Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

208 syf.
·
Puan vermedi
Bütün Yalnızlar Gibi Özgür, Bütün Özgürler Gibi Yalnız...
Stefan Zweig... Yazdığı novellalarıyla tanınan, eserleri sevilerek okunan bir yazar. 1000 kitap sitesinde de en çok okunan, en çok alıntı yapılan yazarlar listesinde ilk sırada. Yalnız üzücü olan şu ki, Zweig’ın novellaları kadar yazdığı biyografileri ve araştırma/incelemeye dayanan eserleri pek de rağbet görmüyor. Bana göre, Stefan Zweig, titiz bir araştırma yaptığı, tarihsel süreç içinde faydalı olabilecek en küçük ayrıntıya bile yer verdiği biyografilerinde oldukça başarılı. O’nun “tarihe malolmuş” kişilerin yaşamlarını tutkulu bir merak içinde incelemesi, bu kişilerin neden bu kadar önemli hale geldiklerini ve onların geniş kapsamlı eylemlerindeki motive edici unsurları keşfetmeye ve gün yüzüne çıkarmaya çalışması, başarısının temel sebepleri arasında. Özellikle Zweig tarihsel çalışma niteliğindeki biyografilerinde konu olarak işlediği dönemle kendi yaşadığı dönemi karşılaştırarak her iki dönem arasındaki benzer durumların ve yaşanan problemlerin kritiğini okuyucuya sunmuş oluyor. Tıpkı Erasmus biyografisinde olduğu gibi. Zweig, bu biyografiyi Hitler’in Almanya’da iktidara gelmesinden kısa bir süre sonra 1934’de yazmış. Hitler dönemi politikasını kendi deyimiyle “kitle zehirlenmesi” olarak değerlendiren Zweig, Erasmus dönemi Reform hareketi ve Nazizmin yükselişini karşılaştırarak dün ve bugün arasında bir çeşit köprü kurmuş oluyor. 400 küsür yıl önce meydana gelen Reform hareketlerine ilişkin bu biyografiye, sanayileşmeden bu yana süregelen yapısal değişimin, sosyo-politik etkilerinin bir araştırmasıdır diyebiliriz. Stefan Zweig, kendisini intihara kadar götüren Hitler döneminin her türlü kanlı ve baskıcı müdahelesine, düşünce özgürlüğünün ve aklın/mantığın sesinin zorbalıkla kısıtlanmasına karşı, Erasmus gibi savaş, karmaşa veya baskının her zaman karşısında olmuş Hümanist bir yazarın biyografisini yazarak, insanlığın kutsallığı, düşüncenin özgürlüğü ve aklın önderliğini dile getirerek, bu kavramların önemini anlatarak ve Hümanizmin gerekliliğini savunarak bir yazar olarak üzerine düşeni yerine getirmiş bu biyografide. Biyografileri okuduğumuzda olayların tarihsel süreçlerinin ötesinde, Zweig’ın tasvir ettiği kişi ile kendisini özdeşleştirdiğini de görürüz. Erasmus’un iradenin özgürlüğünü savunması, kargaşayı sevmeyen bir yapıda olduğu için sık sık seyahat etmesi, çoğu vaktini kitaplarının arasında geçirmesi, Avrupalı bir kimliğe sahip olması, aklı, sanatı ve bilimi önemsemesi; Zweig'ın kendinde bulduğu özellikler arasındadır. Hatta Erasmus'u "bütün yalnızlar gibi özgür, bütün özgürler gibi yalnız..." şeklinde tanımlaması, Erasmus’da kendini gördüğünün bir belirtisi bana göre. Hümanist bir din adamı ve bilgin...Erasmus... Günümüzde, Rönesans’la birlikte ortaya çıkan hümanizm akımının yaratıcılarından ve en büyük temsilcilerinden biri olarak bilinen Rotterdamlı Erasmus, 1465 yılında Hollanda'nın Rotterdam kentinde doğdu. Ayrıca bugünkü ortaöğrenimi karşılayan bir öğrenim döneminin ardından Augustin tarikatına girerek rahip oldu. Ancak hiçbir zaman geleneksel anlamda bir rahip olarak etkinlik gösteremedi; kendini daha çok bilime adamak istediği gerekçesiyle, dini makamlardan "cüppe giymeme" iznini aldı. Paris Üniversitesi'ne devam etti. 1499'da İngiltere'ye gittiğinde, John Colet, Thomas More (Morus) gibi aydınlarla tanıştı ve bu dostluklarla ufku daha da genişledi. (bkz: wikipedi) Erasmus’un kilisenin, rahiplerin, papanın insanlar, yaşamları ve düşünceleri üzerinde oluşturduğu baskıcı egemenliğin yanlış olduğunu belirtmesi, Hristiyanlık dininin temelini oluşturan “gerçek Hristiyanlık ruhu”nun yeniden ortaya çıkarılması açısından oldukça önemli. Erasmus’un İncil’i yeniden çevirmesi, İncil’de yapılan hataları düzeltmesine ve “antik çağ” fikrinin yeşermesine de öncülük ettiğini söyleyebiliriz. Denilebilir ki Erasmus, yazdığı eserlerle ve savunduğu düşüncelerle “bilim, sanat ve kültür alanlarında birleşmiş” günümüz Avrupa anlayışının temelini atan önemli bir bilgindir. Erasmus, dinin sadece ibadet, ritüel veya ayinlerden oluşmadığını belirtmiş, özellikle oruç tutma, hac, dindeki aziz olarak bilinen kişilere tapınma şeklinde ritüellerin inananları sömürmek için kullanıldığını din adamlarının günah çıkarma ayininde bile para almalarını ve lüks içinde yaşamalarını eleştirmiş, katolik kilisesinin reform yapmasının gerekliliğini savunmuş. Martin Luther’le başlayan reform hareketlerinde taraf olmayı reddetmiş, belki bu kararı “korkaklık” olarak değerlendirilmiş olsa da hayatı boyunca savaşa, kargaşaya, bölünmeye, şiddete karşı çıkan Erasmus, bu sürecin “hümanist” çerçevede oluşturulabileceğine inanmış. Çünkü, Erasmus “ insan iradesinin” özgürlüğünü savunurken, Luther “Tanrı’nın iradesinin” önemli olduğunu vurgular. Luther’e göre Tanrı’nın isteklerini yerine getirirken şiddete başvurmakta hiçbir sakınca yoktur. Bu yüzden Luther’in devrimci yanı ile Erasmus’un Hümanist yanının hiçbir zaman bağdaşmadığını söyleyebiliriz. Erasmus’un hayatı boyunca edindiği iki ilke var: Nulli concedo----Hiçbir gruptan yana değilim. Homo per se------Kendimden yanayım. Kısaca, Erasmus’a göre insani duyguları paylaşmak, birlik içinde olmak için herhangi bir kişiye, partiye, gruba... bağlı olmaya, onların safında yer almaya gerek yok, olmamalı. İncelemeyi Erasmus’un en sevdiğim sözüyle bitiriyorum: "Körler ülkesinde tek gözlü adam kraldır."
Rotterdamlı Erasmus
Rotterdamlı ErasmusStefan Zweig · Can Yayınları · 2019663 okunma
·
67 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.