Çocukken sokaklarda dolaşırken etrafında herhangi bir şey olmadan tek başına duran taşlara çok üzülürdüm. Hemen onları diğer taşlarını yanına götürüp yalnız kalmasınlar isterdim. Bazen saatlerce bu taşlarla uğraşırdım. Kimseye de söylemezdim ne yaptığımı deli zannetmesinler diye. Yetişkinliğimde de bazen böyle tek başına kalmış taş gördüğümde buruk bir acı duyumsarım hala. İnsanlara kızarım, kimse kimseyi bile isteye yalnız bırakmamalı. Günümüzün popülist yaklaşımı olan bireyselleşme, kendine alan açma gibi kavramları çok yanlış yerlerde yaşıyoruz bazen. Daha çok keyfime göre dönüyor bu maalesef.
Çocuğun o güzelim dağ köyünde yalnız kalması ve etrafındaki cansız objelere isim verip onlarla konuşması yüreğimi burktu. Çantasına masal anlatan bir çocuktan bahsediyoruz.
Şehir insanlarında hep bir doğa güzellemesi görürüz: “Şuralarda yaşamak vardı be” derler, anlık duygular uyanır, hemen fotolar çekilir ve kapanış. Doğayla bir olmanın ne demek olduğunu çok çok acı bedeller ödeyerek öğreneceğiz. Bundan hiçbir şüphem yok.
Oysa nasıl olmalı doğa sevgisi, bakın çocuğumuz ne düşünüyor:
“Çünkü geceleri ormandaki ağaçlar da çok korkarlar. Kimi kimseleri yoktur. Çıplaktırlar. Soğuktan tiril tiril titrerler, sığanacakları bir yer de yoktur. Ormanda gezer, korkmasınlar diye her birini okşardım. Yazın tekrar yeşermeyen ağaçlar, kesinlikle korkudan dönüp kalanlardır.”
Çocuk saftır, temizdir. Kirletmeyelim ne olur hiçbir çocuğu.
İçime işledi bu eser. Yaşadım okurken. Siz de yaşayın. Hep o içimizdeki çocuktan bahsetmez miyiz? İçimize tekrardan işlesin bu çocuk. Yazar da onu istiyor.
Teşekkür ediyorum.