Gönderi

Yaşamöyküsel bir şey yazmaya kalkıştığımızda, fotoğrafları yar­dıma çağırırız. Albümümüzde olanlarla, belleğimizde kalan fo­toğraflar... Elbette her zaman için ikincisi çok daha zengindir il­kinden. Hayatımızın yazıya almak istediğimiz bölümleri, ya da hayatımızdan yazıya sızanlar, her seferinde bu fotoğraflan yardı­ma çağırırlar. Albümlerimizdeki o fotoğraflar, geçmişi diriltmek­te kullanılan birer büyü nesnesi gibi zamanı yeniden yaratmak için elverişli araçlardır. Bir tomar fotoğraf, bize bütün bir maziyi tazeler. Oysa, belleğimizde dirilen kimi fotoğraflarda ben dediğimiz kişi, şimdi ne kadar uzaktır bizden. O, hangi ben'imizdir? Çoğu kez, bizimle artık pek az ilişkisi kalmış birini "ben" diye anlatmak ne kadar gerçektir? Bizim için çoktan yabancı olmuş o kişi­ nin herhangi bir yazı kahramanından ne farkı kalmıştır, hayatına ait bazı ayrıntıları ve izleri çok daha iyi bilmemizden başka? Bir zamanlar olduğumuz o kişide kendimizi görmekte zorlandığımız anlara karşın, gene de neden her şey dün gibi canlı ve yakıcıdır? Sahiden geçmişi ve kendimizi yazmak mümkün müdür? Yalnız­ca yazının değil, zamanın uzaklığı da girmez mi aramıza? Bütün o hayattan artakalan birkaç izin, imgenin ve uçucu hayalin ardı sıra koşturup onlardan bir hayat hikayesi çıkarmak, bu anlamda "otobiyografik" bir şey yazmak, sahiden ne kadar mümkündür? Bilmiyorum. Eski soru. Eski sorunsal. Yine de her hayat her yazı kendini deniyor….
·
1 plus 1
·
168 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.