Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Lacan diye bir psikanalizci var, psikanalizi ciddi devrimleştirmiş bir adamdır; bir anlamda Freud’un arzu ve aşk kuramını tuhaf bir yönde yenilemiştir. Freud için aşkın varoluşu, yani sevginin varoluşu tümüyle bir libidinal düzene, bir arzu düzenine bağlanıyordu. Arzu düzeni açıkça söylemek gerekirse bende eksik olan bir şeyi başkasında aramam demektir. Bende eksik olan bir şeyi… Ama o zaman acaba o sevilen kişi karşı tarafta ne durumdadır? Onun bakış açısı nedir? Lacan’ın bu tartışmaya verdiği çok radikal bir cevap var, bir formülü var her şeyden önce. “Birisini sevmek, kendinde olmayanı vermektir” diyor: Yani sevmek kendinde olmayanı vermektir, ve bu sevme anının gerçekleştiği an, aşkın “yüce” anıdır. Bundan ne anlamalıyız? Yine belki Lacan’la uzaktan paralellik içerisinde düşünen Jacques Derrida, konuyu dostluk ve cemaat meselesi etrafında ele alırken, yani bir tür sevgi bağının, cemaat bağının, bir tür sosyalleşmenin buna bağlı olarak nasıl yeniden düşünülebileceğini tartışmaya giriştiği bir yerde, antik çağdan beri artık pek düşünmediğimiz bir tür dostluk modelinin söz konusu olduğunu hatırlatır. Bu dostluk modeli ise philia, sevgi. Yunanlardan beri, Aristo’nun Etik’i özellikle Eudemos’a Etik’i çerçevesinde, ya da dostluk üzerine Cicero’nun kitabında her zaman sevgiyi, sevilen kişinin bir özelliği olarak değil seven kişinin bir özelliği olarak görmek isteyen bir tavır hâkim. Buna göre antik Yunanlar için, antik Yunan kültürü ve uygarlığı için -belki de Ortaçağ’da da bu modelin devamı söz konusuydu- seviyor olmak, seviliyor olmaktan üstündür. “Neden üstündür?” diye sorduklarında, Sokrates’inden Stoacılarına, Ortaçağ düşünürlerinden Montaigne’e kadar dostluk üzerine düşünmüş olan, sevgi üzerine düşünmüş olan herkesin kafasında büyük bir açıklık var gerçekten. Metafizik bir açıklık neredeyse… Çünkü seven kişi sevdiğini bilir, bunun farkındadır; bir sevgiyle duygulanmış olduğunu bilir. Sevilen kişi ise bunu asla bilmek zorunda değildir, bilmediği bir şeye maruz kalmıştır, bu da kötü bir haldir. Spinoza’nın bütün öğretisi yine bu düzenin içerisinde cereyan ediyor. Bir tür sevgi doktrini diyelim… Ve şunu söylemeliyim ki psikanalitik bir sevgi doktrini değildir bu asla. Psikanalizin de ötesine geçen ve sevgiye dair altını çizdiğim -Ortaçağ’da da hâkim olan- bu varsayımın bir nevi aşılmasıdır. Bakış açısı nosyonu üzerinde yürüttüğümüz tartışmaya gerçekten bir doruk noktası getiriyor sevgi doktrini, çünkü Spinoza’nın bütün düşüncesi – Lacan ya da Freud’unkinin aksine- belirli bir noktada arzuyu bir tür eksiklikle damgalayan düşünceyi imkânsız kılma projesidir, çünkü arzu insanın özüdür. İnsanın bir özelliği değildir, insanın özüdür.
·
44 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.