Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

416 syf.
·
Puan vermedi
·
Beğendi
Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü ve Pax Ottoman’ın kırılımlara uğraması, bunun yanında bilimsel gelişmeler ve değişen dünya, ortaya çıkan milliyetçilik söylemleri ve yeni bir devrin başlangıcının ayak sesleridir on yedinci yüzyıl sonlarında duyulmaya başlanan. Dünya yeni gelişmelere gebedir ve bu gebeliğin sonu Osmanlı İmparatorluğu –imparatorluk geneli- için pek hayırlı neticeler getirmeyecek, nihayetinde yolun sonunda, elde kalan Anadolu toprakları ile imparatorluktan bakiye kalan topraklar üzerinde hâkimiyeti elde tutma mücadelesi verilecektir. Üç kıtada verilen mücadelelerden, üstünlüğün el değiştirdiği varsayımı kabul edilerek elçi göndermeyle başlayan dönemlere, sonra ıslahatlara uzanan bir modernleşme döngüsü ve bu sırada fark edilen geri kalmışlık algısı veya inancı, sonrasında başlayan isyanlar ve kopmalar, toprak kayıpları, topraklarını savunamayacak hâle gelme, topraklarının savunması ve hayatta kalmak adına devletler arası politika araçlarını kullanma, siyaset ve yolun sonunda kaybolan topraklar, göçler ve bahçede kalan acı bir yel. Bir imparatorluğun birkaç satıra sığabilecek, basit şekilde hikâye edilişi… Avrupa; Aydınlanma, Rönesans ve Reform ile birlikte kendi topraklarının hikâyesini yazar. Bir yönüyle bu sürecin sonunda Avrupa eski bilinen hâlinden çıkar, dönüşür, kendi arasında sorunlarını halleder (çekişmeleri bakidir belki fakat acil sömürge ihtiyacı bunu görünmez kılar yahut kendi topraklarındaki hâkimiyet mücadelesi uzak diyarlarda başka toplumların topraklarına kayar), bilim ve teknikteki ilerlemenin neticesinde ham madde kaynaklarına duyulan ihtiyaçlarla birlikte arayışa girer ve denizlere açılır. Tabii bu madalyonun elbette görünmeyen bir yüzü muhakkak vardır. Bu gelişmelerin sonunda sömürge hareketleri göz ardı edilemez. Bilim ve tekniğe iman edilmesinin sonucunda doğaya verilen zarar ve gelişim adına her şeyin mübah görülmesine arkamızı dönemeyiz ve yok sayamayız. Bilim ve tekniğin insanı götürdüğü ve eleştirilebilecek, eleştirilen ve eleştirmek zorunda olunan birçok noktanın olduğu da artık malumun ilamıdır. Ortaya çıkan ekonomik sistemin sadece bir grubun nüfuzunda olması ve bunun temellerinin yine bu zamanlarda bu anlayışlarla birlikte atıldığı meselesi de bir bahs-i diğer olsa da burada değinilmeden geçilemeyecek mühim meselelerdendir. Dünya yeni bir eşiğin kapısındadır, imparatorlukların ağır ağır selası okunmakla birlikte ezbere bir deyişle bir ulus devletleşmenin ortaya çıktığını söylemek masum bir yaklaşım olur ve gerçekleri pek yansıtmaz. Ulus devlet adı altında bir şeyler denenmiş, kısmen de belli oluşumlar ortaya çıkmış denilebilir elbette fakat ulus devletler amaçlanan nihai durak değil, sadece yol üzerindeki planın bir parçasıdır. Bir nevi planda amaca hizmet ve ulaşılması için bir pazarlama malzemesidir. Ulus devlet bir argüman olarak öne sürülmüş olsa bile meselenin üzüm yemekten çok bağcıyı dövmek olduğu ağır aksak da olsa anlaşılmıştır. Her ne kadar, bir millet bilinci yahut bir topluluğun kendisini isimlendirmesi, kendisini tanımlaması zorunlu olsa da bunun saf bir ulus anlayışıyla ortaya çıkması mümkün gözükmemektedir. Acıyla sevinçte, zor ve mutlu günde, sıkıntılı zamanlarda, dertte tasada birbirlerinin yanında olan insanların bir günde veyahut belirli bir zaman diliminde birbirine kılıç çekmesi, ateş etmesi, ihanet etmesi ve birbirini öldürmesinin, arkasından planlar kurmasının ardında başkaca planlar yahut başkaca dertler vardır. Bunu sadece ulus devletlerin ortaya çıkışına bağlamak mümkün değildir. Tekil olarak insan bazında bakıldığında hareketlerine yahut duygu, düşünce ve fikirlerine hak verilebilir olmakla birlikte bir topluluk bazında ve aradan geçen yüzyıldan sonra aslında bir planın işletileni olduğunu görmek acı verici olmalıdır. Acı verici olmasının yanında geri dönemeyecek olmak üzücüdür ve yaralar artık sarılamaz. Peki, buraya kadar anlattığımız hikâyenin bizi ilgilendiren kısmı neresidir, nedir bize Avrupa’nın atılımını söylettiren; bizim ise atıllığımıza ve bundan kaynaklı olarak problemlerle başa çıkamayışımıza sitem ettiren? Bu yazıda meselemiz Arap isyanı ve bu isyanın bir fotoğrafını aktarmak olacaktır. Bunu da bir kitap üzerinden gerçekleştireceğiz: Türkere Veda – Araplar Neden ve Nasıl İsyan Etti? Eserin müellifi Taha Niyazi Karaca, basımevi ise Timaş Yayınları. Arapların ve Türklerin arasındaki ilişki tarih içerisinde her zaman sıcaklığını korumuş ve hâlihazırda korumakta olan bir meseledir. İslam itibarıyla din bu ilişkinin sacayaklarından birini oluştururken, bugün için Suriye ve Irak’la güney komşuluğumuz ve yangının sıçrayacağı ilk yer olmamız da yine Arap ve Türklerin birbirlerine etkilerinin göstergesidir. Arap denilince anlaşılan coğrafya ve kimlik konusunda ise hâlâ bir netlik bulunmadığını rahatlıkla ifade edebiliriz. Arap denilince bir kısım insanımızın aklına, ten rengi siyah olan Afrika mukimleri gelebildiği gibi kiminin aklına ise medeniyetten uzak, vahşi, elle yemek yiyen, kaba saba, saçı sakalı birbirine karışmış, tabir-i caizse medeniyetten (?) nasibini almamışlar (medeniyetten nasibini almamak meselesi de yine kullanım itibarıyla irdelenebilir olsa da yazının sınırlarını aşması nedeniyle bu kullanımı “Galatı meşhur, lügat-i fasihten evladır” deyişiyle savuşturarak devam etmek zarureti vardır) gelmektedir. Peki, Arap nedir, kime denir? Eserde bu soruya tafsilatlı bir cevap verilmiştir. Araplar, Sami ırkın içerisindeki etnik yapıdandırlar. Aribi ve Arab isimleri Asur, Akad, Urartu ve Pers yazıtlarında geçtiği şekliyle göçebe yaşam şeklini benimseyen bedevilerdir. Aribi ve Arab olarak tanımlanan etnik topluluklar Güney Samileridir ki yaşam alanları günümüz Arap kimliğinin karmaşık tarihsel süreci sonucunda şekillenmiş, Arap Yarımadası’nın güneyidir. Arap Yarımadası batıda Kızıldeniz, doğuda Basra Körfezi ve güneydoğudaki Umman Denizi ile sınırlandırılan coğrafi alandır. Yarımadanın yerleşime uygun bölgeleri batıda Hicaz, ortada Necid, doğuda Lahsa, güneyde Yemen ve güneydoğuda Umman’dır. Kuzeyde yer alan Irak ve Ürdün’ün topraklarından bir kısmı Arap Yarımadası içinde kalır. Nefud, Dehna ve Rebulhali Çölleri, yarımadanın büyük bir kısmını kapsar. (s. 17-18) Bu tanımlara ek olarak, Arap denilmekle bedevi kavramının akla gelmesi kaçınılmazdır. Tarihsel süreç içerisinde İslamiyetin de yayılmasının etkisiyle Araplaşma ve bedevi kültürünün bu coğrafi tanımın çok uzaklarında varlığını devam ettirdiği ve etkileşiminin olduğu unutulmamalıdır. İslam dini, bedevi olan kabileleri vahiy ve peygamber aracılığıyla düzeltmek istemişse de Peygamber’in vefatından sonraki süreçte bedevilik ağır basmış ve Araplar önceki örf ve âdetlerinden tam anlamıyla kopamamışlardır. İslam dini, yayıldığı coğrafyalarda kültürel anlamda Arap örf, âdet ve yaşantısını ister istemez taşımış, toplumlar dinî ve kültürel unsurları birbirinden ayrıştıramamışlardır. Bu nedenle bir Araplaşma kavramından söz edilmesi mümkündür. Türkler ise İslamiyetle tanışmalarından sonra İslami kültürün yanında Araplardan da etkilenmişlerdir. Fakat bu etkilenme diğer toplumlar kadar fazla olmadığı gibi Türkler, İslamiyeti Farslar aracılığıyla tanıdıkları için Arap unsurlarına daha az maruz kalmıştır denilebilir. Kitap; giriş ve sonuç kısımları hariç beş kısımdan oluşmaktadır. Giriş bölümünde, yukarıdaki paragrafta verilen bilgilerin daha geniş kapsamlısı aktarılmakta; Türk ve Arap kavramları ile İslamiyetin etkisi üzerinde durulmaktadır. Giriş bölümünün son kısmında Arap milliyetçiliği ve Arap isyanı hakkında Türklere yöneltilen bazı itham ve iddialara yer verilmiştir. Kritiğe konu edilen bu kitapta iddia ve ithamların çözümlemesi yapılarak tarihsel süreç içerisinde iddia ve ithamların çıkış sebepleri, haklılıkları ve sonuçları üzerinde durulmaktadır. Bu iddia ve ithamlar nelerdir denilecek olursa; Türklerin Arap kültür ve medeniyetlerini yok etmeleri, zulmetmeleri, milliyetçilik etkisi merkezîleşme ve Araplara uygulanan baskılar, Araplar tarafından millî kimliği geliştirme adına dernek kurulmasına rağmen bunların tamamen masumane olduklarına ve milliyetçilik yapmadıklarına yönelik inanç, Türklerin İslam’a zarar vermeleri, Vehhabileri savunma ve onların milliyetçilik yapmadıkları inancı, 2. Meşrutiyet’in ilanı ile Türkçe konuşma zorunluluğu getirilerek Arapların ayaklanmaya sevki, aile ve kız çocuklarının eğitimine yönelik politikaların kabullenilmemesi, İttihatçıların ve Cemal Paşa’nın Suriyeli masum insanları idam etmesi, Arapların isyana katılmayarak sadece Şerif Hüseyin’in isyan ettiği söylemi… Eserde bu iddia ve ithamlar incelenmekte ve cevaplarla birlikte kimilerinin safsatadan öteye geçmediği ve tarihsel süreç içerisinde aslında iddia edilenin tam aksinin gerçekleştiği açıklanmaktadır. Birinci bölümde, millet ve milliyetçilik anlayışlarıyla isyanın nedenleri ve bu nedenlere sebep olan iddialar incelenmektedir. Girişte üç farklı kişi üzerinden örneklendirme yapılarak millet ve milliyetçilik meselesine eğilinmektedir. Bu kişilerin kendi ait olmak istedikleri yerlerde kendilerini konumlandırdıkları ve ait olduklarını hissettikleri şekilde tanımladıkları ifade edilerek milliyetçilik ve millet meselesinin anlam ve tanımının zorluğuna değinilmiştir. Bu örneklemeyi takiben farklı isimlerin millet ve milliyetçilik anlayışlarına yer verilmiştir. Nihayetinde Arap milliyetçiliğini konumlandırabilmek ve anlayabilmek adına aşağıda tanımlamam milliyetçilik görüşüne yer verilir: Milliyetçilik belirli bir coğrafyada kendi siyasal kimliğini elde etme isteğinin nihai hedef olmasıdır ve çok uluslu devletlerde her bir ulus kendi kimliğini yansıtan siyasal yapıya kavuşmak isteğiyle hareket eder. (s. 44) Arap milliyetçiliği açısından bu şartlar incelendiğinde Arapların anayasal devlet elde etme düşüncesiyle hareket etmeyişleri, hareketlerinin sonucunda anayasal devlet özelliğine sahip olmaktan ziyade aşiretler sisteminin ortaya çıkışı (belki de zorunluluk olması, tarihsel süreç içerisinde sürekli kendi içerilerinde çekişmeleri ve asla birlik olamamaları göz önüne alındığında) ve imparatorluk çatısı altındaki şartlardan geriye gidiş göz önüne alındığında Arap milliyetçiliğinin başarılı olduğundan söz edilemez. (s. 45) 1916 isyanı sonrasında da amaçladıkları bağımsız bir Arap krallığının kurulamaması yine milliyetçiliklerinin sağlam temeller üzerine oturmadığını göstermektedir. 1916 isyanını müteakiben Araplara İngilizler tarafından vadedilen topraklar verilmemiş, petrol ve yer altı zenginliklerini Fransızlarla paylaşarak kendi tahakkümlerini kurmuşlardır. Daha sonrasında da Şerif Hüseyin’in yerine Vehhabiler oyuna sürülmüş, 1916 isyanında emeği olan entelektüel camia pişman olmaktan başkaca bir şey yapamamıştır. Bölümün ikinci kısmı ise Arap milliyetçiliği üzerinedir. Arap milliyetçiliğinin ortaya çıkışı çeşitli yazarların eserlerine atıfla incelenerek değerlendirilmiştir. Bu bölümde on bir madde hâlinde, Arap milliyetçiliğinin ortaya çıkışında esinlenilen olaylara yer verilmiştir. Bu on bir madde, her biri kendi içerisinde önem arz eden ve Arap milliyetçiliğinin çıkış noktalarını gösterebilecek bir sınıflandırmadır. Millet oluşumunu ve milliyetçilik hareketlerini belirli bir milat üzerinden start çizgisiyle başlatmak tarihsel sürekliliğin doğasına aykırıdır. Devletin milleti ile milletin devleti kavramları süreçlerin farklı geliştiğini gösterir. Almanlar milli birliklerini 1871’de oluşturdular, ama Alman milliyetçiliğinin temelleri Protestanlığın doğuşuna ve 17. yüzyılda telaffuz edilmeye başlanan halk milliyetçiliğine kadar götürülmektedir. Alman örneğinde millet önce, devlet sonra gelmiştir. Araplar için de belirli bir milat çizgisi kabul ederek süreci değerlendirmek yerine Türklerin hâkimiyetinde yaşayan Arapların kimliklerini hangi temeller üzerine bina ettiklerine, özerklik ve bağımsızlık talepleri olup olmadığına göre değerlendirmek daha uygun bir yaklaşım olabilir. (s. 70) İkinci bölümde ise Türklerin idaresi altında Araplar incelenmiştir. Arap isyanına giden süreçte, Arap entelektüellerinin mutlak manada Türklere isyan etmek yahut Türklerden ayrılmak fikirlerinin olmadığını söylemek mümkündür. Klasik Yayınları tarafından “Arap Gözüyle Osmanlı” kitaplığı altında neşredilen hatıratlarda görüleceği üzere (gün gün tutulan not defterleri ve anılarda bariz olarak görülür, sonradan yazılanlarda ise yazılan döneme göre hakikate ve hakkaniyete aykırı, dönemin egemen gücüne yaranmak amacıyla tarihî hakikatlerin saptırıldığı görülür) Araplar daha çok kendi iç işlerinde bağımsız, dış işlerinde ise Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı yahut daha özerk bir yönetim talep etmektedirler. Bu taleplerde bulunanlar ise Avrupa’da meydana çıkan fikir akımları ile mektep, gazete gibi modern sayılan araçlarla iletişime geçebilen ve bunları takip edenlerdir. Bütün toplum tarafından bu taleplerin istendiğini veya kabul edildiğini iddia etmek mümkün değildir. Arapların iddialarına göre, isyan etmelerinin sebeplerinden biri de Türklerin yönetimlerinin nobran olması ve kötü yönetimleridir. Bir başkaldırı hazırlığında bunun meşru zemine oturtulabilmesi için sebeplerin yaratılması gerekmiştir fakat bu sebepler tarihsel vakıalarla doğrulanabilirse dikkate alınabilir ve incelenmeye tabi tutulabilir. Eserde Arapların Türklerin hâkimiyetine girdiği iki dönemden bahsedilmektedir. Bu hâkimiyetlerin sağlanmasında Araplarla savaşa girmedikleri, devletlerin Türkleşmesinin hanedan değişiklikleri şeklinde gerçekleştiği ifade edilir. (s. 73) Arapların Türk hâkimiyeti altında bulundukları dönem kendi aralarındaki çekişme ve kan davaları ile ilkeler geleneklerinden uzaklaştıkları ve kârlı çıktıkları başkaca yazarların da görüşleri ile birlikte aktarılır. (s. 78) Osmanlılar döneminde Araplar merkezî otoritenin egemenlik gücünden uzak, kutsal toprakları barındıran topraklar nedeniyle altın ve diğer hediyelerle bol bol beslenilen topraklar olmuşlardır. Bu husus İngiliz raporlarına dahi yansımıştır: 1918 yılında Irak’ın idaresini ele alan İngilizler Arapların vergi ve askerlik durumlarını inceleyerek yeni düzenlemeler yapmaya karar verdiler. Rapor hazırlama görevini üstlenen Gertrude Bell, yaptığı “Mezopotamya Sivil Yönetimi” başlıklı çalışmasında, Arapların vergi vermeden yaşadıklarını, merkezî yönetimin de vergi konusunu çok ciddiye almadığını, bu düzene alışmış Arapları vergiye bağlamanın ne kadar zor olacağını ortaya koyuyordu. Sultan II. Abdülhamid’in uyguladığı politikalara kadar Araplar askerlik mesleği ile ilgilenmediler. Sultan döneminde Bağdat, Beyrut, Şam, Halep, Musul, Süleymaniye, Asir ve Yemen’de askerî liseler açıldı. Aşiret mektepleri aracılığı ile Arapların eğitim sistemi içerisine alınmasıyla üst rütbeli Arap subaylar ordu içerisinde yer almaya başladılar. Bu eğitimli Arap subayların bir kısmı Arap milliyetçiliğinin yaygınlaştırılmasında önemli rol oynadıkları gibi Kahtaniyye ve el-Ahd gibi gizli ihtilal cemiyetlerinin içerisinde yer alarak 1916 isyanına katıldılar. (s. 88) Bu bölümün alt başlıklarının sonuncusu merkezîleştirme politikaları ve Arap milliyetçiliğidir. Osmanlı İmparatorluğu’nun merkezîleştirme çabaları Araplara özgü ve Arapları kontrol altına alma amaçlı düzenlemeler değildir. Bu düzenlemeler daha ziyade Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan gayrimüslim tebaayı ilgilendiren konulardır. Osmanlı yönetimi hiçbir dönemde uyguladığı politikayla Arapları asimile etmeyi amaçlamamış, aksine Araplar Türkleri “yabancı” olarak kabul etmişlerdir. (s. 101) Osmanlı İmparatorluğu’nun yapmaya çalıştığı düzenlemeler çağın ruhu ve uygulamalarını yansıtan merkezîleşme süreçleridir. Gazetecilik ve telgraf, telefon hatları vesair birçok yenilikle birlikte yeni bir örgütlenmenin ortaya çıkması zorunluluktur. Osmanlı İmparatorluğu’nun modernleşme döneminde gücünü yitirmesi ve dış müdahalelere açık hale gelmesi nedeniyle Tanzimat Fermanı ile birlikte devletin yeniden yapılanması ve çağa uygun bir devlet yapısının ortaya çıkarılması amaçlanmıştır. (s. 90) Üçüncü bölümde kuram ve aksiyon arasında Arap milliyetçiliği başlığına yer verilmiştir. Bu bölümde Arapların ilk isyan hareketleri ve bağımsızlık talepleri incelenmiştir. İlk isyanların doğrudan milliyetçilikle bağlantısının olduğu söylenemez. Araplar tarafından çıkarılan isyanlar merkezî otoritenin boşluğu yahut kendi aralarında aşiret çatışmaları kaynaklıdır. Araplar tarafından milliyetçilik ile bağlantılı isyanlar Suriye ve Lübnan topraklarında ilk oluşumlarını göstermiştir. Arap milliyetçisi George Antonius’un eserinde bu konu hakkında genişçe izahat verilmektedir. 19. yüzyılda çıkan Arap isyanları özerklik veya bağımsızlık kazanmaya yönelik olduğu gibi aynı zamanda Avrupalı devletler de bu isyanlara destek vermiştir. (s. 116) Bununla bağlantılı olarak Arap milliyetçiliğinin gelişmesindeki en büyük amilin 1876’dan sonra İngiltere olduğu vurgulanmıştır. (s. 127) İngiltere’nin Orta Doğu’ya yerleşme sürecinde 1876 yılı öncesindeki temel hedefi Hindistan yolu üzerindeki siyasi ve ticari çıkarlarını korumaktı. Ancak 1876’dan sonra değişen ve özellikle Gladstone’un iktidara geldiği 1880’den sonra daha da sert şekilde uygulanan politika Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasıydı. 1876’dan sonra değişen İngiliz politikalarının Arap milliyetçiliği üzerindeki etkileri hükümete yönelik isyan çağrılarıyla kendini gösterdi. (s. 133-134) Arap isyanı ve milliyetçiliğine en önemli katkılardan bir diğeri de eğitim ve okullar meselesidir. Batılı devletler tarafından açılan okullar ve bu okullarda eğitim alan talebeler eliyle Arapların milliyetçilik duyguları kabartılarak Türk karşıtlığı inşa edilmiştir. Bu talebelerden kimi Arap ülkelerindeki eğitimle yetinmeyerek yurt dışındaki eğitim kurumlarına gitmiş ve buralarda eğitimlerini bitirerek tekrar ülkelerine dönmüşlerdir. Bunların da Arap milliyetçiliğinin çıkışında doğrudan etkileri bulunmaktadır. Misyoner okulların yaygınlaşması ve din ayrımı olmaksızın Osmanlı vatandaşlarının bu okulları tercih etmesi, Tanzimat aydınlarını Osmanlı eğitim kurumlarını yeniden yapılandırmaya yöneltti. Eğitimin modernleştirilmesi amacıyla Fransız eğitim modeli örnek alınarak 1869 Maarif Nizamnamesi yayımlandı. Düzenlemeyle Osmanlı vatandaşlarının izin almaları halinde özel okullar açmaları mümkün olabiliyordu. Nizamname özel okulların sayısının çoğalmasına sebep olurken gayrimüslim Osmanlı vatandaşları üzerinden Batılılar da okullar açmaya başladılar. Nizamnameden beklenen sonuçlar alınamadı. Osmanlı idaresinin kontrolü dışında kalan Batılı okullara halkın rağbeti fazlaydı ve birçoğunun kaydı dahi bulunmuyordu. Yabancı ve gayrimüslim vatandaşların okullarını kontrol etmek için 1886’da müfettişlik kurulsa da okulları kontrol altına almak mümkün olamadı. (s. 135) Eserde bir diğer başlık ise “En Nahda (Arap Uyanışı) ve Türkler”dir. Nahda kelimesi yeniden doğuş, canlanma anlamlarına gelir; siyasal anlamda ise Arapların 19. yüzyılda kendilerini tekrar keşfetmelerini ve canlanmalarını ifade etmeleri tanımlamasına yer verilir. Bu bölüm, okuyucusuna çok şey kazandırabilecek derin bir hacme sahiptir. Bir alıntıyla bu bölümü kapatarak, hilafet tartışmaları bahsine geçmek istiyorum: Arap uyanışı olarak tanımlanan 19. yüzyılda Araplar, İslami modernizmi savundular. Bu savunuyu yaparken İslam’ın eski saflığına döndürülmesi ve modern dünyanın şartlarına uyum sağlanması temel amaç haline geldi. İslami modernizm aynı zamanda tepkisel bir hareket de başlattı. İslam dinini ve toplumu bozdukları, Arapları ikinci plana attıkları gerekçesiyle tepkinin merkezinde Türkler ve Osmanlı sultanları yer aldı. Arap kimliğinin oluşması, diğer bir ifadeyle Arapların uyanışını sağlamak için ötekine ihtiyaç vardı. Doğal olarak bu öteki, Türklerden başkası olamazdı. Araplar arasındaki Türk karşıtlığının yükselişi ile İngiltere’nin öncülüğünü yaptığı kara propaganda sonucu dünyada ortaya çıkan Türk karşıtlığı birbirine paralel gelişti. 1876’dan sonra başlayan “korkunç Türk” propagandası Araplar arasında da etkili oldu. İngiliz ve Fransız gazetelerinde göze çarpan “barbar Türk” tanımlaması Reşid Rıza, Muhammed Abduh veya Abdurrahman Kevakibi’de de yankısını buldu. (s. 137) 2. Abdülhamid ve ayrıca hilafet bahsi başlı başına bir mesele olarak güncelliğini korumaktadır. Hilafet konusunda; İsmail Kara, Azmi Özcan, Mehmed Said Hatipoğlu ve Ali Satan’ın eserleri doyurucu bilgiler vermektedir. Araplar Türklerin hilafetine karşı çıkmış ve kabullenmemişlerdir. 2. Abdülhamid’in aktif siyasette hilafeti kullanması bilenen gerçektir. Araplar üzerinde hilafet meselesi Arapların hakkının ellerinden alınması manasını taşımış ve hilafet diğer Müslümanlara göre Araplar üzerinde yeterli ve gerekli etkiyi göstermemiştir. Arap hilafeti sorunu doğrudan İngiltere’nin Araplara yönelik uyguladığı siyasetin bir parçası olarak ortaya çıktı ve gelişti. (s. 180) Arap hilafeti konusuyla en çok ilgilenenler İngilizler olmuşlardır. İngilizlerin Hindistan’da sömürgelerinin bulunması ve sömürgelerinin halifeden etkilenmesi ve hiçbir zorunluluğu olmamasına rağmen halifenin adının hutbede anılmasında görüldüğü gibi halife ile gönül bağının da bulunması gerçeği göz önüne alındığında, Arap hilafeti ve İngiliz etkisinin anlaşılmasında mesafe katedilecektir. Eserin dördüncü, bölümü Arap isyanında dönüm noktası olan 2. Meşrutiyet’in ilanı ve İttihatçılar ile Arap ilişkilerini incelemektedir. Arap milliyetçiliği 19. yüzyılda gizli ve resmî kurulan dernek ve cemiyetlerle belirli bir istihale katetmiş, bunların misyoner eğitim faaliyetleri ile desteklenmesi, öğrencilerin yurt dışında eğitim alarak Arap bölgelerine geri dönmesi, gazete ve dergilerle birlikte millî bilinç oluşturma gayreti güdülmüştür. İlk cemiyetler daha önce de ifade edildiği üzere Suriye ve Beyrut bölgelerinde kurulmuş ve bu bölgelerde kurulan cemiyetler diğer coğrafyalarda etkili olmuştur. Eserde, Araplar tarafından kurulan cemiyet ve dernekler ayrıntılı şekilde, kuruluş tarihleriyle, savunulan fikirlerle birlikte kronolojik olarak okuyucuya sunulmuştur. Okuyucu bu okuma ile birlikte Arap milliyetçiliğinin dönüşümünü de adım adım takip etmektedir. İmparatorluk bir dönüşüm içindeyken, çağa ayak uydurmak, topraklarını ve sınırlarını korumak, insan unsurunu ezdirmemek için çabalarken etnik unsurlar tarafından kurulan bu cemiyetlere karşı imparatorluğun kurucusu ve ayakta tutan unsuru Türkler ve milliyetçilik için ne söylenebilir? İmparatorlukta Türkler hariç diğer unsurlar tarafından cemiyetler kurulmuş, bir ideal etrafında birleşme öngörülmüşken Türklerin planlı, programlı ve bir fikre sahip birleşme ve cemiyet kurduklarını söylemek mümkün değildir. Türkler İmparatorluk içerisinde diğer etnik unsurlardan çok sonra ve son olarak Türk kimliğini yansıtacak çalışmalara girmişlerdir. Bu çalışmaların tarihi 1908 ve sonrasıdır. Bu sırada Balkan topraklarında önemli kopmalar olmuş, elde kalan bir avuç toprak savunulma gayretine girilmiş, doğu bölgelerinde Ermeni çıbanı Rus ve İngiliz faaliyetleri ile kaşınmaya başlanmış; Araplar ise iç işlerinde özerk, dış işlerinde ise imparatorluğa bağımlı kalma düşüncesinde olmuştur. Böyle bir karmaşa içerisinde Türk unsurunun birlik olma mücadelesinin geç kalışı da ayrı bir soru ve sorunlar yumağıdır. Türk kimliğini yansıtan ilk dernek 1908’de kurulan Türk Derneği’dir. Türk dili ve kültürünü araştırmayı hedefleyen dernek üyeleri arasında Rus, Alman ve Ermeni temsilciler de yer alıyordu. 1911’de Türk Yurdu Cemiyeti ve 1912’de kurulan Türk Ocakları, Türk kültürü ve kimliğini yaşatmayı esas alan cemiyetlerdi ve bunların İttihat ve Terakki ile bağı bulunmuyordu. Türklerde çok geç görülen cemiyet faaliyetleri Araplarda 19. yüzyılın ilk yarısından itibaren şekillenmişti. Türklerin kurduğu üç cemiyetin de Arapçılık yapan onlarca farklı cemiyete karşı kurulduğu anlaşılıyor. (s. 200) 1847-1913 yılları arasında kurulan Arap cemiyetlerinin ortak istekleri önce Osmanlı İmparatorluğu’nun federal bir yapıya kavuşturulmasıdır ve Araplar 2. Meşrutiyet’in ilanı ile Meclis-i Mebusan’da bu görüşlerini dile getirmişlerdir. (s. 211) 2. Meşrutiyet’in ilanı ve Mebusan Meclisi’nin açılışıyla birlikte seçimler yapılmıştır. Meclis-i Mebusan’da 67 Arap milletvekili bulunmaktadır. Bu milletvekilleri tarafından yaşadıkları vilayetlerdeki resmi dilin Arapça olması ve hükümet dairelerinde tamamen Arap memurların çalışması istenilmiş, bunlar ıslahat kılıfı altında dile getirilmiştir. Yazara göre bu ıslahat (?) tekliflerinin amacı Suriye prensliğinin kurulması ve Türklerin tamamen Suriye’den çıkarılmasına giden yolu açmaktır. (Cemal Paşa ve Zekeriya Kurşun’dan alıntılarla…) (s. 215) Arap kimliğinin oluşumu hakkında fikir edinebilmek adına önemli bir diğer nokta 1913 Paris Arap kongresidir. Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetimi altında bulunan Arapların Paris’te bir kongre gerçekleştirmesi gözden kaçırılmamalıdır. Bu kongrede Arap topraklarının özerkliği, önceki tarihli reform kararlarının uygulanması, Arapçanın resmi dil olarak kabulü gibi milliyetçi isteklerde bulunmuşlardır. Herhangi bir şekilde imparatorluk yöneticilerinin Türkçe veyahut başkaca bir dayatması olmamasına rağmen Arap vekillerin de içinde bulundukları bu oluşum tarafından Arap milliyetçiliği ile doğrudan ilişkilendirilebilecek bu kararları almaları, Arapların biraz da iğneyi kendilerine, çuvaldızı başkalarına batırmaları, kafalarını iki ellerinin arasına alarak düşünmeleri gereken hususlardır. Bütün bu hususlar bir nebze anlaşılabilir olsa da (hak vermemekle beraber) kongrede Ermenilerin yaşadığı yerlerin de federal yapı ile yönetilmesine yönelik karar ve bunun Araplarla ilgisi de incelenmeye değer bir konudur. (s. 219) 1908-1918 arasındaki milletvekili seçimlerini inceleyen Ernest Dawn milletvekillerinin siyasal tercihlerine odaklanmıştır. İddia edildiği gibi İttihatçılar Türkçülük politikalarına hizmet edenleri mi milletvekili seçtirmişlerdi? Dawn’ın tespitlerine göre 1912 seçimleri öncesinde Suriye’den Meclis’e giren 22 milletvekilinden 18’i İttihat ve Terakki muhalifiydi. Hicaz’dan seçilen milletvekilleri dahi İttihatçı karşıtlarıydı. 1912 seçimlerinde Arap milliyetçilerinin 6’sı tekrar seçildi. 1914 seçimlerinde de muhalefette kalan Suriyeli 10 Arap milletvekili oldu. Dawn’ın ortaya koyduğu veriler İttihatçıların Arapça konuşulan vilayetlerden Türkleştirme siyasetine hizmet edecek milletvekilleri seçtirdikleri iddiasını ortadan kaldırmaktadır. (s. 267) Diğer bir mesele de İttihat ve Terakki, milliyetçilik ve Araplardır. İttihat ve Terakki Cemiyetine her şart, zemin ve koşulda, her ihaleyi yıkmak isteyen her cenahtan isim Araplar konusunda da boş durmamıştır. Arapların milliyetçiliğini, Türk milliyetçiliği yapıldığı gerekçesine bağlayanlar olduğu gibi bunun sebebinin de İttihat ve Terakki Cemiyeti olduğunu iddia ederler. İttihat ve Terakki Cemiyetine milliyetçi denmesi (her ne kadar bugün baskın görüş veyahut inanış bu olsa da) ne tarihsel gerçeklere uyumludur ne de İTC’nin takip ettiği politika bu yöndedir. İTC’nin Araplara yaklaşımı mutlak egemen konuma geçtikleri 1913 yılı itibarıyla isyan çıkarmalarını engellemek, imparatorluk sınırları içerisinde tutmaktır. Araplar yahut Arap coğrafyası olmadan bir imparatorluk düşünceleri yoktur. Eserde gerek İTC gerek İsmail Enver Paşa gerekse Ahmed Cemal Paşa’nın milliyetçilik, Osmanlıcılık ve İslamcılık üçgeninde fikirlerinin ve konumlarının değerlendirmesi kıymetli ve bir o kadar da ezber bozan cinstendir. Macar Türkolog Arminius Vambery’nin Turan tanımını bir ideal haline getiren Ziya Gökalp’in 1911’deki yaklaşımı dışarıda tutulursa, 2. Meşrutiyet döneminde İttihatçıların siyasal Türkçülük düşüncesi peşinde koştuklarını söylemek mümkün değildir. Tam tersine İttihatçıların ideolojik yaklaşımı daha fazla Osmanlıcılık ve daha fazla İslamcılık vurgusu üzerinden şekillenmiştir. (s. 234) Yapılan araştırmalarda ne Enver Paşa’nın ne de diğer İttihatçıların bir Turan imparatorluğu kurmayı hedeflediklerini belirten tek bir konuşmalarına rastlanmamıştır. Tam tersine bütün söylemler, vurgular “İslamcılık ve din kardeşliği” üzerinedir. Hatta Cemal Paşa’nın Suriye’ye ilk gittiğinde halka yaptığı söylevlerin hepsi İslam kardeşliği vurgusuyla gerçekleşmiştir. (s. 235) Verilen bilgiler ışığında İttihatçıların merkezileştirme politikaları uyguladığını ve Arapların da umduklarını bulamayarak milliyetçiliğe savrulduklarını iddia etmek tarihsel sürece tersten bakmak anlamına gelir. İlk olarak, vilayetlerin merkezle irtibatlarının kuvvetlendirilmesini amaçlayan düzenlemelerin hepsi 1908 Meşrutiyeti öncesine aittir. Bir merkezileştirme politikasından bahsedilecekse bunun İttihatçılarla ilgisi yoktur. Nitekim 1911 projesi ve 1913 anlaşması Arapça konuşulan vilayetlere özerklik tanıma düşüncesinin sonucudur. İkinci olarak, Arapların beklediklerini bulamadıkları için milliyetçiliğe yöneldiklerine dair önerme, 19. yüzyılın ikinci yarısını kaplayan federasyon ve bağımsızlık temelli hareketlerin yok sayılması anlamına gelir. Hâlbuki Arapların Meşrutiyet öncesi ve sonrası cemiyetleşme faaliyetlerinde hiçbir kesinti olmamıştır. Üçüncü olarak, bağımsızlık talepleriyle hareket eden ve Hüseyin İsyanı’na destek veren Kahtaniye ile el-Fetat gizli yapılanmalarının 1909 yılında kurulmuş olmasıdır. Araplar ne bekliyorlardı da istedikleri 1908’de hemen gerçekleşmedi ve bir yıl içinde yeraltı yapılanmalarına yöneldiler? Araplar kendilerine bağımsızlık verileceğini mi düşünüyorlardı? İttihat ve Terakki merkeziyetçiliği esas aldığına (ademimerkeziyetçiler 1902’de ayrıldılar) ve bağımsızlık konusunda Araplarla özel anlaşma yapmadıklarına göre Arapların böyle bir beklenti içinde olduklarını düşünmek ne kadar gerçekçidir? İmparatorluğun federatif yapılanmasına dahi itiraz eden İttihatçılar her şeye rağmen 1913’te Araplarla uzlaşmaya giderek, özerklik isteklerini kabul ettiler. Dolayısıyla Arap milliyetçiliğini ve ayrılıkçı hareketlerini İttihatçıların merkeziyetçi politikalarıyla eşleştirme çabası mesnetsiz bir yaklaşımdan ibarettir. (s. 255) İTC ile birlikte anılması gereken bir diğer isim ise Cemal Paşa’dır. Araplar Cemal Paşa’ya es-Seffah (kan dökücü) diyecek kadar ileri gitmişlerdir. Hâlbuki Cemal Paşa Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde yer alan, bu sınırları korumak, bu sınırlarda imparatorluk egemenliğini devam ettirmek isteyen bir komutan ve devlet görevlisidir. Devlet, egemenliğini yitirir yahut egemenliğine kasteden bir hareketi tespit ederse elbette buna seyirci kalmayacak; egemenliğini yıpratacak olan her kişi ve kurumla mücadele etmek durumunda olacaktır. Aksi takdirde devlet olmanın gerekliliği yerine getirilmediği gibi devlet görevlisinin sorumluluğu doğacaktır. Ancak devlet görevlilerinin de insan olmaları ve yanlış yapabileceklerinin kabulüyle, varsa bu yanlışlarının söylenmesi elzemdir. Fakat bunu ilmî usuller içinde ve tarihsel belgelere dayanarak yapmak gerekir. Es-Seffah (kan dökücü) diyerek itham etmek, meşru bir imparatorluk topraklarında özerk yahut bağımsız bir yapı oluşturma amacıyla yola çıkarak isyan etmenin bir karşılığı olacaktır. Cemal Paşa, Araplar hakkında ön yargılı biri olmadığı gibi ırkçı biri de değildir. Bulunduğu konum ve görevinin gereklerini yerine getirmiş ve daha erken çıkması olası olan bir isyanı bastırmıştır. Cemal Paşa’nın gizli cemiyet üyeleriyle görüşerek onlara hükümetin uygulamaları hakkında bilgi vermesi İttihatçıların reformlar konusundaki iyi niyetlerini göstermektedir. Hükümetin reform çabalarına rağmen doğrudan hükümette bulunmadıkları 1908-1913 arasındaki hükümetler dahi İttihatçıların baskıcılığı ile ilişkilendirilmektedir. Bu ön şartlı bir kabuldür. İttihatçıların 1912’den sonra basını kontrol altında tutma çabaları vardır ama her alanda İttihatçıların baskı uyguladıklarına dair bakış açısı savaş dönemi uygulamalarının geriye doğru okunmasıdır, anakroniktir. (s. 221) Tanzimat ile başlayan ve İttihatçılarla devam eden süreçte Osmanlı elitlerinin yapmaya çalıştığı, bir Osmanlı kimliği oluşturabilmekti. Yeni Osmanlıların ve Jön Türklerin Osmanlılıktan anladıkları ile Arapların anladıkları birbirinden çok farklı noktada bulunmaktadır. Türkler ortak paydalarda buluşmayı, Araplar ise hiçbir ortak paydada buluşmamayı arzulamaktadırlar. Türklerin Osmanlılık adına talep ettiği ortak paydalar merkezî yönetim, iletişim dili, vergi, askerlik, anayasal devlet ve eğitimin modernleştirilmesi iken Araplar tam da bunlara karşı isteklerde bulunmaktadır. Arapların hiçbir ortak paydada kabul etmedikleri süreç nasıl Osmanlılık kimliğine bağlılık olarak kabul edilebilir? Araştırmacıların Osmanlılıktan kasıtlarının Arapların tam bağımsızlık talebinde bulunmamış olmalarıyla ilişkili olduğu anlaşılıyor. Fakat özerk yönetime sahip olmak bağımsızlığa giden yolun ilk basamağı değil midir? Sırp, Karadağ ve Romen özerk prensliklerinin kuruluşu ve nihai olarak bağımsızlık elde etmeleri milliyetçi taleplerin sonucu gerçekleşmemiş midir? Arapların aslında ayrılıkçı olmadıkları iddiası İttihatçıların uyguladıkları kötü politikalar nedeniyle milliyetçiliğe yönelikleri tezine zemin hazırlamak için kullanılmaktadır. İlginç bir şekilde I. Dünya Savaşı’nın başladığı ilk yılda Suriye’ye giden ve Arap ayrılıkçılarıyla sarmaş dolaş Arap bağımsızlık şarkısı söyleyen Cemal Paşa veya genel olarak İttihatçılar birdenbire baskıcı Türkçü politikalar uygulayan insanlar durumuna dönüştüler. Nasıl oldu da böyle bir değişim yaşandı? Yoksa uygulandığı söylenen Türkçü politikalar savaş ortamında şeytanla iş birliğine girenleri masum göstermenin çabasını mı yansıtmaktadır? (s. 222-223) Fakat Arap Büro belgeleri gösteriyor ki Suriye’de bir ayaklanma hazırlanmış ama ayaklanmanın liderlerinin idam edilmesi isyan organizasyonunu çökertmiştir. İdam cezası alanlar masum kişiler değil, tam tersine bağlı oldukları devlete karşı düşman kuvvetleriyle iş birliği yapan isimlerdir. Düşmanla iş birliği yapmak suç mudur? Bütün devletlerin savaş hukukuna göre savaş sırasında düşmanla iş birliğine girmek idam cezasını gerektiren suçtur. Bugün eldeki belgeler doğrultusunda Cemal Paşa’nın sadece Arapçı olmaları nedeniyle masum insanları ölüme göndermediği, tam aksine suçluları ortadan kaldırarak büyük bir ayaklanmanın önüne geçtiği tespit edilmektedir. Yukarıda ortaya konulan Arab Bulletin kayıtları başlı başına Aliye Mahkemesi olayının farklı bakış açılarıyla yeniden değerlendirilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. (s. 300-301) Eserin son bölümü ise bir noktada başlangıcın sonu, bir noktada sonun başlangıcı diyebileceğimiz 1916 Arap isyanıdır. Osmanlı İmparatorluğu 30 Ekim 1914’te 1. Dünya Savaşı’na girmiştir. İmparatorluğun son demlerinde üç kıtada toprağının bulunması nedeniyle savaş çok geniş bir alana yayılmış ve insan unsuru azami önem arz etmiştir. Bu dönemde Araplar tarafından düzenli askerî birliklerin kurulmaması ve aşiret bağlarının güçlü olması nedeniyle askere alımlar ve katılım, istenilen düzeyde gerçekleşmemiştir. Araplar arasında İngilizler tarafından yavaş yavaş imparatorluk karşısında savaşa girme düşüncesi oluşturulmuş; toprak ve altın, makam ve mevki dağıtılarak, din siyasal bir olgu olarak İttihatçılar üzerinden kullanılmış, böylece Arap isyanına giden yol döşenmiştir. Türkleri sürekli milliyetçilik yaptıkları, katliam yaptıkları, bölgeye gereken ihtimamı göstermediği yönünde itham eden Araplar İngilizlerle anlaşarak isyan yolunu seçmişlerdir. II. Meşrutiyet öncesinde ve sonrasında kurulan Arap bağımsızlık taraftarları hazırladıkları yazılı belgeler aracılığıyla Türk karşıtlığı propagandası yapıyorlardı. Arap İhtilal Cemiyeti I. Dünya Savaşı’nın çıktığı günlerde yayımladığı beyanname ile Türkler lehine savaşa girilmemesini, Türklerin amacının Türk olmayan Müslümanların ortadan kaldırılması olduğunu şu cümlelerle anlatıyordu: “Türk düşmanlığının manasını şimdi anlamaya başlıyoruz. Bunu vaktiyle anlayan bir Arap şairi; ağaran saçlarımda Türk düşmanlığı ile Ebu Cesel kini yer tuttu, demiştir. Evet, Türk devletinin bize adaveti Ebu Cesel hayvanının yavrularına beslediği adavet gibidir. Ebu Cesel yavrularını nasıl yerse, devlet dahi çocuklarını öyle yer. Yüz bu kadar senedir Türkiye devleti kendiliğinden hiçbir harp ilan etmemiştir. Ruslar, Yunanlılar, İtalyanlar ve Balkan müttefikleri devlete kendiliklerinden ilan-ı harp ettiler. Hâlbuki daima silah mübayaa ediyordu. Evet, bu hazırlık gayr-i Türk İslam anasırını öldürmek içindir. (s. 293) Arapça konuşulan Osmanlı vilayetlerinden son Türk askerinin çekilmesiyle İngiltere ve Fransa Orta Doğu’ya sahip oldular. Türk askerinin çekilmesi Türkler için Arap coğrafyasına hüzünlü bir veda, Araplar için ise Türklere olduğu kadar özgürlüklerine yaptıkları bir elveda oldu. (s. 351) İsyan sonrası Şerif Hüseyin tarafından Hicaz dışını da içine alacak şekilde geniş bir krallık ilan edildi. Bu geniş krallık sadece Hüseyin’in hayalleriyle sınırlı kaldı. Ne İngiliz ne de Fransızlar tarafından bu krallık tanındı, ne de Şerif Hüseyin’e bu topraklar üzerinde egemenlik verildi. Savaşın bitişini müteakip İngiliz ve Fransızlar kendi aralarında yapmış oldukları gizli anlaşmalar doğrultusunda Arap topraklarını sömürgeleştirdiler ve istedikleri gibi at oynattılar. Manda hâline gelen topraklarda Arapların Osmanlılardan talep ettikleri isteklerin esamesi bile okunmadı. Aradan geçen yüzyıl dahi Araplara topraklarında istediklerini elde edemediklerini, siyasal iktidarın sağlanamadığını, kan acı ve gözyaşının geçmediğini gösterdi. Türklerin altında isteklerini sunabilecekleri, temsil edilebilecekleri, muhatap alınabilecekleri bir durumda iken sonrasında muhatap alınmak şöyle dursun kullanışlı birer eleman olmaktan öteye geçemediler. Klasik Yayınlarının “Arap Gözüyle Osmanlı” serisindeki, Arap entelektüellerinin günlük ve hatıratları incelendiğinde her birinin iş işten geçtikten sonra olanların farkına vardıkları ve aslında “Böyle olsun istememiştik” tarzında sitemlerinin olduğu görülmektedir. Şenlik dağıldı, isyan bitti ve acı bir yel kaldı bahçede! Ne özgürlük ne bağımsızlık ne Arap birliği elde edilebildi. Sadece hayal kırıklıkları, akıtılan kanlar ve petrol şirketlerinin zengin olduğu bir Arap coğrafyası kaldı elimizde. 1920 Temmuzunda başlatılan isyanda 10.000 Arap, İngilizler tarafından katledildi. Arap isyanının önemli figürü Lawrence gelinen noktayı The Times’a şöyle değerlendirdi: “Araplar, Türk yönetimi çok kötü olduğu için değil, bağımsızlık istedikleri için Türklere karşı savaş sırasında ayaklandılar. Efendilerini değiştirmek, İngiliz uyruğu veya Fransız vatandaşı olmak için değil, kendi haklarını kazanmak için savaşta yaşamlarını tehlikeye koydular. İki yıldan sonra sabırlarının tükenmiş olmasına şaşmamak gerek. Kurduğumuz yönetim İngiliz yönetimidir ve İngiliz dilinde yürütülmektedir. Bu yönetimi çalıştıran 450 İngiliz yönetici vardır. Onların arasında Mezopotamyalı tek bir sorumlu yoktur. Türklerin günlerinde, hükümet hizmetinde bulunanların yüzde 70’i yerel yöneticilerden oluşuyordu.” (s. 374) Taha Niyazi Karaca, Timaş Yayınları, Aralık 2022, 416 Sayfa, ISBN: 978-605-08-4638-6 kitapsuuru.com/turklere-veda
Türklere Veda
Türklere VedaTaha Niyazi Karaca · Timaş Yayınları · 202212 okunma
·
647 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.