Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Allah'ın Sevdiği Kuluna Beş Öğüdü...
Adamın biri bir gün bir rüya görmüş. Belki salih bir zat belki de peygamberân-ı izâm hazerâtından birisi, bilemiyoruz. Farklı rivayetler var. Rüyasında hâtiften bir ses ona demiş ki: "Sabah olup da sokağa çıktığın vakit gördüğün ilk şeyi ye. İkinci şeyi sakla. Üçüncünün isteğini geri çevirme. Dördüncüyü üzme. Beşinciden de kaç." Sabah olmuş. Gördüğü rüyanın tesirinde, "Acaba Rabbim bana bu rüya ile ne anlatmayı murat etti, nasıl bir tecelli olacak, karşıma ne çıkacak?" merakıyla çıkmış sokağa. Tabii anlatmamış kimseye rüyayı. Rüya kafesteki kuş gibidir, birisine rüyanızı anlattığınızda ve o da rüyayı tabir ettiğinde kafesin kapağı açılır; kuş, tabir edilen istikamete doğru uçar. "Rüya tabir edildiği gibi çıkar." denmesi bundandır. "Rüyanızı salihlere, imanından emin olduğunuz kişilere, hayra yoracak gönüllere anlatın." buyrulmuş. Bulamadınız böyle birisini, anlatmayın, susun çünkü çok güzel bir rüya, işi bilmeyen birinin elinde heder olabilir ve çok çirkin dediğiniz bir rüya ehil bir zatın tabir edişiyle bir güzelliğe vesile olabilir. Adam sabah çıkmış evden, gördüğü rüyanın tesirinde yürüyor. Herkes sabah evden çıkar ve yürür ama bir farkla. Avam "Bugün ne yapsam?" diye yürür, havas "Rabbim bugün benimle ne yapacak?" diye. Adam yürüyor, karşısına bir dağ çıkmış. "Allah Allah, rüyada bana 'İlk gördüğün şeyi ye.' denildi ama bu koca bir dağ, ben bunu nasıl yiyeceğim?" Bir anlık tereddüdün ardından ilim teslimiyetin imdadına yetişmiş. "Hayır, Rabbim bana yapamayacağım işi emretmez çünkü O hiçbir nefse taşıyamayacağı yükü yüklemez. O bana 'Karşına ilk çıkanı ye.' demişse ben bu dağı yerim." Burada bir pencere açalım mı? Bazen Allahu Teâlâ'nın, Peygamber Efendimizin ya da evliya-i kiram hazerâtının insana ağır gelen bir emri olur. Kişi, aklı o istekteki hikmeti anlamaya yetmediği ve kalbi bu işin idrakine takat getiremediği için acabaya düşer. Bu iş, acabayla olmaz! O bir şeyi yapmanı söylüyorsa sana onu yapabilecek güç ve kuvveti de verecektir. Yapamayacağın şeyi senden istemez. Orada tereddüde mahal yok. Sen O'na sığın ve sana denileni yap. Hiç olmazsa yapmaya gayret et. Başaramasan bile söz tutmuş olursun. Öbür türlü "Bu olmaz. Nasıl olabilir ki!" dersen aklını put edinmiş olursun. Hem söz tutamamış hem neticesindeki nimetten mahrum kalmış olursun. Arz edebildim mi? Kapattık pencereyi. Adam sâlihane sâdıkâne, sağlam bir niyetle dağa doğru yürümeye başlamış. Her adım atışında dağ biraz küçülmüş, her adımda biraz daha küçülmüş... O da tabii neşe içerisinde dağa doğru gidiyor çünkü sözünü tuttu ve tuttuğu söze mukabil de Cenab-ı Hak emrettiği işi kolaylaştırıyor. Yaklaşmış, yaklaşmış, en sonunda dağın yanına geldiğinde bakmış ki o koca dağ küçücük bir lokma hâline gelmiş. Gülmüş adam, tebessümle eğilmiş, yerden o lokmayı almış, ağzına atmış ki baldan tatlı. Emrini yerine getirmeyi kolaylaştıran, kendisine o işin altından kalkabilecek irade ve kalbi veren Allah'a hamd etmiş. Yürümeye devam etmiş. Biraz gittikten sonra altın bir leğen bulmuş yerde. "Bana rüyada 'İkinci gördüğün şeyi sakla.' denildi." Hemen oracıkta yeri kazmış, leğeni gömmüş. Üstüne toprak atmış. Vazifeyi yapmanın huzuru içerisinde birkaç adım yürümüş. Dönüp arkasına bakmış ki leğen tekrar toprağın üstünde. Allah Allah! Geri dönmüş, bir daha kazmış, leğeni gömmüş, üstünü kapatmış, yürümüş. "Acaba gene leğen toprağın üstüne çıktı mı?" diye düşünürken birkaç adım sonra dönüp bakmış, leğen yine toprağın üstünde. "Bana 'İkinci gördüğün şeyi sakla.' denildi ama saklayamıyorum. Bir daha deneyeyim." demiş. Dönmüş, daha derin kazmış, leğeni gömmüş, üstünü bu defa taşlarla kapatmış, yürümüş. Leğen yine toprağın üstüne çıkınca demiş ki: "Bunda bir hikmet var. Allahu Teâlâ bana sakla dedi. Ben O'nun dediğini yaptım ama ne yapsam da saklayamadım. Artık mevzu benden gitti." Bakın, burada da enteresan bir şey söylüyor aslında adam: O bir şeyi yap dedi mi onu yap ve gerisine karışma. Dediği gibi yap, neticeyi bırak. Arz edebiliyor muyum? "Acaba şöyle mi olur, böyle mi olur? Eyvah!" demeye ve vesveseye gerek yok. Yap sen! Dediği gibi yaptın ama sonuç düşündüğün gibi olmadı, varsın olmasın. Sen söz tuttun, denileni yaptın, kazandın Adam yürümeye devam ederken bir kuş can havliyle uçarak gelmiş: "Arkamda bir şahin var, beni yiyecek. Ne olur, beni sakla!" Rüyayı hatırlamış, “Üçüncünün dileğini geri çevirme, yerine getir." denildi. "O zaman bunu saklamam lazım." demiş. Almış kuşu koynuna saklamış. Tam o sırada bir şahin süzülerek gelmiş yanına: "Ey Allah'ın güzel kulu, ben sabahtan beri o kuşun peşindeyim. Açım, beni doyur. O kuşu bana ver, o benim rızkımdır." Bunu duyunca ne yapacağını şaşırmış adam. Çünkü kendisine rüyada denildi ki: “Üçüncünün dileğini yap, dördüncüyü üzme." Kuşu sakladı, onun dileğini yerine getirdi ama şimdi onu çıkarıp şahine verirse üçüncünün dileğini yapmamış olacak, vermese dördüncüyü üzmüş olacak. Ne yapsın? "Hem üçüncü emredileni yapmak hem de dördüncü emredileni yapmamış benim bunu doyurmam lazım. Ne yapsam?" demiş. olmamak için Bıçağını çıkarmış, uyluğundan bir parça kesmiş, şahinin önüne atmış. Şahin onu kaptığı gibi uçarak gitmiş. Can acısıyla aksayarak yürürken bakmış ki yerde bir hayvan leşi ve çok kötü kokuyor. Rüyada kendisine "Beşinci gördüğünden kaç." denildi ya. Kaçmış, evine gitmiş. Elini açıp niyaz etmiş: "Ya Rabbi, rüyada bana emredilenleri yaptım ama hikmetini merak ediyorum. O ilk gördüğüm dağ neyin nesiydi de bu kadar küçüldü? O leğen neydi ve niye ben gömdükçe yukarı çıktı? O kuş neyi temsil ediyordu? O şahinden murat neydi? O gördüğüm leş neyin nesiydi? Yüce Allahım, bana bunların hikmetini göster, ayan eyle." Yatmış usul üzere. Rüya sanki kaldığı yerden devam etmiş. Denilmiş ki: "O ilk gördüğün dağ öfkeydi. Başlangıçta bir dağ gibi gelir; sabretmek, onu yenmek çok zor gözükür ama sabredersen o koca dağ küçülür, bir lokmaya dönüşür ve tadı da baldan daha tatlı hâle gelir." Denilmiş ki adama: "Hani o ikinci gördüğün, sakladıkça toprağın üstüne çıkan altın leğen var ya, işte onlar senin salih amellerindir. Ne yapsan da onu saklayamazsın. Ne yapsan da onu ortadan kaldıramazsın. O mutlaka gün yüzüne çıkar. Dünyada da ahirette de mutlaka karşına çıkar." Burada bir incelik var aslında: Sen iyiliklerini yok gibi gördükçe Allah onları var eder. Sen, "Ben yaptım." deyip varlık iddiasında bulunursan Allah onu yok eder. İyi bir şey yaptın ya, göm onu toprağa, sen unut ki Allah onu var etsin. Ama sen yaptığın iyiliği, iyi işleri gün yüzüne çıkarmaya çabalarsan son nefeste dönüp bakarsın ki arkada ne bir leğen ne de başka bir şey var! "Üçüncüye gelince, sana bir kuş gelmişti, hani onu koynuna sakladın O kuş emanettir. Emaneti canından aziz bil ve sakla." ya. Açtık bir pencere daha. Emanet deyince aklımıza gelen tarif ilkokul öğrencisinin kompozisyonu gibidir hep: "Arkadaşıma dedim ki: "Şu çantayı iki dakika tutar mısın?' O da tuttu. Ben gittim sonra. Emanet işte o arkadaşımdaki çantanın adıdır." Tarif doğru ama eksik. Alıp verdiğin nefes, içtiğin su, bastığın toprak, gölgesinde oturduğun ağaç, eşin ve evladın, cebindeki para, altındaki araba, taşıdığın can, altında dolaştığın gökyüzü, dünya, kalbindeki iman nuru... hepsi emanet! Emanete ihanet deyince arkadaşının çantasından fazlası gelsin aklına! Birisine selam verdin, biriyle merhabalaştın, ayrılacağın vakte kadar sen ona emanetsin, o da sana. "Selam bir eman beyannamesidir." dermiş merhum Mahir İz Hoca. Sa'düddîn Ökten Hocam modern zamanların çocukları da anlasın diye cümlenin sonunu değiştirerek söyler: "Selam bir eman manifestosudur." Kalbimizde bir iman nuru var ki o emanetlerin en büyüğü: "Biz emaneti göklere, yerküreye ve dağlara teklif ettik, ama onlar bunu yüklenmek istemediler, ondan korktular ve onu insan yüklendi. Kuşkusuz insan çok zalim, çok bilgisizdir." Neyine güvendi insan, nasıl yüklendi omemaneti, bilmem ki! "Dördüncüye gelince, o şahin, senden bir şey istemeye gelen insanın temsilidir. Birisi gelip senden bir şey istediği vakit onun isteğini yerine getir." Bakınız, burada bir incelik var. Hem emanetin muhafazasındaki hassasiyete dikkat çekiyor hem de bir şey istemeye gelen insana karşı davranışımızın nasıl olması gerektiği hakkında yol gösteriyor bize. Hatta beşinci nasihatin temsili ile de yakından alakalı, yeri gelince anlatacağız. Uyluğundan bir et parçası kesip vermişti hani, ondan bahsediyorum. Emaneti muhafaza edebilmek uğruna zarar görmeyi bile göze al, velev ki kendinden bir parça gidecek olsa bile! Senden bir şey istendiği vakit o sana lazım olsa bile ver! Şahin karnını doyurmak için bir şey istedi, adam uyluğundan kesip verdi zira. Sen Allah'ın bir kulunun işi görülsün diye sana lazım olandan verirsen senin işlerini de Allah görür. Ama tabii "Ben bunun işini yerine getireyim de Allah da benim işimi görsün." demek hoş değil, ihlasa manidir. İhlas bir şeyi sırf Allah'ın rızası için yapmaktır; bir şey beklemeden, beklenti içine girmeden, umursamadan, ivazsız garazsız, hasbi, neticesini aklına bile getirmeden "Allah bunu böyle istiyor." diye yapmak... Düşünelim, diyelim ki bir komşumuz vefat etti. Komşunun cenazesine gitmek lazım. İnsan iki türlü de düşünebilir: "Gideyim. Çünkü Allah Resulü (s.a.v.) Müslüman'ın Müslüman üzerindeki haklarını sayarken buyurdular ki: 'Öldüğünde cenaze namazına gitmen kardeşinin senin üzerindeki hakkıdır' Allah Resulü bunu benim üzerime bir hak olarak yükledi. Ben de Allah rızası için kalkıp onun cenazesine gideyim." "Şimdi ben bu cenazeye gitmezsem konu komşu ne der... Gideyim de laf, söz olmasın!" İlkinde ihlas var, ikincisinde yok. Bu ölçü asla her şaşmaz, meselede böyle. "Derler" ve "desinler" kaydından kurtulmadan saf hále gelinmez, muhlislerden olunmaz. "Son gördüğüm leş neyin temsiliydi?" "O gıybettir, gıybet edendir. Gıybeti gördüğün an gıybet edilen mekânda durma. Oradan o leşten kaçar gibi kaç." Amelleri gıybet kadar yiyip bitiren başka bir şey yoktur. Gıybet eden kişi gece gündüz demeden çalışıp da eve eli boş gelen insana benzer yahut gecesini gündüzüne katıp çalıştığı hâlde kazancını sokağa saçan kimseye. Sabahlara kadar namaz kılsan, günlerce oruç tutsan, alnın secdeden kalkmasa, her sene bir hac yapsan da "Şu şuna şöyle yaptı, bu buna böyle yaptı." deyip milletin gıybetini ediyorsan ahirete vardığın vakit bir de bakacaksın ki elinde hiçbir şey kalmamış! Ama namaz kılmıştın... Gitti. Nereye gitti? Filancaya. Oruçların vardı senin. Gitti. Kime? Falancaya. Niye? Gıybetini etmişsin. "Gıybet edilen mekânda da durma." Dikkat ederseniz "Leşi yeme." demiyor; "Leşten kaç!" diyor. Yani sadece gıybet etmemekle kalma, gıybet edilen mekândan da kaç, o pis kokuya maruz kalma! Niye? İki kişi gıybet ederken orada oturmaya devam edersen muhtemelen gıybetin üçüncü ortağı sen olursun. Nefs çok haz alır böyle şeylerden. Şeytan da dürter: "Hadi abi, bir iki de sen söyle abi." Uyluğundan kestiği et parçasının beşinci nasihatle alakasından bahsedersek... Niye başka bir yerden değil de uyluğundan kesti o eti? Leş kokusundan kaçacak, bacağı yaralı olduğu için kaçması zorlaştı. "Gıybet edilen mekânı terk etmek öyle kolay bir şey değildir," diyor, "canından can gider sanki." Öyle lezzetlendirir ki şeytan, nefs öyle bir haz alır ki kalkıp gitmek zorlaşır. Ama sen yine de kaç oradan! İnsan sadece nefsinin dediğini yapmayarak kâmillerden olmazmış; üstüne bir de nefsin dediğinin tersini yapacak ki yol alabilsin!
··
174 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.