Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Abdülhak Şinasi Hisar
Abdülhak Şinasi Hisar
'ın
Roman Sanatı
Roman Sanatı
Eserinin Tercümesine Önsözü: ROMANA DAİR BAZI HAKİKATLER İnsan, bütün hayatında alâka duyduğu bir mevzu üzerine bazı suallerle karşılaşınca, fikrini istediği gibi anlatabilmek için bir kitap yazmak veya hiç olmazsa bir konferans vermek lâzım geldiğini düşünmeğe başlıyor. Ancak, konferans dinletmek şöyle dursun, verdiği cevap biraz uzun sürmeğe yüz tuttu mu artık suali soranın bile - şimdi umumileşen âdete uyarak- kendisini dinlemediğini de görüyor. O zaman, yine kendi kabuğuna çekilerek, yazamıyacağına emin olduğu o sayısız kitaplardan birini daha yazdığını tahayyüle dalıyor ve yavaş yavaş, âdeta onun ihtiva edeceği sahifeleri karıştırmaya başlıyor. Derken, bu hayalin hakikat olduğunu görmek, fikirlerimizi toplayanbboyle bir kitabı bir başkası tarafından yazılmış ve ellerimizde hazır bulmak, düşünün, ne zevk olacaktır! Herkesin kendi fikrinden bile şüpheye düşeceği gelen bu emniyetsizlik ve istikrarsızlık zamanında size fikirlerini söyliyen bir kitabı okumaktan büyük bir teselli tasavvur edebilir misiniz? İşte
Kléber Haedens
Kléber Haedens
isimli genç bir Fransız muharririnin Paradoxe sur le roman adlı kitabını okumak bana böyle emsalsiz bir zevk temin etti. Zira her sahifesinde kendi fikirlerimin teyit olunduğunu büyük bir lezzetle, büyük bir emniyetle ve huzur hissiyle gördüm. Muharrir, fikirleri arasında lüzumsuz bağlantılar yapmadan, bir mühim noktadan diğer mühim bir noktaya geçerek, az sahife içinde, mevzuuna dair o kadar doğru fikirler söylüyor ki son zamanlarda roman üzerine bu kadar haklı ve esaslı şeyler yazılmamış olduğuna kaniim. Gerçi, tenkid ettiği zihniyet sahiplerine «Paradoks» yapıyor görüneceğine telmih ederek ve pek muhtemeldir ki Diderot'nun Paradoxe sur le Comédien isimli eserini hatırlayarak ve hatırlatmak istiyerek kitabına Paradoxe sur le Roman adını vermişse de burada o sinirlere dokunan ve salim muhakemeleri bozan fuzulî paradoks yapmak illetine hiç düşmeden, bilâkis, en doğru, en makulbve hattâ en mutedil görüşlerle romana dair bazı esaslı hakikatleri iyice belirtmiş oluyor. Sanatın varlığı sanat ihtiyacından geldiğine ve sanat meselelerinin nasıl birbirini tuttuğuna akıl erdirememiş olan nice kimseler sanata hep kendi görüşlerine ve isteklerine göre nazariyeler, hedefler ve gayeler çizerler. İndî oldukları halde kat'iyet ve umumiyet ifade eden, fazla muayyen ve müspet olan bütün bu düsturlar hep tahakküm sevdasında olukları için cok kere bir işe yaramak yerine bilâkis zihinleri karıştırarak nazik sanat meselelerini altüst eder. Halbuki edebi nevilerin tariflerine lüzumundan fazla kıymet vermemek lâzım geldiği, zira bunların çok kere müptedilere anlatılacak şeyleri kolaylaştırmak için kullanılan sathî birtakım kalıpları olduğu, yoksa, edebî nevilerin, asıllarına eren bir inkişafa vardılar mı, kendi kabukları içine çekilmek yerine birbirinin içine geçtikleri, binaenaleyh çok kere indî kalan bu kaidelere riayet etmeğe fazla ehemmiyet vermenin mahzurlu olduğu kolayca kabul edilecek hakikatlerdendir. Evvelâ şu beşerî hakikat anlaşılmalıdır ki sanat, aslında, sanatkârların eserlerini yaratmak için duydukları fıtrî bir ihtiyacın mahsulüdür. Her biri kendi «sanat» ını, duyduğu bir aşkla meydana getirir. Musiki istidadiyle doğan, çocukluğundan beri mırıldanır, meşk eder ve nihayet sesini bulur, dinletir. Resim istidadiyle doğan, çocukluğundan beri çizgiler çizer ve nihayet görülmeğe değer bulduğu şeyi görür, gösterir. Şiir istidadiyle doğan, lisan, kelime, vezin, kafiye, ahenk ağları içinde muamma çözer gibi şiii arar, bulur ve bize duyurur. Halis muharrir de ancak bu yazı ihtiyacını duyduğu için yazmağa başlar ve romancıysa roman yazar. Hakikî sanatkârlar kendilerini sürükliyen bu aşkları için yaşar ve bin bir azap, ıstırap ve hesap ile, bütün ömürlerini sanatları için harcarlar. Zaten bu mecburiyetleri ne kadar doğuştansa ve ne kadar tedavi kabul etmezse onlar o kadar tabii ve mazurdurlar ve hemen o nisbette muvaffak olurlar! Böylece bütün hukuku evvelinden kabul edilmesi lâzımgelen bir «sanat» vardır ki ona hariçten hudut çizilmez, yol gösterilmez, o, hiç bir gayenin emrine verilemez, ve hiç bir gayeye hizmetten de menedilemez. Zaten, hakiki sanat, daima, bir kıblenüma gibi kendi hakikatı üstüne titreye titreye onu arar, bulur ve gösterir. Sanatkârlara asıl tavsiyeye değer şey elbette sanat için sanat nazariyesi değil, fakat halis sanatın vakarı, onuru, mevkii hakkında bir nevi anlayışı her şeyden üstün tutmak ve buna göre, kendisine hizmet etmek isteyen hakiki müritlerine sanatın tahmil ettiği ağır külfetlere tahammül etmek fedakârlığıdır. Birçok karilerle edebiyatta büyük münekkitlerden sayılmıyan ve kendileri sanatkâr olmıyan birçok edebiyat münekkitleri ve hocaları «roman» kelimesine de sırf kendilerine göre verdikleri mânalar ve romana kendi başlarına çizmek istedikleri kaideler yüzünden bu nazik edebiyat meselesinin maruz bulunduğu zorlukları arttırarak zihinleri karıştırıp duruyorlar. Hepsi de romanı kendi beğendiği bir formül içine hapsetmek istiyor. Onu tarif edenlerden kimi kupkuru ve mutlaka muhavereli olmak şartiyle, başı, ortası ve sonu olan muayyen bir vakanın hikâyesi diyor, kimi ise «sosyal meseleler»i «ma’şeri vicdan»ı, «gayri meş’ur»u ve daha bilmem hangi korkulukları karıştırarak âdeta bir ilim ve fen eserini kasteden bir ilim ve fen eserini kasteden bir izaha kalkışıyor. Fakat romanın evvelâ bir sanat ve edebiyat meselesi ve eseri olduğunu ve olması iktiza edeceğini söylemek bu tefrit ve ifratçılardan hiç birinin aklına gelmiyor! Halbuki asıl ibda kabili olan sanatkârların hepsi de mutlaka kısmen yeni bir roman formülü bulur ve tatbik ederler. Her yiğidin bir yoğun yiyişi olduğu gibi her romancının da bir roman yazışı vardır. Bütün ormanlarda birbirine tamamen eş ne iki dal, ne iki yaprak bulunmadığı gibi bütün edebiyatta da tamamen aynı iki romancıya, tamamen eş iki romana raslanamaz. Roman hakkında en çok işlenen hata onda daima aranılan vakaya büyük bir ehemmiyet atfetmektir. Halbuki eserin bu «tahkiye» kısmı asıl kıymetsiz tarafıdır.
Jules Renard
Jules Renard
, tâ 1892’de «Journal»inde şu fikri kaydediyor: «Romanın yeni formülü roman yapmamaktır.» Son zamanların roman üstadlarından birine,
Jean Giraudoux
Jean Giraudoux
’ya göre, romanın tezli, hayeli olmaması iktiza ettiği gibi, o, hattâ ananevî bir usulde yazılmış bir romanın hikâye kısmında, entrikasında, asıl sanat oyununa ve zarafetine mâni olan bir eski tarzın devamını görerek buna bile itiraz ediyor. Kendisinin bazı eserleri ise en güzel romanlardandır. Bütün bunları rağmen herkes yine, güya romanın muayyen kaideleri ve hudtları varmış da bu itibarla hudut harici sayılacak romanlar da bulunabilirmiş gibi konuşmakta devam ediyor. En garip ve dikkate şayan olan bir şey de bizim şimdi -başkalarının tâbiriyle- «hakiki romancı» bulduğumuz Maupassant’In bile, daha neslimiz dünyaya gelmeden evvel, «bu eserin en büyük kusuru tam ve halis manasiyle roman olmayışıdır» tarzında tenkidlere maruz kalmış olduğunu görmektir. Filhakika Pierre et Jean romanının o meşhur mukaddemesinde Maupassant da bundan şikâyetle: «Bir romanı meydana getirmek için öyle kaideler var mıdır ki bunların haricinde yazılmış bir hikâye başka bir isim taşımaya mecbur olsun?» diye soruyor. Aşikâr ki yoktur! Maupassant daha «Bu meşhur kaideler hangileridir? Bunlar nereden geliyor? Bunları hangi prensip namına, hangi selâhiyetle, hangi muhakemelere uyarak, kim tesis etmiştir?» diye soruyor ve ne kadar hakkı var! Bütün bunlar roman karşısında, eskiden beribve hâlâ daha ne kadar yanlış düşünceler hakim olduğunu gösterir. Halbuki bütün bu zoraki tahditler romanın kendi tabiatına hiç de uymuyor. Zira bizatihi değişici olan, hemen her birinin nev'i şahsına münhasır olan, emelinin ve niyetinin hududu bulunmıyan roman yer kazandıkça daha ziyade genişleme ihtiyacını duyarak, her türlü bölümleri reddeder ve her gördüğünü, aşina diye, kendi içine almak ister. Hülâsa, her türlü roman vardır ve bütün bu muhtelif tarzlara göre yazılmış eserlerim hepsine de roman demekten başka çare kalmıyor. Çok kere bu muhtelif roman tarzları aynı muharririn eserleri arasında bulunur ve çok kere aynı eser iki üç nev'e birden bağlanabilir. Bütün romanların kıymetleri de hiçbir zaman maksat ve gayelerine göre değil, fakat, her zaman ancak sanattaki kıymet ve muvaffakiyetleriyle ölçülmek lazım gelir. Gerçi romanın tertip ediliş ve yazılışını sırf bir ticaret işi telâkki edenler, bu üç yüze yakın sahifelik kıtabı tıpkı bir nakkal metaı gibi satmak istiyenler vardır. Nasıl ki içinde merak uyandıracak, gönül avutacak ve kapı aralığından biraz şehvet havası duyuracak bir hikâye aradıkları bu kitabı filhakika tıpkı bir bakkaldan, içinden ne çıkacağını bildikleri bir kutu gibi satın almak isteyenler de vardır. Bu, sanat ve edebiyat dışında kalan büsbütün ayrı bir iştir. Bunu zaten mevzu haricinde tutuyor ve bahse ancak edebiyat meselesi olunca karışıyoruz. Bazı münekkidlerin hatası böyle eserleri his ve fikirle meydana gelen hakiki sanat eseriyle karıştırmaktır. Bu nevi kitaplar «roman» olsalar da edebiyat ile hiç bir alâka ve münasebeti olmıyan şeylerdir. Velev aleyhlerinde olarak bunlardan edebiyat çevresi içinde bahsetmekbde nafile bir takım karışıklıklara sebep oluyor. Diğer yandan, sanatın inkişafına yarayan düsturlar, sanat eserlerini indî bir takım kaidelere bağlıyarak onlara dar bir takım hudutlar çizmek isteyenler değil, bilâkis onları kaba bir âdilikten kurtararak tam bir samimiyetin ciddiyetine erdirmeğe yol açanlardır. Romanın güdebileceği gayeleri herhangi bir prensip namına inkâr etmek ve besliyebileceği muhtelif emelleri kırmaya çalışmak kadar edebiyata zararlı bir şey olamaz. Romanların çoğunun soysuzluğu ve bayağılığı sanâtkarın kendine inanmamış ve sanat eserin ereceği ruha erememiş olmasından geliyor. Yalnız kendisinin makbul görülmesi yolunda bir iddiada bulunmadıkça, zamanın gündelik mesele ile meşgul olmak gayesiyle yazılacak roman telâkkisine de bir hayat hakkı tanımalıdır. Ancak muharrir «insan» ı zaman ve muhitle değişen cephelerinden olduğu kadar edebî ve daimî sayılacak değişmez cephelerinden de kavrıyabilir. Sanatkâr elinden çıkmış en güzel kitaplardan bazıları böyle tarihin hangi devirlerinde geçtikleri belli olmıyan bir zamanın ebediyeti içinde yaşar. Shakespeare'in ve Racine'in zamanları muayyen bir tarihî devir değil, fakat bir beşerî zaman bütünlüğüdür. Sanatkâr, eserinin bekasını ezelî kıymetleri fanî ve gündelik şeylerden ayırdedebildiği nisbette sağlayabilir. Bizim herhangi bir sanatkârdan,bbir muharriden beklemekte, istemekte hakkımız olan bir şey varsa o da kendisinin söylemek için dünyaya gelmiş olabileceği şahsî fikirleri, duyguları bulunması ve bizlere bunları duyurabilmesidir. Böylece herhangi bir eserin, bir romanın, beşeriyetin ezelî meselelerinden birine cevap vermesi, veya biraz vuzuh getirmesi kâfi gelir. Artık onun hakkında, insaftan büsbütün mahrum değilsek, ne gündelik buhranlarımızı, ne de dünyanın geçirdiği tarihî buhranı bahis mevzuu edemeyiz. Zira bubeser, bu roman, meydana gelir gelmez, beşer talihinin trajedisi içinde kendi yerini almış olur. Ancak biraz düşünürsek, romancının mevzuu her ne olursa olsun, bir türlü ihmâl edemeyeceği bir kahramanı bulunduğunu, ve bunun da zaman olduğunu kabul ederiz. O her şeyi öğüten, bozan, değiştiren zaman ki için için hemen bütün romanlara siner. Zira hâdiselerin çoğuna sebep olan odur. Asıl bu maddenin içinde her şeyin hiç durmadan geçişinedir ki hayat diyoruz. Bütün ömürler, onunla, ölümlere doğru birer değişme halindedir. Bu hiç elimize geçmeden, hep elimizden geçen zaman ile her sanatkâr münasebetlerini tanzim etmeye mecburdur. Zira eseri zamana karşı aldığı vaziyetle ve takındığı tavırla, yavaşlığı veya sürati, dikkati ve sabırsızlığıyle başka başka mahiyetler alacaktır. «Sanat»ın zamanı, şairin iddiasına göre, «Gün bu gün, saat bu saat, dem bu dem!» değil, ebediyete kavuşmak istiyen cidden biraz karışan bir zamandır. Hâlis sanatkâr eseriyle derhal bu klâsik zamana katılmış olur. Sanat eseri için zaman telâkkisinin ve şuurunun ehemmiyeti hakikaten o kadar büyüktür ki bunun şimdiye kadar niçin daha iyi belirtilmemiş olduğunu anlıyamıyorum. Hattâ, bu mevzua işaret etmekle iktifa eden bu kitapta bile! Yine, birinci derecede mühim olan şey üslûp meselesidir. İkide birde: «Romanda edebiyat yapılmamalıdır!», «Roman şairane olmamalıdır!», «Üslûp itinası romanı bozar!» gibi öyle şeyler işitiliyor ki bunların hepsi de ayrı ayrı şaşırtıcıdır. Anlaşılıyor ki birçokları üslûbu hariçten bir esvab gibi örtmekle kalmıyan, fakat hislere ve fikirlere intibak ederek, onları vücudun derisi gibi kaplıyan daha çıplak bir üslûb arandığını da duyuyoruz. Halbuki bu tefrik iyi üslûplarda hemen hemen imkânsızdır. Üslûp hariçten takılan bir süs değil, süsler değil, vücudun kendi güzelliğidir. Gariptir ki her edebiyat nev'ine, her edebî esere, her romana muttasıl: «kaide!», «usul!» buyurmak isteyenlerin asıl bilmedikleri yahut kabul etmemekte inadettikleri bir tek umumî kaide vardır ki o da yazmaya başlayınca, bu sanatın yegâne vasıtası olan lisana hürmet etmek, onu mümkün mertebe yanlışsız, doğru, ahenkli, güzel ve her kelimesi de yerinde, tadını çıkararak kullanmaya itina etmektir. Yukarıda her nevi, her türlü roman olabilir demiştik. Evet, lâkin üslûbu iyi olmak şartiyle! Aksi takdirde, roman olsa da, olmasa da edebiyat olmaz. Birçok romancılar kendilerini bu kaideden müstesna sandıkları halde tekmil yazanlar gibi onlar da asıl hiç istisnası bulunmıyan bu tek kaidenin hükmü altındadırlar. Görülüyor ki bütün bu bahislerde hep sanatın ve sanatkârın haklarına riayet asasını iltizam ediyoruz. Zira bu meselelerin hakikati bunu ister. Asıl anlaşılacak hakikatler bunlardır. En yüksek şeklinde, kelimenin fizik ve metafizik mânasiyle, roman, hayatımızın bir temsili ve sentezi olduğuna göre, dünyanın yalnız manzarası ve ömrümüzün yalnız geçişi bile romancıyı ilham etmeye kâfi gelir. Zira, hariçten gelecek buyruklar nerede? Hakiki romancı romanını kendi kendinin bile idare edemediği, içinden gelen kuvvetlere uyarak yazmağa mahkûm olduğunu duyar ve böyle yazar. Romanda, sanattan haberleri olmıyan yabancıların kendi seviyelerine göre ayarlamak istedikleri bütün kayıtlardan kurtulup azad olarak, elbette bütün samimiyetlerimizin tam hür lisanı olan dile ermeğe ve -fena manasiyle oman yapmak değil- hayatın hakikatını bulmaya ve hakikatın ta şiirine varmaya uğraşacağız! Temelsiz ve başı boş bir şiire değil, her mevzuun kaba kılığından ve sathî hakikatinden geçilerek gizlediği derinlikleine inmek sayesinde varılan ve hakikatın esası olan bir şiire! Buraya inince, artık kendi dünyamızı saran bir deniz gibi, gündelik fikirler ve hesaplarımız kadar gecelik hisler ve hülyalarımızın da, mahrem ve derunî hayatımızın emirleri kadar şuur altı sayıklamalarımızın da aşikâr ve gizli seslerini birden duymaya başlarız ki bizim asıl duyurmak istediklerimiz de zaten bunların beraberliği ve bütünlüğüdür. Zira bir sanatkârı söyleten yalnız vuzuhlu fikirler olamaz. Uzvî kalan duygular, cismanî hayatın hazları, ve söz haline inkilâbetmek arefesinde bulunan nice duygular da ona ilham verir. Sanatkâr bunları hudutlarını gittikçe genişletme istediği bir şuur ve vicdanın alacakaranlık sınırlarında esrarlı birtakım mahlûklar gibi duyar ve hayata getirmek ister. Keşf veya icadetmek, çok kere, kendi kendimizi veya başkalarını duyup söyliyebilmekten ibarettir. Edebiyat her zaman böyle harikulâde avlar peşinde bir avlanmadır. Bir hakikatı söyliyebilmek onu ele geçirmek demektir. Elbette, bütün kabiliyetlerimiz ve hazırlıklarımızla, en derin mahremiyetimizin bir tek sırrını bile gizlemeden, içimizde yabancılardan saklanan bir ilâha benziyen kendi benliğimizi, bir ebediyete benziyen kendi zamanımızı; gündüzümüzü ve gecemizi keşf ve fethetmeye, dile getirmeye çalışacağız. Her sanatkâr kendi gönlünde yaşıyan hususî kıtayı, sanatının sesleriyle büyüliyerek, yaprak yaprak, dal dal ve dalga dalga dünyaya aktarmalıdır. Görüyoruz ki en büyük sanatkârlar kendi içlerinde besledikleri kâinatı tarayarak bize taşımış, dünyaya katmış ve hayata vakfetmiş olandır!.
·
217 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.