete getirtmesini sağladı. Süleyman ve sevgili hasekisi Hürrem, 1544, 1545 ve 1546 kışlarını Edirne'de geçirdiler. İstanbul'a gelen elçiler de huzura çıkmak için Edirne'ye gittiler. 4 Temmuz 1546'da İstanbul'da ölen Barbaros Hayreddin Paşa, Beşiktaş'taki türbesine gömüldü. (...) 1553'e değin seferlere çıkmayarak İstanbul'da ve Edirne'de Hürrem'le oturan Süleyman, kendisine "Kanuni" sanını kazandıran yasa çalışmalarını yoğunlaştırarak "Sultan Süleyman Kanunnamesi"ni tedvin etti. İran'ın Doğu sınırlarını ihlal etmesi nedeniyle Edirne'den İstanbul'a dönen Kanuni, 28 Ağustos 1553'te Nahcivan seferine çıktı. Daha önce Anadolu'ya giden Veziriazam Rüstem Paşa ise, Hürrem Sultan'ın telkin ve talimatına uyarak padişaha, büyük şehzadesi Mustafa'nın tahtı ele geçirmek için fırsat kolladığına ilişkin raporlar göndermişti. Bu komplodan habersiz olan Mustafa, 6 Ekim günü, sancağı askeriyle Konya Ereğli'sinde orduya katıldı; babasının elini öpmek üzere çadırına girdiğinde dilsiz cellatlar tarafından boğuldu. (...) Nahcivan seferi nedeniyle iki yıl İstanbul'dan uzakta kalan padişah, 31 Temmuz 1555'te Üsküdar'a gelerek bir süre buradaki sarayda dinlendi. Aynı günlerde Edirne'de ortaya çıkan ve çevresine hayli kalabalık toplayan yeni bir Düzmece Mustafa yakalanıp idam edildi. Topkapı Sarayı'na geçen Kanuni, hasekisi Hürrem Sultan'ın ve kızı Mihrimah'ın telkinleri sonucu 29 Eylül 1555'te Veziriazam Kara Ahmed Paşa'yı idam ettirip Rüstem Paşa'yı ikinci kez sadarete getirdi. (...) O zamana kadar bilinmeyen kahvenin İstanbul'a gelmesi ve ilk kahvehanelerin açılması da bu yıllardadır. Halepli Hakem ve Şamlı Şems adlı iki Arabın 1555'te Tahtakale'de açtıkları kahvehaneler, kısa zamanda başkentin söyleşi ve buluşma yerleri oldu. "Okur yazar makulesinden nice zurefâ" kahvelere gelip tavla, satranç oynamaya, kitap okumaya, "kimileri güfte gazeller getürüb kimileri maarifden bahsetmeye" başladılar. Tarihçi Peçevî'nin anlatımı ile "böyle eğlenecek ve gönül dinlenecek yer olmaz deyü dolub oturacak ve duracak bir yer bulunmaz oldu ve bilcümle ol kadar şöhret buldu ki ashâb-ı manasıbdan gayri kibar dahi bî-ihtiyar gelür oldular." Dönemin kaba sofuları, tutucu ulema kesimi ise "halk kahvehaneye mübtelâ oldu, mescidlere kimesne gelmez oldu!", "mesâvihânedür, âna varmakdan meyhaneye varmak evlâdur", "her nesne ki fahim (kömür) mertebesine vara, yani kömür ola, haram-ı sırfdur!" dediler ve yasaklayıcı fetvalar verdiler. Hürrem Sultan'ın 15 Nisan 1558'de ölümünden sonra hayattaki iki oğlunun, Bayezid ile Selim'in taht kavgasına tanık olan padişah, Konya Savaşı'nda Selim'e yenilerek Amasya'ya çekilen Bayezid'e cephe aldı. Asi oğlunu tepelemek için 5 Haziran 1559'da Üsküdar ordugâhına geçti. Bayezid'in, iki bin kişilik bir kuvvetle İran'a sığındığı haberi gelince Temmuz ayında İstanbul'a döndü. İran Şahı Tahmasb ile mektuplaşarak Bayezid ile oğullarını 25 Eylül 1561'de Kazvin'de boğdurttu. Şehzadelerin cenazeleri Sivas'a getirilip gömüldü. (...) 20 Eylül 1563'te İstanbul, tarihinin en korkunç felaketini yaşadı. Bir gün bir gece boyunca yağan şiddetli yağmur ve düşen yıldırımlar sonucu seller oluştu ve yangın çıktı. Halkalı Deresi kabararak ağaçları kökleriyle söküp sürükledi. Pek çok insan öldü. Yenibahçe'den Langa Bostanı'na kadar olan semtleri sular bastı. O gün Yeşilköy dolaylarında avlanmakta olan Kanuni, İskender Çelebi Sarayı'na sığındı. Sel suları burayı da basınca, Enderun ağaları yaşlı padişahı sırtlayıp kurtardılar. Felaketten sonra, yıkılan köprülerin, sukemerlerinin ve suyollarının onarılmasıyla Mimar Sinan görevlendirildi. (...) 11 yıldır seferlere gitmeyen padişah, Tarihçi Selanikî'nin deyimiyle "Saltanat veziri, Hırvat içinde nâmdar Sokolovikoğlu, kutlu yüzlü ve tatlu sözlü, Ulu Padişahın makbûlü, sözü geçer tedbirlü" Sokollu Mehmed Paşa'nın ısrarıyla 1566'da son kez sefere çıktı. Yol koşullarına, aylarca sürecek seferin zahmetlerine dayanamayacak kadar yaşlı, ataları gibi nikristen (gut) mustaripti. Buna karşın 1 Mayıs 1566'da görkemli bir alayla İstanbul'dan ayrıldı. Kentten çıktıktan hemen sonra da atından indirilip kapalı arabaya bindirildi. Yol sarsıntılarından ve hava değişikliği yüzünden, Edirne'den sonra hastalığı daha da arttı. 5 Ağustos'ta Sigetvar'a gelindi. Kuşatma başlarken padişahın çadırı da Similehov tepesine kuruldu. Kuşatmayla ilgili gelişmeleri bir ay boyunca yatağında ve Sokollu'nun sözlü raporlarından izleyebildi. (...) 7 Eylül 1566 Cumartesi gecesi, nikris, dizanteri, felç yahut anjinden veya bunların ihtilatından "sabaha dört sa'at kaldukda bu mihnetâbâd dünyâdan" göçtü. (...) Sokollu, padişahın ölümünü vezirlerden dahi sakladı. (...) İç organları çadırında yatağının bulunduğu yere gömülerek cesedi tahnit edildi. Tahnit işlemi türlü ilaçlar, misk ve amberlerle yapılıp ceset sımsıkı muşambalara sarılarak bir tabuta yerleştirildi; tarihçilerin deyimiyle Sokollu, Kanuni'yi âdeta pastırma yaptı! Ertesi gün Sigetvar Kalesi, dört yanına odunlar yığılıp yangına verilerek bir harabe yığıntısı halinde fethedildi. (...) ll. Selim'in Belgrad'da orduyu karşılamasına kadar, 48 gün Kanuni'nin ölümü gizlendi. O kadar ki padişahın ağzından zafernameler kaleme alındı, el yazısı Kanuni'ninkine çok benzeyen Silahdar Cafer Ağa'ya hatt-ı hümayunlar yazdırıldı, zafer şenlikleri düzenlendi. 21 Ekim'de Sigetvar'dan ayrılan orduyla birlikte, içinde cenaze olan muhteşem saltanat arabası da hareket etti. Bu dönüşü gözlemleyen Tarihçi Selanikî, Kanuni'ye çok benzeyen "ak yüzlü, doğan burunlu ve küsec sakallu hasta mizaclu, boynu sargılu Hasan Ağa"nın, padişahın giysilerini giymiş olarak arabaya bindirildiğini, arada perdeyi aralayıp sağa sola selam verdiğini, Belgrad'a yakın Mohaç sahrasına varıldığında, yeni padişahın gelmesiyle büyük ölümün Sokollu tarafından açıklandığını, bir anda ordunun kaynaştığını "hay hay ile ağlaşulub inleşildiğini" yazar. İvedilikle İstanbul'a gönderilen cenaze için 28 Kasım'da, Süleymaniye Camii'nde dini tören düzenlendi. Cenaze namazını Şeyhülislam Ebussuud Efendi kıldırdıktan sonra aynı yerdeki türbesine gömüldü. (...) Bir gazelinde "Rindler bezminde sâki bir aceb nâm eyledüm / Mescidin kandilini meyhâneye câm eyledüm" diyebilirken saltanatı boyunca içki yasağı uygulatması (...) ilginçtir. Döneminin din bilginlerini ve hukukçularını görevlendirip kendisi de katkıda bulunarak "Kanunname-i Âl-i Osman" diye bilinen eski yasaları topIatmış ve bunları Sultan Süleyman Kanunnamesi adı altında geçerliliğe kavuşturmuştu. Dindarlığından ve ulemanın tavsiyeleri gereği kahve ve içki yasağı koymuş, yalnızca elçiler için belli günlerde iskeleye şarap getirilmesine izin vermişti. Padişah katında çalgı çalınıp oyun oynanmasını yasaklaması, sarayda altın ve gümüş kaplar yerine porselen tabaklar kullanılması ise son yıllarındadır. Oysa saltanatının ilk döneminde sarayda mükemmel bir sazende heyeti vardı. Harem meşkhanesinde cariyelere türlü hünerler öğretiliyor, Enderun'un yetenekli içoğlanları da oyunlar sergiliyorlardı. (...) Elçi d'Aramon'la gelen Nicolas de Nicolay'ın, 1551-1552'deki saptamalarına göre o dönemde kadınların sokağa çıkmaları pek enderdi. Bu nedenle de kadınlara "güneş görmezler" deniyordu. Dışarı çıktıklarında da başlarına küçük bir sivri hotoz koyup bunun üstünden uzun bir başörtüsü sarkıtıyorlardı. Yüzlerini kalın peçeyle örtmekte, topuğa kadar inen entari ile üstüne de dizkapaklarına kadar ferace giymekteydiler. (...) (Kanuni döneminde İstanbul'a gelmiş olan Dernschwam adlı) Gezgine göre, her dilin konuşulduğu ve bu bakımdan Babil'i andıran İstanbul'da, kimse kimseye güven duymamaktaydı. Örneğin bir yerden başka bir yere gidilirken herkes kıymetli neyi varsa yanına alıyor, evinde bırakamadığı gibi, birisine emanet de edemiyordu. Kent sokaklarında gezen meczuplara halk, birer ermiş gözüyle bakmaktaydı. Bunlar, kaba saba, köylü giyimli, koro halinde ilahiler okuyan dervişlerdi. En hafif suçlar için bile bazen ağır cezalar uygulanmakta, böylece halka ibret dersi verilmekteydi. Dernschwam, yangınlarda daha çok talan ve çapulculuk yüzünden halkın zarara uğradığını, dedikodulara göre yangınların yeniçeriler ile acemioğlanları tarafından yağma yapmak amacıyla çıkartıldığını, padişahın, daha önceki bir yangının kundakçısı olarak yakalananları boş bir tekneye bindirip denizde yaktırdığını da anlatmaktadır.
Sayfa 142 - 10- Kanuni Sultan (I.) SüleymanKitabı okudu
228 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.