Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Sonsöz
Bu son sözü, 2006 yılında, Macaristan dostları ve bütün dünya bu eseri ithaf ettiğim ihtilalin 50. Yıldönümünü kutla­maya hazırlanırken yazıyorum. 1981 yılında Fransızca yazı­lan ve yayımlanan eser ayaklanmanın ellinci yılı münasebe­tiyle Macarcaya çevrilmiştir. Macar halkının ayaklanması, öncülüğünü işçi gençlikle birleşen üniversite gençliğinin yaptığı geniş çaplı bir halk hareketinin taleplerine cevaben Sovyetler Birliği'nin askeri müdahalesiyle ezilmişti. Bu hareket sansürün kaldırılması­nı, tek parti sisteminin iptalini, ikinci Dünya Savaşı'ndan iti­baren süregelen Sovyet işgalinin sonlandırılmasını istiyor­du. Aynı zamanda, yalnız Macaristan'ı değil, Orta ve Doğu Avrupa'nın ve Balkanların başka sosyalist ülkelerini de Sov­yet egemenliği altına sokan Varşova Paktı'nı reddetmek ve Macaristan'ın tarafsızlığını ilan etmek istiyordu. O zamandan beri, Varşova Paktı askeri güvencesi olduğu bütün komünist rejimler gibi çöktü. Parlamenter demokrasi sistemi kabul edildi. 1989- 1990 yıllarında Macar Devleti, di­ğer bütün Orta Avrupa ve Doğu Avrupa ülkeleri gibi, kan akıtmadan egemenliğine kavuştu. Sovyet tavizleri sonucun­da, 1947'den beri ortalığı yıkıp geçen Soğuk Savaş fiilen sona erdi. Macaristan, diğer eski uyduların çoğu gibi, önce NA­TO'ya, sonra da Avrupa Birliği'ne girerek kazanılmış ege­menliğini kendi iradesiyle sınırladı. Böylelikle, kitabımın ye­ni basımında, ihtilalin sadece şimdiki ve uzakta kalan ne­denlerini izah etmek değil, aynı zamanda süreç içinde Avru­pa tarihinde, hatta XX:. yüzyıl dünya tarihinde oluşan döne­meçte, Sovyet lmparatorluğu'nun ve uluslararası komüniz­min devrilmesinde, Sovyet ordusu tarafından ezilmesine rağmen ona düşen rolü anlatmak zorundayım. Bu sistemin krizi, 1949 yılından beri Macaristan'ın içine sıkışıp kaldığı süper Sovyet devletinin, SSCB'nin ideolojik ve düzenleyici temeli olan Komünist Entemasyonal'in krizidir. Gerçekten de 5 Mart 1953'te Stalin'in ölümüyle başlamıştır. Bu ölüm, Roma lmparatorluğu'nun dağılması sırasında kı­tanın uzun süren yeniden yapılanma dönemini başlatan ve Avrupa'yı altüst eden çöküşe benzeyen bir çöküşü berabe­rinde getirdi. Hayatının sonuna doğru, bu sui generis imparatorluğun başı, iktisadi ve siyasi, kültürel ve ruhsal karar verme gücü­nü çok uluslu, çok etnili ve çok dinli bir teşkilat çerçevesin­de, mirasına konduğu Çarist Sezar-Papa'da olduğundan da­ha totaliter bir iktidan yücelterek avuçları içinde toplamayı başardı. imparatorluk, doktrini yaptığı komünist ideoloji sa­yesinde otoritesi, arkasında bıraktığı muazzam boşluğu açıklayan dünya çapında iddialı karaktere dönüştü. Unut­mayalım ki, karar verme gücünü olağanüstü bir güvenlik polisi ve en üst düzeyde ideolojik eğitimden geçirilmiş bir ordu tarafından desteklenen özel sekreterliğine bırakan Stalin, kapsamı içindeki devletlerin yönetimini, dil, ulus ve din geleneklerine saygı çerçevesinde, yerel etnik milletler arasından seçilmiş başkanlar tarafından yönetilen hükü­metlere bırakmıştı. İngiliz yazar H.G. Wells'in Cizvit tarikatının hakimiyetin­deki Roma Katolik Kilisesi'yle mukayese ettiği teşkilatçılık alanındaki bu ustalık, Sovyetler Birliği'ne olağanüstü bir sağ­lamlık ve bastırılmış aşındırıcı güçlere karşı neredeyse mü­kemmel bir bağışıklık kazandırıyordu. Ama aynı zamanda, seçkin Macar meslektaş Gyula Illyes'in dediği gibi, sistem kanlı Kral Ubu egemenliği dönemine yakışır bir unsurla ma­yınlanmıştı: Vicdanlara ve milliyetçi ve halkçı heveslere teca­vüz eden üstün gücüyle, beklenmeyen parçalanışına kadar aşırı zafiyetini saklamayı başaran terör. Uydu eyalet durumuna indirgenmiş küçük Ulus-Devlet vasfıyla Macaristan, Raymond Aron'un isimlendirdiği gibi "ideokratik" imparatorluk saçmalığına boyun eğmiş durum­dayken, 1953 ilkbaharında Stalin'in ölümü neticesinde olu­şan manevi ve siyasi depremden etkilendi. Macaristan'da ve diğer bütün uydu ülkelerde akla hakim olan duygu, her şey­den önce baskısı altında yaşadıkları devasa güç karşısında hissettikleri güçsüzlüktü ve Orta ve Doğu Avrupa'dakilerin Churchil'in deyimiyle "demir perde" olarak anılan ülkelerin­de hissedilenden daha fazla olan bu duyguya alışılmıştı. De­mir perdenin berisindeki bu ülkeler ABD'nin, nükleer, aske­ri, ekonomik ve kültürel gücünün korumasındaki bölünmüş bir Avrupa ve dünya fikrine boyun eğmişlerdi. Böylece Batı­lılar, Stalin lmparatorluğu'nun yeni yayılmacılığına karşı ko­ruma altındaydı ve onun kıtanın doğusunu keyfine göre yö­netmesine ses çıkarmıyorlardı. Avrupa-Atlantik hükümetlerin dünyanın iki kutuplu yapısından duydukları göreceli tatmin, 1956 Macar lhtilali'nin gelişimi ve kaderi incelendiğinde he­saba katılması uygun olan unsurlardan biridir. Dolayısıyla, Stalin'in ölümü itibariyle Macaristan'ın ve diğer Doğu ülkelerinin ilk tepkisi kararsızlık ve güvensizlik duygusu oldu Gerek onların gerek Batılı uzmanların göremediği, Sta­lin'in mirasçılarının birdenbire üstlendikleri ve o ana kadar Patron'un neredeyse kesin karar verme gücüne bağımlılıkla­rı düşünülürse yönetme ve bugüne kadar dolaylı olarak so­rumlu oldukları idaredeki olağanüstü mirası devam ettirme görevi karşısındaki duydukları şaşkınlıktı. Halbuki, kendile­rini öksüz bırakan Korkunç Baba'nın kaybı heyecanını bir kez aştıktan sonra, bu mirasçıların onları tehdit eden ve on­dan kaçma çarelerini kendileri için bizzat kendileri bulmak zorunda olmaları gerçeğini göğüslemeleri kaçınılmaz oldu. Göğüs gerilmesi gereken ilk endişe, atacakları muhtemel yanlış adımları Batılıların istismar etmeleriydi. Dolayısıyla, iktidara karşı derhal mesafeli olmak kendi bünyelerinde bö­lünmeye yol açabilirdi. Stalin tarafından terk edilen Leninist kolektif yönetim metoduna karşı Stalin kültü'nü konuşuyor­lardı. Stalin'e duyulan uzun süreli ve boşuna saygıdan sonra anlaşmalarını tehdit eden ilk çatışma nedeniyle bu prensi­bin kabullenilmesi ne kadar zordu: içlerinde en hırslı kişi olan ve ölen şefin kesin iktidarını gasp etmek istemekle suç­lanan güvenlik şefi Beria dışlanan ilk kurban oldu. Onların tek vücut olduklarının şahidi olacak ikinci endi­şe, Doğu ile Batı arasındaki çok belirgin gerilimi azaltmak konusunda birlikte aldıkları karar oldu. Mesela, Kore Sava­şı'nın kaynağındaki çok karmaşık karar. Nihayet, "prezidyum"larının ajandasındaki üçüncü acili­yet, imparatorluğun çevresindeki üç nokta tarafından yazdı­nldı: Almanya ile Sovyet bölgesi arasında kesin ayrılığın mecbur kılınması nedeniyle halkının yoğun olarak kaçışına şahit olan Demokratik Almanya Cumhuriyeti. Ama aynı za­manda isyan tehdidi ya da büyük düzensizlikler yaratarak Bolşevikleştirmenin inanılmaz terör yöntemleriyle sürdü­rüldüğü ülkeler olan Batı Polonya ve Macaristan. Bu nokta­da mirasçılar safra atmaya, hatta sistemde gerçek anlamda reform yapılamayacaksa hiç olmazsa "yeni dönem" olması ümidiyle yaşayan halklarda, Stalin'inkinden daha az depres­yon yapıcı uyanma sürecini uyarlamaya karar verdiler. Bu ümit, liberal olarak ünlenmiş Sovyet yazarı Uya Ehren­burg'un ünlü bir romanında "buzların çözülmesi" adını ver­diği bir rahatlama duygusu doğurdu. Önce, olabildiğince ih­tiyatlı davranarak mahkeme bile edilmeden hapsedilmiş yüz binlerce mahkumu içinde yaşamış oldukları durum hakkında mutlaka sessiz kalmaları şartıyla serbest bırakarak Gulag kamplarının kapatılmasını ele aldılar. Bu kültürel planda buzların çözülmesi; yazarların, gazetecilerin ve sa­natçıların "sosyalist gerçekçiliği" terk etmelerini (yani, terö­rün gülünçlüğünü sınırsızca idealleştirmeyi) ve ülkenin geç­mişindeki hataların ve aşırılıkların tenkidi pahasına onun başarısızlıklarına daha çok yer vererek cesaretlendirmeyi amaçlıyordu. Uyduların yöneticilerine, emirlerin yerine ge­tirilmesinin ve onca hükümlünün, ailelerinin yanına dön­melerinin neden olacağı karışıklığı önleyecek bütün tedbir­leri alarak aynı yolu takip etmeleri emredildi. Bu "yeni dö­nem"in, Sovyetlerin, o sıralarda Parti birinci sekreterliğine ata­nan Kruşçev'in denetiminde olan işletmelerin revizyonunun sınırlı anlamını halklara anlatabilmek amacıyla ordularına başvurmak ihtiyacı duyduğu Doğu Almanya'dak.i, sonra da Polonya'daki başarısızlığını anlatmak bu son sözün çerçeve­sini aşar. Bizim esas teklifimize gelelim: Moskova Prezidyumu ta­rafından "Yeni dönem"in uygulanmasının Imre Nagy isimli olağanüstü bir Macar sığınmacısına emanet edilmesi üzeri­ne çıkan olaylar. 1945 yılında, "kurtarıcı" Kızıl Ordu tarafın­dan, köylülerin çok yönlü asırlık baskılarına son veren tarım reformu ile görevlendirilen ve 1949 yılında, dört yıl önce köylülerin sa!ıip oldukları toprakların kamulaştırılmasına karşı çıkması sonucunda lanetlendiği için belli düzeyde se­vilen tek yönetici Imre Nagy idi. Stalin düzeninin sistematik reformunu hedef alan fikirle­rini kabul etmesi için serbest bırakılmış olsaydı Imre Nagy iyi seçimdi. Gerçekten de, 4 Temmuz'da Parlamento'da yap­tığı bir konuşmada bu sistemin esasen vatan düşmanı ve in­sanlık düşmanı karakterini sertçe· kınamaktan çekinmedi. Konuşma heyecan yarattı ve koltuğunda büzülmüş vaziyet­te oturan kendisini dinleyen önceki Birinci Sekreter Rako­si'nin takip ettiği siyaseti de kahramanca suçlayarak sadece Budapeşte'deki dinleyicileri değil, Batılı gözlemcileri de şa­şırttı. Nagy, "sanayileşmeye doğru cebri yürüyüş"ü mahkum ediyor ve hayat seviyesini yükseltmeye ve hukukiliğe geri dönüşe yönlendirilmiş bir programın başladığını canlı ve kesin ifadelerle ilan ediyordu. Parlamento'da çoğunluğu meydana getiren aparaçikler, Nagy'nin yüzlerine vurduğu "sosyalist ağır sanayinin gelişmesi sadece kendi içinde bir başlangıcı temsil eder. Biz halk demokrasisi ve sosyalist sa­nayileşmeyi işçilerin yaşam seviyesinin sürekli yükselmesi ile paralel tutmalıyız. Bundan çıkan sonuç, hükümetin te­mel çabasının halk ekonomimizin ve yatırımlarımızın hızla gelişmesini büyük ve genel olarak yavaşlatmamız gerektiği­dir" tekliflerini asık suratlarıyla dinliyorlardı. Bunların tama­mı, ülkenin önceki dört yıl boyunca duyduklarının aksiydi. "Bilhassa ham madde kaynaklarına sahip olunmadığı düşü­nüldüğünde aşırılığa kaçmış sanayileşmeyi ve bunu gerçek­kştirme amaçlı kendi kendine yeterliliğini haklı gösterecek hiçbir şey yoktur" diyordu Nagy sükunetle ve şöyle ilave edi­yordu: "Hafif sanayiye ve gıda sanayisine, ağır sanayi hızını muazzam miktarda düşürerek ve tarım politikasının yönü­nü değiştirerek daha çok önem vermek gerekir." Üç yıl önce, XX. Komünist Parti Kongresi'nde Kruşçev'in Stalin'i mah­kO.m etmesinden önce, Imre Nagy'nin uydu ülkelere zorla kabul ettirilen ekonomik yönlendirmenin mantıksızlığı üze­rindeki gözlemleri, hiç olmazsa "yeni dönem"in (buzların çözülmesi) SSCB'nin kendi içinde dile getirilişinden daha açıklıkla ilan edilmişti. Imre Nagy'nin konuşmeısını tekrar okurken Macar Bakanlar Kurulu başkanının dört yıl süren yokluk ve korku döneminde yaşadıktan sonra oluşan ve git­tikçe artarak tehdit edici hale gelen kızgınlığı yatıştırmak için ulusal kamuoyuna vereceği tavizlerin anlamı ve sınırı üzerine Moskova'dan getirdiği talimatı yanlış yorumlayıp yorumlamadığı sorgulanabilir. "Kulaklar aleyhine alınan aşı­rı tedbirler, beraberinde toprakların randımanının düşmesi­ne katkıda bulunmuştur. Köylülere huzurlu bir hayata ka­vuşma güvencesi verilsin ve kooperatiflere girmeye zorlan­masınlar. . . Üyelerinin çoğunluğu isterlerse kooperatifler kapatılabilir .. " Nagy'nin bu önerilerinde, Stalin döneminin bir zamanlar Avrupa'nın buğday ambarı durumundaki Ukrayna'da açlığa neden olan ve 1949 yılında, Macaristan ve diğer halk demokrasilerindekinden daha ciddi karışıklıklara neden olacağı şüphesiz Polonya dışındaki uydu ülkelere cebren kabul ettirdiği en yıkıcı suç unsurlarından birinin mahkum edilişini okumuyor muyuz? lmre Nagy söze devam ediyordu: Küçük esnafı ve zanaat­çılığı yeniden canlandırmak, yakın geçmişte düşüncesizce artırılan gıda ürünleri fiyatlarını düşürmek, aydınlara daha çok özgürlük tanımak ve saygı göstermek, dini sorunlara da­ha hoşgörülü bakmak . . . Başkan ''Adliye ve polis teşkilatında ve yerel kurullarda hukukilik ilkesi her zaman üstün olmadı" uyarısında bulundu. ''Adli takibattaki istismar, idari uygula­malar, tutuklama alanında yapılan aşırılıklar, vergilerin ödenmemesi neticesinde el koymalar, sürgüne gönderilmek ve zorla çalıştırılmak üzere kulakların listelenmesi ve başka incitmeler, çalışan halkın adalet duygusunu yaraladı ve bu şekilde devlet ile arasındaki ilişkilerin gevşemesine neden olarak eşitliğe güvenini sarstı." Terör sırasında halkın önemli bir bölümünün yaşamak zorunda kaldığı son derecede ka­ranlık ve zalim gerçeği kaplayan ne çok söz vardır! Arkadaş­ları tarafından sistem bakımından felaketin sebebi olarak ka­bul edilen hataları engellemek istediği için mahkum edilen bir vatandaşın iyi tasarlanmış ve soğukkanlı intikamıydı bu. Nagy, Budapeşte Parlamentosu'nda iddiasını okumakta özgür bir yargıç edasıyla dikildiğinde onun mevcut gerçek içinde böyle devam edeceğini düşünmek mümkün değildi: Rakosi'nin Parti birinci sekreterliği koltuğunu muhafaza et­mesini sağlayan Kremlinli Stalinci hamileri tarafından onunla iş birliği yapmak zorunda bırakılması nedeniyle elleri bağlıydı. Bu şekilde, komünist hiyerarşiye uygun olarak Baş­bakan'dan daha üst mevkideydi. Daima hatırlarda kalacak konuşmasının sonunda Imre Nagy, polisin yetkilerinin azaltıldığını, Sovyet kolhozları esas alınarak oluşturulan üretici kooperatiflerine köylülerin hukuka aykırı üye olmaya zorlanmasına son verildiğini ilan etti. Ayrıca halk kitlelerinin siyasi hayata daha büyük oranda katılacaklarını ve nihayet temel bir tedbir olarak 120.000 ki­şinin mahkeme edilmeden gönderildiği toplama ve cebri çalışma kamplarının dağıtılacağını bildirdi. SSCB'dekinden önce Macaristan'daki mahkumların bundan sorumlu olan­ların cezalandırılmasına gerek görülmeden serbest bırakıl­ması komüniznıin tarihinde daha önce görülmemişti. Ser­best bırakılan kurbanlar kendilerini yargıçlarıyla ve gardi­yanlarıyla tazminatsız ve yakınmasız, banş içinde yaşamak zorunda hissediyorlardı. Bunu takiben, Imre Nagy, ona bağlı birkaç siyasi şube üyesine dayanarak -bazı başarılar elde ederek- ve her türlü yumuşama tedbirine düşmanlığını saklamayan bir idareci çoğunluğunun bazen kararsız yardımıyla, öngördüğü ted­birleri uygulamaya gayret etti. 1 955 başında, Kremlin'de meydana gelen güç dengelerin­deki bir değişiklik Rakosi'ye Macaristan'da hakimiyeti ele ge­çirme, Imre Nagy'yi başkanlıktan uzaklaştırma, hatta onu "oportünist ayrımcılık"la suçlayarak hürriyetini kısıtlama­dan Parti'den ihraç etme imkanı verdi. Moskova'nın talima­tı, Rakosi'nin onu yıpratmasını yasaklıyordu: Yeni olan, her ne kadar denetime tabi tutulsalar da Nagy ve taraftarları bel­li ölçüde hareket serbestisine sahiptiler. Kremlin'in genel emri, belli bir ılımla davranılmasını gerektiriyordu ki bu da Macaristan'da ve diğer halk demokrasilerinde kimi zaman az kimi zaman çok gayretle uygulanmaktaydı. Halbuki, Ma­caristan'da olsun, Polonya'da olsun Parti'nin kültürel, ente­lektüel ve gazetecilik mekanizması içinde Stalin'in ölümün­den sonra sansüre aldırmadan çalışma adeti, hataların ten­kit edilmesini ve sistemin hakemliğini cesaretlendirdi. Böy­lece, Parti'nin resmi kültür dergisi lrodalmi Ujsag (Edebiyat Dergisi), rejimin idari ve polisiye hatalarını ortaya çıkarmak­taki gitgide artan özgürlüğünü görev kabul eden bir muha­lefetin sözcüsü oldu. Kruşçev'in ve Batı ile ilişkilerde yumuşama taraftarları­nın baskısı üzerine Kremlin'in dış siyasetinde yeni bir yön çizmesiyle muhalefet cesaretlendi. Moskova'nın, bağımsızlı­ğına devlet güvencesi vermesiyle Avusturya'daki konumun­dan vazgeçmesi komşu Macaristan'da heyecan yarattı. Stali­nizm ile aralarında güçlü bir mesafe yaratan diğer bir tedbir de Kruşçev'in Belgrad'a yaptığı "Canossa'yı ziyaret" inde Tito Yugoslavyası'yla uzlaşmasıdır: Tito merkezilikten uzaklaş­mış bir enternasyonalizmin sözcüsü değil midir? Stalin'le çatışması onu SSCB'nin egemenliğini tanımayı ve Krem­lin'in uydu ülkelere dayattığı ve bütün halk cumhuriyetle­rinde geçerli kural yaptığı polis kontrolünü reddetmeye sevk etmedi mi? Aynı zamanda Kremlin'in yeni yönetimi, Nehru (Hindistan), Nasır (Mısır) ve Sokarno (Endonezya) tarafın­dan yönetilen tarafsız blok ülkeleri ile yakınlaşmaya çalışı­yordu: Hepsi sosyalist olduğunu söylüyordu ama Stalinci Marksizm-Leninizmi benimsemeyi reddediyorlar, komü­nistleri iktidardan uzak tutuyorlar ve bağımsızlıklarını gerek ABD'ye gerekse Sovyet blokuna karşı koruyorlardı. Zaten Ti­to'yu kendi şefleri olarak tanıyorlardı. Bu arada, Macaristan'daki muhalefetin üzerinde kesin et­kili olan, 1956 Şubat'ında Komünist Parti XX. Kongresi'nde Kruşçev'in yaptığı şaşırtıcı konuşma oldu. Macaristan'daki muhalefet, Bilimler Akademisi, Yazarlar ve Gazeteciler Birli­ği gibi kültürel kurumlarda, hatta başkentteki Komünist Par­ti teşkilatında kendini ifade etmeye başlıyordu. Bu konuş­mada, Parti'nin birinci sekreteri sıfatıyla, 1937- 1939 yılların­daki gösterişli büyük duruşmalarda entrikacı sebepler ileri sürerek bir mahkeme düzenledi ve terörist Stalin'i neredey­se Lenin'in çevresinde toplanmış bütün eski muhafızları öl­dürmekle suçladı. Muhakkak ki Kruşçev, Stalin davasının sı­nırını bütün rakiplerini ve olası muhaliflerini öldürmekle çi­ziyordu ve bilhassa kulakları Parti'nin düzenlediği kolhozla­ra girmeye zorladığında ve orduda ve devlet teşkilatında yaptığı temizlikte halka yaşattığı muazzam acıları söyle­mekten kaçınıyordu. Muhakkak. ki Kruşçev, otuzlu yılların duruşmalarında sınırlandırılan ve gizlice telaffuz edilen tek.liflerin etkisini hafifletmeye çalışıyordu. Bunlar SSCB'de, uydu ülkelerde ve dünyada, manipüle edildiği aşikar olan verilerle azar azar halka açıklandı. Stalin'in suç­larının açıklanması onun eski teğmenlerinin uydu ülkeler­de, hatta Mao Zedong'un ülkesinde bile durumlarının güç­leşmesini engelleyemedi. Mao, Kruşçev'in kendi iktidar mü­cadelesinde örnek olarak aldığı "Halkların Babası" saygınlı­ğını yerle bir etmesini affetmedi. Bu ünlü konuşmadan sonra Rakosi'yi Parti'nin başında tutmak imkansız hfile geldi. Halbuki o sırada Kremlin 1956 Ekim olaylarında büyük rol oynayacak olan hatayı yaptı. Hal­kın, lmre Nagy'nin iade-i itibar edilip ülkenin başına geçi­rilmesi arzusuna cevap vermek yerine, Rak.osi'nin yerine Parti'nin başına ondan belki de daha çok nefret edilen yöne­ticiyi, Emest Gerö'yü getirdi. Kremlin hiç olmazsa çok idealist olan Irnre Nagy yerine Janos Kadar'ın Parti'nin başına geçiril­mesini tavsiye eden Tito'yu dinleyebilirdi. Kadar bizzat Stalin terörünün kurbanıydı ve ancak onun ölümünden sonra ser­best bırakılmıştı ve Nazi karşıtı mukavemet hareketini yönet­me konusunda Nagy'den daha avantajlı konumdaydı. Prole­ter kökenli komünist olan Kadar, başkentin büyük fabrikala­rındaki işçiler nezdinde belli bir popülerliğe sahipti. Polonya'da Komünist Parti yönetimi, tarıma muhalefeti nedeniyle durumu Imre Nagy'ye benzeyen, 1949 yılında uzaklaştırılan eski genel sekreterini başa geçirmelerine de­nilebilir ki son anda karar vermesiyle, Macar komünistleri­nin körlüğü vatanlarını gerçek bir trajediye sürükledi. Bu dönemde yapılan ve metni 1989'dan sonra elde edilen Mos­kova Prezidyumu toplantıları incelendiğinde, Kruşçev'in SSCB ile Batı ilişkilerini iyileştirme gayretlerini artırdığı ve 30 Ekim 1956'ya kadar Molotov ve aşırı Stalinci arkadaşları­na karşı Macar krizine barışçı bir çözüm imkanı olduğunu savunduğu görülür. Ama sonunda, 3 1 Ekim 1956'da, ayakla­nanların isteklerinin kökleşmesi karşısında askeri müdaha­lenin kaçınılmaz olduğuna iman getirmişti. Bu dönüşün so­rumluları -Kremlin'deki uslanmaz Stalinciler dışında- Ma­car komünist yöneticilerdir. Kitapta da bahsettiğimiz gibi, onu Belgrad'a götüren Ma­car heyetinin dönüşünde o ana kadar Polonya taraftarı, de­mokratik ve barışçı gösterilerin isyana dönüşmesine neden olan kıvılcımı çakan ve içeriğinde göstericileri karşı ihtilal­ci, hatta faşistlikle suçlayan hakaretler bulunan konuşma, Gerö'nün yaptığı konuşmadır. Banliyölerden yığınlar halin­de koşup gelen işçilerin temin ettiği silahlarla donanmış üniversite gençliği, polisin ateşine karşılık vererek onları ka­çırtmış, sonra da Gerö tarafından çağrılan ve sokak muhare­belerine iyi hazırlanmamış Sovyet İşgal Birlikleri garnizonu­na bağlı tanklara karşı durmuştur. Bu ilk Sovyet müdahalesi­nin uğradığı yenilgi başkentin farklı noktalarında tek tük toplanan muharip grupların güvenini artırmıştı. Bunlar ha­reketin gittikçe artan Sovyet karşıtlığı, hatta vatanseverliğin­den büyük oranda sorumluydu. Imre Nagy tarafından yapı­lan ateşkes çağrısı -bu arada kelimenin tam anlamıyla kafa­yı yitirmiş haldeki Gerö ve arkadaşları tarafından Parti baş­kanlığına çağrılmıştı- etkisiz kalmıştı. Mukavemetçiler şu şartlar yerine gelmesi halinde silahlarını bırakacaklardı: AVO'nun (Silahlı polis gücü) silahsızlandırılması, Sovyet bir­liklerinin Budapeşte'yi boşaltması ve gittikçe köktenleşerek çok partililiğin getirilmesi, Varşova Paktı'ndan çıkılması, Macaristan'ın tarafsız bir statüye geçmesi. İhtilalci hareket sanayi şehirlerini hızla sardı. Sadece köy­lüler bekleyiş içine girerek sükuneti korudular. Resmi Maca­ristan ile sivil toplumun, Komünist Parti ile halkın büyük ço­ğunluğunun arasındaki kopuş aşikardı. Bizzat Parti, hükü­met, Parlamento, SSCB'de yetiştirilmiş subaylarla kuşatılmış ordu, siyasi polis, komünistleştirilmiş sendikalar, bütün yı­ğınsal organizasyonlar, asilerin kararlılığı karşısında güçsüz kaldılar. ihtilale katılan gazeteler, isyancıların manifestola­rının sözcüleri oldular. "Kazanılmış bir özgürlük duygusuyla sarhoş olmuş gibi, halk kazanılmış bir özgürlük efsanesi yarattı," diye yazmıştım Cahiers Hongrois de Paris'de. Imre Nagy "yakın korumalarından kurtulduğu" zaman, onun kişi­liğinde kendini tanımayı başardığında sakinleşmeye başla­dı. Bu duygulu ve ılımlı adam o günlerde isyancıların heye­canını frenlemek için neredeyse insanüstü ve durdurak bil­mez gayret içindeydi. Bu arada halktan ayırmak yerine onun tarafından sürüklenmeye bırakıyordu kendini. Davranışı 1 848 Fransız lhtilali'nde "Onların başı benim, öyleyse onları takip ederim" diyen Ledru-Rollin'i hatırlatmaya başlamıştı. Reformcu komünist ruhuyla ayaklanmış, ihtilalci vatanse­verlerle, enternasyonalizmi -Macaristan'daki Stalinci em­peryalizmle karıştırılmasın- reddetmeden vatansever olarak bir bakıma kendine rağmen dayanışma içine girdi. Muhakkak ki Nagy'ye, neredeyse halkın tamamının talep ve arzularının uluslararası güç ilişkileri içinde gerçekleşmesi­nin imkansızlığını fark etmediği suçlaması yapılabilir. Ti­to'nun birçok kez hapsetmek zorunda kaldığı arkadaşı olan önce yönetici sonra muhalif komünist Milovan Djilas Macar ayaklanmasından hemen sonra yayımlanan "La Nouvelle Classe" (Yeni Sınıf) adlı kitabında şöyle yazıyordu: "Macar ih­tilali, geçmişteki Rus ve Fransız ihtilalleri kadar anlamlıdır." Bu görüş fazla abartılıdır ama şurası muhakkak ki hareketi gözlemleyenler onun yaratıcı atılımından etkilenmişlerdi. Paris'e göçmüş Yunan-Fransız felsefeci Castoriadis'in "top­lumsal hayal" dediği buydu. 1956 sonunda yayımlanan "La Tragedie Hongroise" (Macar Trajedisi) adlı kitabımda "Sovyet blokunun evrimi perspek­tifinden bakıldığında 1956 Macar ihtilalci patlaması Avru­pa'da totaliter komünizmin çöküşünün başlangıcı olmuş­tur" diye yazmıştım. Zaten, lmre Nagy ve dostları tarafından gerçekleştirilen ve birkaç haftada uygulamaya konan yeni­den yapılanma çalışmalarında demokratik, sosyalist ve ba­ğımsız reformcu bir yapının güç hatları açıkça belirginleşir. Imre Nagy, Parlamento'daki odasına yerleşerek 29 Ekim tarihine kadar Parti merkezinde tahammül ettiği Gerö takı­mının denetiminden de kurtuldu. Derhal muhatap kabul et­tiği muhtelif ihtilalci grupların ve komitelerin temsilcileriyle irtibat kurdu. Orılar taleplerini bildirdiler: Düzenin yeniden teminine katkılarının şartı, taleplerinin tatmin edilmesine bağlıydı. Ara verildikçe Imre Nagy'nin Budapeşte'ye 24 Ekim gecesi gelen Krerrılin'den gönderilenlerle pazarlık yapmaya mecbur kaldığı zorlu tartışmalar yaşandı. Elverdiği kadarıyla isyancıların oybirliğiyle talep ettiği Sovyet ordusunun Buda­peşte'den ve civarından çekilmesi meselesinde, Krerrılin'i tat­min edecek bir uzlaşma çerçevesinde arıları ikna etmeye ça­lışıyordu. Imre Nagy ve Geçici Hükümet üyeleri sınırda yeni Sovyet birliklerinin yığıldığını haber aldıkları sırada, onu tat­min etmek için Sovyet görevliler kendisiyle aynı fikirde ol­duklarını açıklıyorlardı. Nagy ve arkadaşları bu manevrayı önce Stalincilerin aralıksız baskılarının bir bölümünü oluştu­ran bir blöf olarak algıladılar. Zaten lmre Nagy, Sovyet görev­lilerinin, bilhassa Kruşçev'in en yakını olan Mikoyan'ın açık­lamalarından, ayaklanmanın yayılmasını durdurmak için Kremlin'in l 949'da Rakosi tarafından kapatılan demokratik partilerin temsilcilerini hükümetine almasına bile onay vere­cekleri sonucunu çıkarmıştı. Bu, tek partili sistemin kaldırıl­masına eşitti. Çok partili sistemin yeniden getirilmesi resmen 30 Ekim'de şekillendirildi. Önceden, 28 Ekim'de, Imre Nagy yaptığı heyecarılı konuşmada, gençliğin 23 Ekim'deki demok­ratikleşme taleplerinin hukukiliğini kabul etmişti. Imre Nagy'nin reformcu gayretleri; içlerinde en ciddisi, gösteri yapmaya gelen kalabalığa Parlamento meydanında­ki binaların çatısından açılan ve yüzlerce kurban verilen ateş ve ardından isyancılar tarafından, teslim olmak üzere Parti merkezinden dışarıya çıkan ve aralarında Imre Nagy'nin ar­kadaşı, tanınmış reformcu komünist Ferenc Mezö'nün de bulunduğu memurların linç edilmesi sayılan muhtelif olay­lar neticesinde kösteklenmiştir. Sovyet elçisi Andropov, Kremlin'e gönderdiği durum raporlarında, merkezi Münih'te bulunan ve yayınlarının ABD'nin resmi düşüncesini yansıttı­ğı kabul edilen Hür Avrupa Radyosu (Free Europe)'nun ka­muoyu üzerindeki gittikçe artan etkisini işaret ederken bu son olaya özel bir anlam yükledi. Halbuki, bu yayınlar lmre Nagy'yi Macar halkına iharıet eden biri, halkın güvenini is­tismar eden bir sahte komünist, ayaklarımaya Batı'dan as­keri yardım geleceğine yakınındakileri inandıran biri gibi gösteriyordu. Bu arada ekim ayı sonlarına doğru, durumu daha çok iyimserlikle düşünmeye ve normalleşme perspek­tifleri görülmeye başlanıldı. Zaten, Imre Nagy'nin katılma­sını sağladığı ılımlı milliyetçi Istvan Bibo ve Küçük Mülk Sa­hipleri Partisi'nden ve yeniden yapılarıarı Sosyal Demokrat Parti'den birçok siyaset adamının katılımıyla ve Janos Kadar ile felsefeci komünist György Lukacs'ın desteğiyle çok par­tili bir hükümetin atanması, rahatlatıcı işaretler olarak gö­rülmekteydi. Sovyet Parti yönetiminin ve hükümetinin 30 Ekim'de hal­ka açıklanan resmi bildirisinin barışçı bir tonu vardı ve Kremlin'in hakların eşitliğine ve başka sosyalist hükümetle­rin milliyetçi arzularına saygı gösterilmesi gereğini beyan ediyordu. Batılı gözlemcilerin bu açıklamaya yapılan yorumlar üze­rindeki düşünceleri farklıydı. Takip eden günlerdeki olaylar, bunun Imre Nagy'yi ve grubunu SSCB'nin niyetleri konu­sunda aldatmak üzere hazırlanmış bir tertip olduğu tezini güçlendirdi. Bu arada başka bir yorum da yapıldı: Açıklama, Savunma Bakanı Mareşal Jukov tarafından yönetilen askeri müdahale taraftarları hazırlıkları tamamlamak için kazanı­lan zamandan istifade ederlerken Prezidyum'daki barışçı çö­züm taraftarlarının en kötü sonucu önlemeye yönelik ümit­lerini yitirmedikleri bir sırada düzenlendiği görüşüne yer ve­rildi. Bu tezi rahatlatan bir şey ise Kremlin'in Batı'da görevli diplomatları tarafından -aynı zamanda patlayan Süveyş meselesiyle meşgul olan- Batılı hükümetlerin Macaristan'da askeri bir çözümü SSCB'nin ve kampının iç işi olarak görüp kabul edeceklerine dair verdikleri güvencedir. Imre Nagy'ye gelince; 3 Ekim'de ayaklanmanın bir sağ karşı ihtilale dönüşmesi tehlikesini de dikkate alarak önceki gün komünistlerin linç edilmesi sürecini silmeyi başarmıştı. Beklendiği gibi, başkentte ve taşrada teşkilatlanmış bulunan İşçi Kurulları'ndan hükümeti için ciddi destek sağlamıştı. Gene de Varşova Paktı'ndan . ayrılma ve ülkenin tarafsızlığı konusunda Sovyet baskılarına cevap vermek için zamanın elverişli olduğunu düşünerek hata yaptı. BM'yi ve Batılı hü­kümetleri diplomatik yollarla bilgilendirdiği ve 1955'te Ma­car Parti Merkezi'ne gönderdiği dilekçeyle kamuya duyur­duğu bu iki karar ile Imre Nagy, Kruşçev'inkiyle mükemmel örtüşen kendi programını aşmıştı. 30 Ekim Sovyet bildirisi, Kremlin' in gerçek niyetleri konusunda yanılmasını teşvik et­miş olabilir. Halbuki, Sovyet birliklerinin sınırı aştıkları ha­beri ona ulaşmıştı. Şüphesiz, tarafsızlık açıklaması Kremlin'in 1 ya da 2 Ka­sım kararında baskın rol oynadı. Bu arada o ana kadar Imre Nagy'nin bütün kararlarını desteklemiş olan Janos Kadar or­tadan kayboldu. 1 Kasım sabahı, Andropov ile Moskova'ya gitmek üzere Parlamento'dan ayrılarak Sovyet Elçiliği'ne git­ti. Ama aslında, sonradan öğrenildiği gibi, elçiliğin kapısın­dan hiçbir zaman girmemiş. Sovyet ajanları tarafından için­de arkadaşı Münnich'in de bulunduğu bir taksiye ite kaka bindirilip havaalanına götürülmüş. Aynı akşam Moskova'ya varmış. Kelepçe takılıp takılmadığını bilmiyoruz. Kruşçev'in hazır bulunmadığı ama tam kadro toplanmış olan Prezid­yum' a getirilmiş ve şu tercih karşısında bırakılmış: Ya ona bi­çilen rolü kabul edecek ya da Imre Nagy'nin suç unsuru ka­bul edilen kararlarına destek vermenin sonuçlarına katlana­cak. Muhtemelen, onun kırılgan karakterini ve Kremlin'e tam sadakatini bilen Sovyet yoldaşlarının onu kandıracakların­dan ve boyun eğdireceklerinden hiç şüpheleri yoktu. Gerçek­ten de Janos Kadar, Imre Nagy'ye yapılan suçlamalarda onun kadar suçluydu. Bu yüzleşme sırasında Kruşçev'in hazır bu­lunmaması, Macar krizinde kararı Kadar'ı sorgulayan iki yol­daşına bıraktığı sonucuna varmamıza izin veriyor. Kadar'ın kaçırıldığı gece Kruşçev Brioni Adası'nda, Adriyatik'teki kü­çük adada, Imre Nagy'ye sempatisi bilinen Mikoyan'la bera­ber davetlisi olduğu Mareşal Tito'nun evindeydi. Kruşçev Macaristan'ın başındaki lmre Nagy'nin yerine başkasını ge­tirmek için SSCB'nin askeri harekata ihtiyacı nedeniyle Yu­goslav Devlet Başkanı'nın desteğine muhtaçtı. Ayrıca, Tito'nun Macaristan'daki reform hareketini onay­ladığını, hatta cesaretlendirdiğini biliyoruz. Çünkü Mathias Rakosi'yi kendi aykırı komünizm kavramının en ateşli düşmanı olarak görüyordu. Ayrıca biliyoruz ki, Macaristan'ı yönetme hususunda uzun süredir Kadar'ı, çevresindeki "re­vizyonist" aydınlardan etkilenen ve çok partili sistemi ve Ti­to'nun Yugoslav yönetim tarzı için büyük tehlike yarattığına inandığı demokratikleşmeyi uygulayan Imre Nagy'den daha uygun buluyordu. Macar taleplerine taviz verilmesi halinde halk cumhuriyetlerinin oturmuşluğu hakkında endişe du­yan Mao'nun, hatta aralarında en esnek olan Polonya'nın yeni Devlet Başkanı Gomulka da dahil bütün sosyalist ülke­lerin Stalinci yöneticilerinin fikriydi buydu. Dolayısıyla Batılı yöneticilerin onu beğeniyor olmaları karşısında tavır takınması riskinin idrakinde olan Tito mü­dahaleye onay vermişti. Gene de onayı şarthydı. 1956'da bir sırdaşından öğrendiğime göre Tito, SSCB'nin Sovyet topra­ğına sığınan Rakosi grubunu, müdahale etmesine rağmen nefret ettikleri yöneticileri tekrar Macaristan' a getirmeyece­ğine Macarları inandırmak amacıyla, ebediyen atmaya ve yerlerine şubattaki XX. Kongre'de Kruşçev'in ilan ettiği bu "yeni dönem"i almaya kendini mecbur addettiğine inandır­mayı ümit ediyordu. Ayrıca Kruşçev Tito'ya, Macaristan'da normalleşme olur olmaz Kad.ar'ın 1956'dan itibaren halk ta­rafından vatan haini olarak görülmesine rağmen onu sevim­li kılacak tedbirler almasına izin verileceğine söz verdi. Her türlü ihtimali dikkate alarak Kruşçev aracılığıyla Tito'nun desteğinin güvencesini alması, Kadar'ı, Moskova'ya dertop edilişinin ertesi günü sırtına yüklenen belirsiz görevi kabul etmesi hususunda ziyadesiyle cesaretlendirdi. Bu sırada, 2 Kasım'dan itibaren, Janos Kadar Kruşçev'in hazır bulunmadığı Prezidyum'un huzuruna çıkarıldı. Orada, bir tanıktan ziyade, geleceğin suçlusu olarak belirdi. Bu toplantının manyetik banda kaydedilmemiş olan ra­porları bilahare Macar hükümetine verilen stenografı kayıt­larıyla kamuya duyuruldu. Kadar, Sovyet birliklerinin hare­ketliliğiyle ilgili haberlerin ulaşmasıyla Imre Nagy etrafında oluşmuş olan aşırı asabiyetten bahsederek raporuna başla­dı. Toplantıya davet edilen Sovyet elçisi Andropov, bildiği ka­darıyla sınırı geçen Sovyet demiryolcu olmadığını ifade etti. Hazır bulunan Macar hükümet üyeleri itiraz ettiler. Macar sınır muhafızlarının ifadesine göre sınırı aşanlar demiryol­cular değil, askerlerdi ve öğleye doğru Budapeşte'ye ulaşan haberlere göre Sovyet tank birlikleri Macaristan'ın doğusun­daki Szolnok kentine varmışlardı. Andropov cevaben bunla­rın Budapeşte muharebeleri sırasında yaralanan Sovyet as­kerlerini taşıyan araçlardan başka bir şey olamayacağını söyledi. O zaman Macar hükümeti üyeleri gelen Sovyet bir­liklerinin amacının Budapeşte'yi işgal etmek olduğuna ka­naat getirdiler. Demek ki kentin savunmasına hazırlanmak gerekiyor diye düşündüler. Kadar: "Tarafsızlığın ilanı düşün­cesi o anda akla geldi. Savaşın hemen sonrasındaki Kurul başkanı Küçük Mülk Sahipleri Partisi'nden Zoltan Tildy tara­fından ifade edildi ama zaten herkes onunla hemfikirdi. O arada toplantıdan ayrılmış bulunan Andropov'la konuşma­dan hiçbir şey yapılmaması gerektiğini söyledim. Ama ben hariç bütün Macar hükümeti, Sovyet hükümetinin bizi al­dattığında birleşiyordu." lki saat aradan sonra, Kadar, tanıklığına kaldığı yerden devam etti. Buna göre elçinin açıklamaları Macar hükümeti­ni rahatlatmayı başaramamıştı: "O zaman, Andropov'un gi­dişinden sonra, tarafsızlığa ve açıklamamızı bir telgrafla BM'ye göndermeye karar verdik." "Beni ilgilendiren kısma gelince oyumu bütün kararların lehine kullandım." Ama Ka­dar özür dilercesine ekliyordu: "O an, bir müddet sonra, bel­ki iki ya da üç ay sonra, Sovyet birlikleri ülkeyi terk edecek­lerdir diye düşündüm. Önemli olan onların gitmesiydi. Böy­lece Partimiz, başka partilerle birlii< olup karşı ihtilali ezebi­lirdi. Doğrusunu isterseniz emin değildim." Sonra karmaka­rışık biçimde konuşmaya başladı. Ona bakılırsa karşı ihtilale dönüşme olayı koalisyon partileri için çok ciddi bir tehlikey­di. Ve o zaman başka bir yol takip edilebileceğini, Macaris­tan'ın Varşova Paktı içinde tutulacağını anlatmaya başladı. Ancak o takdirde de muharebeler olacaktı ve bu nereye va­racaktı? Komünist Parti'nin morali tamamen çökecekti ve bu durum diğer sosyalist ülkelere de zarar verecekti. Diğer ülkelerin de benzer zorluklar yaşamadıklarından nasıl emin olunabilirdi? Bu notlardan Kadar'ın tam bir kafa karışıklığı içinde ol­duğunu görüyoruz. Ama Moskova'ya kendi arzusuyla teslim olmadığı ve çok güçlü bir baskıya boyun eğdiği hatırlanacaktır. Geri kalanı için okuyucuyu kitaba geri gönderiyorum. Imre Nagy'nin 4 Kasım tan ·yeri ağarırken Yugoslav Elçili­ği'ne sığınmak üzere Parlamento'dan ayrılmadan önce Ma­car Radyosu'nda yaptığı açıklaması ile bitirmek istiyorum: "Ben Imre Nagy, Kurul Başkanı. Bugün tan yeri ağarırken Sovyet birlikleri, Macar demokrasisinin hukuki hükümetini devirmek niyetiyle başkente saldırı başlattılar. Birliklerimiz savaşıyorlar. Hükümet görev yerindedir. Durumu Macar hal­kına ve bütün dünyaya duyuruyorum." Bununla belirtmek istediği, SSCB'nin Macaristan ile sa­vaş durumuna girdiği ve bunun sorumluluğunu taşıması ge­rektiğidir. Kendisine gelince; ona yapılan bütün baskılara rağmen Romanya'ya götürülmesinden ve ardından Maca­ristan'da üst düzey ihanetle suçlanarak hapsedilmesinden sonra, ölünceye kadar kendi hükümetinin hukukiliğini sa­vunmada gösterdiği sağlam duruş, ezilen ihtilalin liderinin trajik azametini ve ülkesini temsil etmekteki yerinin önemi­ni ortaya çıkarmaktadır. Nihayet, bu hükümetin hukukiliğinden, Macar halkının çoğunluğunun mutabakatı ile Avrupa modeline uygun de­mokratik, sosyalist, bağımsız ve dürüst bir hukuk devleti inşa edeceğinden şüphe duyulmadığını düşünüyorum. Ve kitabı­mın, 1957'de tamamlanan La Tragedie Hongroise'nin İtalyan­ca baskısının son sözünde belirttiğim gibi "Macaristan'ın kur­tuluşu lmre Nagy'nin ve programının yeniden itibar kaian­masıyla başlayacaktır." Bu da 1989 yılında gerçekleşti. François Fejtö Paris, 23.06.2006
·
1.073 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.