Gönderi

Eski Bakü'nün en önemli tarihi eserlerinden biri, silindir şeklindeki Kız Kulesi. 12. yüzyılda yapılan Kız Kulesi'nin yüksekliği 30 metre. 8 katlı tarihi eserin her tarafında gözetleme pencereleri var. Mesut Bin Davut, Kız Kulesini, 12. asırda tam denizin kıyısına oturtmuş. Zamanla Hazar'ın suları çekilince Kız Kulesi, geniş bir caddenin arkasında kalmış. Kız Kulesi'ni şimdi benim kitap kapağım süslüyor. Bakü'yü 30 metre yüksekten görmek isteyenler kulenin 8. katına çıkıyorlar. Ben de şehri o noktadan görmek istedim. Dikkatimi önce, eski Bakü'nün surları çekti. Bin yıl kadar önce, şehri üç taraftan çeviren surlar artık çoktan yıkılıp gitmişler. Ayakta kalan surların uzunluğu 5 0-60 metre civarında. Kız Kulesi'nin tepesinden bakılınca, eski Bakü'nün Şirvanşahlar Saray Külliyesi , bütün heybetiyle dikkatimi çekti. Gördüm ki, o Saray Külliyesi'nin hemen yakınlarında, eğri büğrü dar sokaklarıyla, üzerleri çatısız tek katlı veya iki katlı yorgun evleriyle çömelip kalan bir mahalle, eski Urfa'nın, eski Diyarbakır'ın veya· eski Erzurum'un bir parçası gibi. Evliya Çelebi, 1 645 yılının Bakü'sünü şöyle anlatıyor: "Bakü Kalesi, Hazar Denizi kıyısında, yüksek bir tepe üzerinde dört köşe bir kaledir. İç kalenin, batıya bakan bir kapısı, Nahcivan demirindendir. Yetmiş kule, altı yüz bedendir. Kale içinde toprak damlı yetmiş kadar ev vardır. Haydar Şah Cami namı ile bir de cami varsa da minaresi yoktur. Han, hamam, vesaireden nişan yoktur. Lakin derya kenarındaki büyük ribatı (bağlık yer) bin kadar evli, bağ ve bahçeli, cami, han ve hamamlı, çarşı pazarlı bir şehirdir ki, üç tarafı surla muhafazalı olup üç kapısı vardır. Bu ribattan yedi adet büyük minare görülmekte idi. Üç hamamı varsa da Mirza Han Hamamı gayet hoştur. Çarşı ve pazarı, o kadar müzeyyen değildir. " Evliya Çelebi'nin bahsettiği eski Bakü Kalesi'nin kapı üstünde iki aslan, bir öküz başı kabartması var. Bakü Kalesi'nden denize dökülen üzerlerinde eski Türkçe harfler ve çeşitli hayvan kabartmaları bulunan dikdörtgen şekilli taşlar, Prof. Dr. Oktay Aslanapa'nın tespitlerine göre Selçuklu geleneğinin örnekleri arasında. Şirvanşahlar Saray Külliyesi'ni gezerken hiç unutamayacağım iki hadiseye şahit oldum. Onlardan birini yani Saray Camii'nde kıldığım namaz konusunu yazmıştım. İkincisi, müze görevlisi Meryem Mustafaoğlu'ndan dinlediklerimdir. Şirvanşahlar Saray Külliyesi'ne, sevgili dostum, Şahmar Ekberzade'yi de yanıma alarak gittim . Müze müdiresi Dadaşkızı, sevdalı bir yürekle anlatmaya başlarken ben de not tuttum: " Şirvanşahlar Saray Külliyesi'nin yapımı XIII. asırda başlamış; sonraki asırlarda devam etmiş. Gördüğünüz gibi bu külliyenin bir Yaşayış Köşkü var. İki katlı olan bu köşkün birinci katında 27 , ikinci katında 25 oda bulunuyor. Bu köşkü, Şirvanşahlar hükümdarı Halilullah ve oğlu Ferruh Yaser yaptırmışlar. Onlar bu köşkün ikinci katında yaşamışlar. Birinci katında da hizmetkarları kalmışlar. Külliyenin bir divanhanesi var. XV. asırdan günümüze çıkan bu divanhanede devlet işleri müzakere ediliyordu. Yani divanhane, günümüzün millet meclisi binası gibi bir yerdi. Divanhane kitabesinde, Arap harfleriyle şunlar yazılı: 'Allah 'tan başka ilah yoktur. Muhammed onun elçisidir. Ali, Muhammed'in yakın adamıdır. ' B u divanhanenin kapısı çok gösterişli. Girişte, kapı üstünde usta eller tarafından taşa oyulan zarif güller arasında Hz. Ali'nin ismi yazılı. 1566 yıldan beri ayakta kalmaktan yorulan divanhanenin dökülen, çatlayan, dağılan bazı taşlarını, yeniden aslına uygun bir şekilde hazırlatıp yerine koyduruyoruz. Şirvanşahlar Sarayı'nın geniş ve taş döşeli avlusu, gördüğünüz gibi yüksek duvarlarla çevrili. Yalnız, bu taş yapının en önemli özelliklerinden biri de, İslamiyet'te ilmin, cesaretin, cömertliğin, merhametin sembolü olan Hz. Ali'nin isminin çeşitli yerlere çok sanatkârane bir şekilde işlenmiş olmasıdır. Hem Saray kapısında hem de divanhane alınlığında gördüğümüz armudi madalyonlar da aynalı yazılarla Allah, Muhammed ve Ali isimleri bu taş yapıların çok zarif güzellikleri arasındadır. Divanhane sütunlarında gördüğümüz kurşun yaralaraysa 1917 Komünist İhtilali'nde, Rus ve Ermeni komitacılarından kalan vahşet örnekleridir. Saray Camii, Şirvanşahlardan Halilullah Han tarafından inşa ettirilmiş. Cami kitabesinde şunlar yazılı: Bu n urlu binayı, Allah resulünün adaşı, din himayeden ulu Şirvanşah birinci Halilullah 1441 yılında diktirmiştir. Allah, tah tını, tacını uca etsin... Cami minaresinin yüksekliği 22 metredir. Ancak gördüğünüz gibi, şerefesi demirdendir. Deli Petro Bakü'yü işgal ettiği zaman taştan olan şerefe, Rus topçusunun bombardımanı esnasında yıkılmış. 1940'lı yıllarda Şirvanşahlar Sarayı ve Cami yeniden onarıldığında, şerefe eskisi gibi yapılmamış, taş yerine demir kullanılmıştır. Minarenin kaidesi yoktur. 1441 yılında, Halilullah Han, annesi ve oğlu için bu saray türbesini inşa ettirmiş. Türbe kapısındaki kitabede şöyle yazıyor: "Allah rahmedenlerin rahmisidir. Bir Gün geler, o sizi de bağışlar. " Türbe girişinde on iki defa Hz. Ali'nin ismi yazılı. Türbe içinde, Şirvanşahlar soyuna ait yedi mezar var. Ruslar, 1 94 5 yılında ka birleri açmışlar. Oralardan bazı kıymetli eşyaları çıkarmışlar. O eşyaların nereye götürüldüğünü bilmiyoruz. Şirvanşahlar Sarayı'nın orta avlusunda, Seyid Yahya Mevlana Baku vi Hazretleri'nin de bir türbesi var. Seyid Yahya Bakuvi, I. Hayrollah Devri'nde yaşayan bir saray alimi. Astronomi ve tıp ilminde, devrinin önde gelen alimlerinden biri imiş. Yahya Bakuvi Hazretleri, Halilullah Han'ın ve Saray mensuplarının çocuklarına, hem İslam dinini h em de müspet ilimleri öğretmekle vazifeli. Öldüğü zaman (462), onu Saray'ın dışına gömmek istememişler. Hep göz önünde olsun diye sekiz köşeli türbesini avlunun tam ortasına yapmışlar. Görüldüğü gibi, Şirvanşahlar Sarayı'nın avlularında, eski Bakü Kalesi'nden ve surlarından Hazar Denizi'ne dökülen taşlardan bir kısmını ziyaretçilerin dikkatine sunuyoruz. Denizden 6 9 9 taş çıkarıldı. Bu taşların üzerinde bazı hayvan figürleri var. Hazar'ın dibinde daha çok taş bulunduğunu biliyoruz. Kelbecerden gelen bu koyun ve koç heykelleri , bizim eski mezarlıklarımızın süsleri arasındadır. Bir de bu Şirvanşahlar Sarayı'nın hamamı var ki, XV. yüzyıl eseridir. Ancak hamam, çok uzun asırlar hep toprak altında kalmış. Biz, ondan 1 936 yılında haberdar olduk. 1 952 yılında, etrafındaki topraklar temizlendi; ama onu daha ayağa kaldıramadık 1 5 0 1 yılında, Şah İsmail, Şiıvanşahlar Devleti'ni dağıttı. Bütün hazinesini Tebriz'e apardı. XVI. asırda Saray, Osmanlı Türklerinin eline geçti. 1 92 0 yılında, Azerbaycan Sovyet idaresine katıldı. Bakıl'nün 25 km uzunluğunda bir metrosu var. Bu metro 1967 yılında yapıldı. Rus mühendisler metro hattını Şirvanşahlar Sarayı'nın yakınından geçirdiler ki, yeraltından gidip gelen yolcu vagonları toprağı durmadan sarsarak titretsin ve o sarsıntılarla da bizim bu abidelerimizin yıkılmasına yol açsın. Tarihi eserlerimizin ancak %20'si ayakta. %80 civarındaki tarihi eserlerimiz ya zamanla yıkılıp gitti veya büyük ordularla Azerbaycan'a saldıran devletler tarafından yakılıp yıkıldı. " Mesela Topal Teymur, Anadolu'ya saldırmadan önce Azerbaycan topraklarına girdi. 1396 yılında, Karabağ bölgesinden başlayarak Azerbaycan'ın çok büyük bir kısmını işgal etti. Buraları oğluna bıraktı . Etrafı yakıp yıktı. Tebriz Hükümdarı Sultan Ahmed ile Azerbaycan Hakimi Kara Yusuf, Yıldırım Bayezid Han'a sığındılar. Teymur, bu kişilerin kendisine verilmesini istedi. Türkoğlu Türk Yıldırım Bayezid dedi ki: "Bana sığınan mağdurları sana veremem. Çünkü bu, devletimin nam usuna sığmaz! Vermem onları sana ! " Yıldırım'ın bu cevabı üzerine, Topal Teymur, Ankara üzerine yürüdü. Aralarında çok şiddetli bir savaş başladı. Topal Teymur baktı ki hile yapmadan Ankara Kalesi'ni düşürmesi mümkün değil. Tuttu hileye başvurdu. Bir yaşına girmemiş bir kuzu kestirdi. Kanını bir tasa akıttı. Sonra Yıldırım'ın kumandanlarından iki üç kişiyi çadırına davet etti. Türk paşaları gelmek üzereyken koca bir tas kuzu kanını aç midesine içti. Sonra yanındaki hekimlerine dedi ki: Bana öyle bir ilaç verin ki, onu içtiğim zaman yüzüro sapsarı olsun. Hekimler, Topal Teymur'a bir ilaç içirdiler ki zalimin yüzü sapsarı oldu. Bundan sonra, Topal Teymur, Yıldırım'ın adamlarını çadırına aldı. Onlara dedi ki: -Halimi görüyorsunuz; ben çok fena hastayım. Yanımdaki hekimler, bana beş on günlük ömür biçiyorlar. Ölmeden önce istiyorum ki, Yıldırım Han kale kapılarını bana ve üç beş muhafızıma açsın. Bizi içeri alıp Ankara'yı gezdirsin. Sonra bizi tekrar otağımıza uğurlasın. Teymur bu sözleri söyledikten sonra, Yıldırım'ın elçileri yanında kusmaya başladı. Kusunca, bir tas dolusu içtiği o kuzunun kanı ağzından burnundan boşandı. Sonra hilekar Teymur, başını kaldırıp Yıldırım'ın elçilerine dedi ki: -Görüyorsunuz ki kan kusuyorum. Beş-on gün, ya yaşarım ya yaşamam. Söyleyin hükümdarımıza bana merhamet etsin. Gözlerim açık gitmesin! Yıldırım'ın adamları, padişahlarına gittiklerinde gördüklerini bir bir anlattılar. Yıldırım çok merhametli adamdı. Topal Teymur'a yazığı geldi. Ankara Kalesi'nin kapılarını açarak Topal Teymur'u ve beş-on muhafızını içeri aldı. Ancak geceleyin el ayak ortalıktan çekilince, Teymur'un adamları gizlice kale kapılarını açtılar. Kapılar açılınca, Teymur'un orduları aç kurtlar gibi Ankara şehrine saldırdılar. Yıldırım Bayezid ve Türk ordusu bu hile karşısında Topal Teymur'a yenilip esir düştüler. Teymur hileye başvurmasaydı, Yıldırıma karşı mertçe savaşsaydı Ankara'yı alabilmezdi. Yıldırım'ı yenebilmezdi. Ankara Savaşı'nı, elbette siz bizden daha iyi bilirsiniz. Ancak biz de Azerbaycan ziyalıları olarak Yıldırım Bayezid'in yenilmesine sizin gibi gözyaşı döküyoruz ! Eyvah diyoruz. " Şirvanşahlar Saray Müzesinin hanım hanımcık memuresi Ankara Savaşı'nı öylesine inanmış bir yürekle anlatıyordu ki, sözlerini kesemedim. Bana söylediklerinin gerçekle hiçbir ilgisi yoktu. Baştan sona kadar bir hayal ürünüydü. Ama karşımda bizim bu büyük mağlubiyetimize dayanamayan bir güzel, bir sıcak, bir dost yürek vardı. Ona dikkatle kulak verdim. Hatta diyebilirim ki , bu büyük masalı , ben de biliyormuşum gibi hep taselli ederek, hayranlıkla dinledim. Bin yıllık eski Baku'nün heybetli bir bölümü olan Şirvanşahlar Sarayı'ndan, tüy gibi hafifleyerek çıktım. Sevgili dostum Şahmar Ekberzade'ye bir delikanlı yüreğiyle, padişahımız Yıldırım Bayezid'i anlatmaya başladım. Eski Bakü'nün bir kervansarayını Bakü Belediyesi masalarla, sandalyelerle, sedirlerle döşeyerek duvarlarını Azerbaycan halılarıyla "süsleyerek dost yüzlü bir lokanta haline getirmiş. Sinema Bakanı Azat Bey, bir akşam yemeği için beni o kervansaraya götürdü. Yemek esnasında, oturduğumuz hücreye, Azat Bey'in vazifelendirdiği müzisyenler geldiler. Azat Bey bana döndü: -Bu bizim müzisyenler, bu akşam, sizin için çalıp söyleyecekler. Özellikle dinlemek istediğiniz bir malını, bir muğam var mı? dedi. -Mümkünse Karabağ Şikestesini çalmalarını istiyorum, dedim. Tar, garmon, nağara ve klarnet ustaları Karabağ şikestesine başladılar. Karabağ şikestesi benim dinlemeye doyamadığım ve zaman zaman gözyaşlarımla dinlediğim segâh makamında muhteşem üstü muhteşem bir musiki cenneti. Nitekim o akşam yemeğinde de gözyaşlarımı tutamadım. Sofradan kalkarak yüzümü taş duvarlara döndüm. Orada soyumun sopumun Azerbaycan'dan kopuş sebeplerini düşünerek sessiz sedasız dakikalarca ağladım, ağladım, ağladım. Karabağ şikestesi bittikten sonra Azat Bey, adamların yeni bir makama geçmelerini istemedi. Elinin tersiyle havayı itekleyerek grubun susmasını ve hücreden çıkıp gitmelerini istedi. Aradan şu kadar yıl geçmesine rağmen o kervansaraydaki akşam yemeğinin muhteşem havasını unutamadım.
336 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.