Bu son sözü, 2006 yılında, Macaristan dostları ve bütün dünya bu eseri ithaf ettiğim ihtilalin 50. Yıldönümünü kutlamaya hazırlanırken yazıyorum. 1981 yılında Fransızca yazılan ve yayımlanan eser ayaklanmanın ellinci yılı münasebetiyle Macarcaya çevrilmiştir. Macar halkının ayaklanması, öncülüğünü işçi gençlikle birleşen üniversite gençliğinin yaptığı geniş çaplı bir halk hareketinin taleplerine cevaben Sovyetler Birliği'nin askeri müdahalesiyle ezilmişti. Bu hareket sansürün kaldırılmasını, tek parti sisteminin iptalini, ikinci Dünya Savaşı'ndan itibaren süregelen Sovyet işgalinin sonlandırılmasını istiyordu. Aynı zamanda, yalnız Macaristan'ı değil, Orta ve Doğu Avrupa'nın ve Balkanların başka sosyalist ülkelerini de Sovyet egemenliği altına sokan Varşova Paktı'nı reddetmek ve Macaristan'ın tarafsızlığını ilan etmek istiyordu. O zamandan beri, Varşova Paktı askeri güvencesi olduğu bütün komünist rejimler gibi çöktü. Parlamenter demokrasi sistemi kabul edildi. 1989- 1990 yıllarında Macar Devleti, diğer bütün Orta Avrupa ve Doğu Avrupa ülkeleri gibi, kan akıtmadan egemenliğine kavuştu. Sovyet tavizleri sonucunda, 1947'den beri ortalığı yıkıp geçen Soğuk Savaş fiilen sona erdi. Macaristan, diğer eski uyduların çoğu gibi, önce NATO'ya, sonra da Avrupa Birliği'ne girerek kazanılmış egemenliğini kendi iradesiyle sınırladı. Böylelikle, kitabımın yeni basımında, ihtilalin sadece şimdiki ve uzakta kalan nedenlerini izah etmek değil, aynı zamanda süreç içinde Avrupa tarihinde, hatta XX:. yüzyıl dünya tarihinde oluşan dönemeçte, Sovyet lmparatorluğu'nun ve uluslararası komünizmin devrilmesinde, Sovyet ordusu tarafından ezilmesine rağmen ona düşen rolü anlatmak zorundayım. Bu sistemin krizi, 1949 yılından beri Macaristan'ın içine sıkışıp kaldığı süper Sovyet devletinin, SSCB'nin ideolojik ve düzenleyici temeli olan Komünist Entemasyonal'in krizidir. Gerçekten de 5 Mart 1953'te Stalin'in ölümüyle başlamıştır. Bu ölüm, Roma lmparatorluğu'nun dağılması sırasında kıtanın uzun süren yeniden yapılanma dönemini başlatan ve Avrupa'yı altüst eden çöküşe benzeyen bir çöküşü beraberinde getirdi. Hayatının sonuna doğru, bu sui generis imparatorluğun başı, iktisadi ve siyasi, kültürel ve ruhsal karar verme gücünü çok uluslu, çok etnili ve çok dinli bir teşkilat çerçevesinde, mirasına konduğu Çarist Sezar-Papa'da olduğundan daha totaliter bir iktidan yücelterek avuçları içinde toplamayı başardı. imparatorluk, doktrini yaptığı komünist ideoloji sayesinde otoritesi, arkasında bıraktığı muazzam boşluğu açıklayan dünya çapında iddialı karaktere dönüştü. Unutmayalım ki, karar verme gücünü olağanüstü bir güvenlik polisi ve en üst düzeyde ideolojik eğitimden geçirilmiş bir ordu tarafından desteklenen özel sekreterliğine bırakan Stalin, kapsamı içindeki devletlerin yönetimini, dil, ulus ve din geleneklerine saygı çerçevesinde, yerel etnik milletler arasından seçilmiş başkanlar tarafından yönetilen hükümetlere bırakmıştı. İngiliz yazar H.G. Wells'in Cizvit tarikatının hakimiyetindeki Roma Katolik Kilisesi'yle mukayese ettiği teşkilatçılık alanındaki bu ustalık, Sovyetler Birliği'ne olağanüstü bir sağlamlık ve bastırılmış aşındırıcı güçlere karşı neredeyse mükemmel bir bağışıklık kazandırıyordu. Ama aynı zamanda, seçkin Macar meslektaş Gyula Illyes'in dediği gibi, sistem kanlı Kral Ubu egemenliği dönemine yakışır bir unsurla mayınlanmıştı: Vicdanlara ve milliyetçi ve halkçı heveslere tecavüz eden üstün gücüyle, beklenmeyen parçalanışına kadar aşırı zafiyetini saklamayı başaran terör. Uydu eyalet durumuna indirgenmiş küçük Ulus-Devlet vasfıyla Macaristan, Raymond Aron'un isimlendirdiği gibi "ideokratik" imparatorluk saçmalığına boyun eğmiş durumdayken, 1953 ilkbaharında Stalin'in ölümü neticesinde oluşan manevi ve siyasi depremden etkilendi. Macaristan'da ve diğer bütün uydu ülkelerde akla hakim olan duygu, her şeyden önce baskısı altında yaşadıkları devasa güç karşısında hissettikleri güçsüzlüktü ve Orta ve Doğu Avrupa'dakilerin Churchil'in deyimiyle "demir perde" olarak anılan ülkelerinde hissedilenden daha fazla olan bu duyguya alışılmıştı. Demir perdenin berisindeki bu ülkeler ABD'nin, nükleer, askeri, ekonomik ve kültürel gücünün korumasındaki bölünmüş bir Avrupa ve dünya fikrine boyun eğmişlerdi. Böylece Batılılar, Stalin lmparatorluğu'nun yeni yayılmacılığına karşı koruma altındaydı ve onun kıtanın doğusunu keyfine göre yönetmesine ses çıkarmıyorlardı. Avrupa-Atlantik hükümetlerin dünyanın iki kutuplu yapısından duydukları göreceli tatmin, 1956 Macar lhtilali'nin gelişimi ve kaderi incelendiğinde hesaba katılması uygun olan unsurlardan biridir. Dolayısıyla, Stalin'in ölümü itibariyle Macaristan'ın ve diğer Doğu ülkelerinin ilk tepkisi kararsızlık ve güvensizlik duygusu oldu Gerek onların gerek Batılı uzmanların göremediği, Stalin'in mirasçılarının birdenbire üstlendikleri ve o ana kadar Patron'un neredeyse kesin karar verme gücüne bağımlılıkları düşünülürse yönetme ve bugüne kadar dolaylı olarak sorumlu oldukları idaredeki olağanüstü mirası devam ettirme görevi karşısındaki duydukları şaşkınlıktı. Halbuki, kendilerini öksüz bırakan Korkunç Baba'nın kaybı heyecanını bir kez aştıktan sonra, bu mirasçıların onları tehdit eden ve ondan kaçma çarelerini kendileri için bizzat kendileri bulmak zorunda olmaları gerçeğini göğüslemeleri kaçınılmaz oldu. Göğüs gerilmesi gereken ilk endişe, atacakları muhtemel yanlış adımları Batılıların istismar etmeleriydi. Dolayısıyla, iktidara karşı derhal mesafeli olmak kendi bünyelerinde bölünmeye yol açabilirdi. Stalin tarafından terk edilen Leninist kolektif yönetim metoduna karşı Stalin kültü'nü konuşuyorlardı. Stalin'e duyulan uzun süreli ve boşuna saygıdan sonra anlaşmalarını tehdit eden ilk çatışma nedeniyle bu prensibin kabullenilmesi ne kadar zordu: içlerinde en hırslı kişi olan ve ölen şefin kesin iktidarını gasp etmek istemekle suçlanan güvenlik şefi Beria dışlanan ilk kurban oldu. Onların tek vücut olduklarının şahidi olacak ikinci endişe, Doğu ile Batı arasındaki çok belirgin gerilimi azaltmak konusunda birlikte aldıkları karar oldu. Mesela, Kore Savaşı'nın kaynağındaki çok karmaşık karar.
Nihayet, "prezidyum"larının ajandasındaki üçüncü aciliyet, imparatorluğun çevresindeki üç nokta tarafından yazdınldı: Almanya ile Sovyet bölgesi arasında kesin ayrılığın mecbur kılınması nedeniyle halkının yoğun olarak kaçışına şahit olan Demokratik Almanya Cumhuriyeti. Ama aynı zamanda isyan tehdidi ya da büyük düzensizlikler yaratarak Bolşevikleştirmenin inanılmaz terör yöntemleriyle sürdürüldüğü ülkeler olan Batı Polonya ve Macaristan. Bu noktada mirasçılar safra atmaya, hatta sistemde gerçek anlamda reform yapılamayacaksa hiç olmazsa "yeni dönem" olması ümidiyle yaşayan halklarda, Stalin'inkinden daha az depresyon yapıcı uyanma sürecini uyarlamaya karar verdiler. Bu ümit, liberal olarak ünlenmiş Sovyet yazarı Uya Ehrenburg'un ünlü bir romanında "buzların çözülmesi" adını verdiği bir rahatlama duygusu doğurdu. Önce, olabildiğince ihtiyatlı davranarak mahkeme bile edilmeden hapsedilmiş yüz binlerce mahkumu içinde yaşamış oldukları durum hakkında mutlaka sessiz kalmaları şartıyla serbest bırakarak Gulag kamplarının kapatılmasını ele aldılar. Bu kültürel planda buzların çözülmesi; yazarların, gazetecilerin ve sanatçıların "sosyalist gerçekçiliği" terk etmelerini (yani, terörün gülünçlüğünü sınırsızca idealleştirmeyi) ve ülkenin geçmişindeki hataların ve aşırılıkların tenkidi pahasına onun başarısızlıklarına daha çok yer vererek cesaretlendirmeyi amaçlıyordu. Uyduların yöneticilerine, emirlerin yerine getirilmesinin ve onca hükümlünün, ailelerinin yanına dönmelerinin neden olacağı karışıklığı önleyecek bütün tedbirleri alarak aynı yolu takip etmeleri emredildi. Bu "yeni dönem"in, Sovyetlerin, o sıralarda Parti birinci sekreterliğine atanan Kruşçev'in denetiminde olan işletmelerin revizyonunun sınırlı anlamını halklara anlatabilmek amacıyla ordularına başvurmak ihtiyacı duyduğu Doğu Almanya'dak.i, sonra da Polonya'daki başarısızlığını anlatmak bu son sözün çerçevesini aşar. Bizim esas teklifimize gelelim: Moskova Prezidyumu tarafından "Yeni dönem"in uygulanmasının Imre Nagy isimli olağanüstü bir Macar sığınmacısına emanet edilmesi üzerine çıkan olaylar. 1945 yılında, "kurtarıcı" Kızıl Ordu tarafından, köylülerin çok yönlü asırlık baskılarına son veren tarım reformu ile görevlendirilen ve 1949 yılında, dört yıl önce köylülerin sa!ıip oldukları toprakların kamulaştırılmasına karşı çıkması sonucunda lanetlendiği için belli düzeyde sevilen tek yönetici Imre Nagy idi. Stalin düzeninin sistematik reformunu hedef alan fikirlerini kabul etmesi için serbest bırakılmış olsaydı Imre Nagy iyi seçimdi. Gerçekten de, 4 Temmuz'da Parlamento'da yaptığı bir konuşmada bu sistemin esasen vatan düşmanı ve insanlık düşmanı karakterini sertçe· kınamaktan çekinmedi. Konuşma heyecan yarattı ve koltuğunda büzülmüş vaziyette oturan kendisini dinleyen önceki Birinci Sekreter Rakosi'nin takip ettiği siyaseti de kahramanca suçlayarak sadece Budapeşte'deki dinleyicileri değil, Batılı gözlemcileri de şaşırttı. Nagy, "sanayileşmeye doğru cebri yürüyüş"ü mahkum ediyor ve hayat seviyesini yükseltmeye ve hukukiliğe geri dönüşe yönlendirilmiş bir programın başladığını canlı ve kesin ifadelerle ilan ediyordu. Parlamento'da çoğunluğu meydana getiren aparaçikler, Nagy'nin yüzlerine vurduğu "sosyalist ağır sanayinin gelişmesi sadece kendi içinde bir başlangıcı temsil eder. Biz halk demokrasisi ve sosyalist sanayileşmeyi işçilerin yaşam seviyesinin sürekli yükselmesi ile paralel tutmalıyız. Bundan çıkan sonuç, hükümetin temel çabasının halk ekonomimizin ve yatırımlarımızın hızla gelişmesini büyük ve genel olarak yavaşlatmamız gerektiğidir" tekliflerini asık suratlarıyla dinliyorlardı. Bunların tamamı, ülkenin önceki dört yıl boyunca duyduklarının aksiydi. "Bilhassa ham madde kaynaklarına sahip olunmadığı düşünüldüğünde aşırılığa kaçmış sanayileşmeyi ve bunu gerçekkştirme amaçlı kendi kendine yeterliliğini haklı gösterecek hiçbir şey yoktur" diyordu Nagy sükunetle ve şöyle ilave ediyordu: "Hafif sanayiye ve gıda sanayisine, ağır sanayi hızını muazzam miktarda düşürerek ve tarım politikasının yönünü değiştirerek daha çok önem vermek gerekir." Üç yıl önce, XX. Komünist Parti Kongresi'nde Kruşçev'in Stalin'i mahkO.m etmesinden önce, Imre Nagy'nin uydu ülkelere zorla kabul ettirilen ekonomik yönlendirmenin mantıksızlığı üzerindeki gözlemleri, hiç olmazsa "yeni dönem"in (buzların çözülmesi) SSCB'nin kendi içinde dile getirilişinden daha açıklıkla ilan edilmişti. Imre Nagy'nin konuşmeısını tekrar okurken Macar Bakanlar Kurulu başkanının dört yıl süren yokluk ve korku döneminde yaşadıktan sonra oluşan ve gittikçe artarak tehdit edici hale gelen kızgınlığı yatıştırmak için ulusal kamuoyuna vereceği tavizlerin anlamı ve sınırı üzerine Moskova'dan getirdiği talimatı yanlış yorumlayıp yorumlamadığı sorgulanabilir. "Kulaklar aleyhine alınan aşırı tedbirler, beraberinde toprakların randımanının düşmesine katkıda bulunmuştur. Köylülere huzurlu bir hayata kavuşma güvencesi verilsin ve kooperatiflere girmeye zorlanmasınlar. . . Üyelerinin çoğunluğu isterlerse kooperatifler kapatılabilir .. " Nagy'nin bu önerilerinde, Stalin döneminin bir zamanlar Avrupa'nın buğday ambarı durumundaki Ukrayna'da açlığa neden olan ve 1949 yılında, Macaristan ve diğer halk demokrasilerindekinden daha ciddi karışıklıklara neden olacağı şüphesiz Polonya dışındaki uydu ülkelere cebren kabul ettirdiği en yıkıcı suç unsurlarından birinin mahkum edilişini okumuyor muyuz? lmre Nagy söze devam ediyordu: Küçük esnafı ve zanaatçılığı yeniden canlandırmak, yakın geçmişte düşüncesizce artırılan gıda ürünleri fiyatlarını düşürmek, aydınlara daha çok özgürlük tanımak ve saygı göstermek, dini sorunlara daha hoşgörülü bakmak . . . Başkan ''Adliye ve polis teşkilatında ve yerel kurullarda hukukilik ilkesi her zaman üstün olmadı" uyarısında bulundu. ''Adli takibattaki istismar, idari uygulamalar, tutuklama alanında yapılan aşırılıklar, vergilerin ödenmemesi neticesinde el koymalar, sürgüne gönderilmek ve zorla çalıştırılmak üzere kulakların listelenmesi ve başka incitmeler, çalışan halkın adalet duygusunu yaraladı ve bu şekilde devlet ile arasındaki ilişkilerin gevşemesine neden olarak eşitliğe güvenini sarstı." Terör sırasında halkın önemli bir bölümünün yaşamak zorunda kaldığı son derecede karanlık ve zalim gerçeği kaplayan ne çok söz vardır! Arkadaşları tarafından sistem bakımından felaketin sebebi olarak kabul edilen hataları engellemek istediği için mahkum edilen bir vatandaşın iyi tasarlanmış ve soğukkanlı intikamıydı bu. Nagy, Budapeşte Parlamentosu'nda iddiasını okumakta özgür bir yargıç edasıyla dikildiğinde onun mevcut gerçek içinde böyle devam edeceğini düşünmek mümkün değildi: Rakosi'nin Parti birinci sekreterliği koltuğunu muhafaza etmesini sağlayan Kremlinli Stalinci hamileri tarafından onunla iş birliği yapmak zorunda bırakılması nedeniyle elleri bağlıydı. Bu şekilde, komünist hiyerarşiye uygun olarak Başbakan'dan daha üst mevkideydi. Daima hatırlarda kalacak konuşmasının sonunda Imre Nagy, polisin yetkilerinin azaltıldığını, Sovyet kolhozları esas alınarak oluşturulan üretici kooperatiflerine köylülerin hukuka aykırı üye olmaya zorlanmasına son verildiğini ilan etti. Ayrıca halk kitlelerinin siyasi hayata daha büyük oranda katılacaklarını ve nihayet temel bir tedbir olarak 120.000 kişinin mahkeme edilmeden gönderildiği toplama ve cebri çalışma kamplarının dağıtılacağını bildirdi. SSCB'dekinden önce Macaristan'daki mahkumların bundan sorumlu olanların cezalandırılmasına gerek görülmeden serbest bırakılması komüniznıin tarihinde daha önce görülmemişti. Serbest bırakılan kurbanlar kendilerini yargıçlarıyla ve gardiyanlarıyla tazminatsız ve yakınmasız, banş içinde yaşamak zorunda hissediyorlardı. Bunu takiben, Imre Nagy, ona bağlı birkaç siyasi şube üyesine dayanarak -bazı başarılar elde ederek- ve her türlü yumuşama tedbirine düşmanlığını saklamayan bir idareci çoğunluğunun bazen kararsız yardımıyla, öngördüğü tedbirleri uygulamaya gayret etti. 1 955 başında, Kremlin'de meydana gelen güç dengelerindeki bir değişiklik Rakosi'ye Macaristan'da hakimiyeti ele geçirme, Imre Nagy'yi başkanlıktan uzaklaştırma, hatta onu "oportünist ayrımcılık"la suçlayarak hürriyetini kısıtlamadan Parti'den ihraç etme imkanı verdi. Moskova'nın talimatı, Rakosi'nin onu yıpratmasını yasaklıyordu: Yeni olan, her ne kadar denetime tabi tutulsalar da Nagy ve taraftarları belli ölçüde hareket serbestisine sahiptiler. Kremlin'in genel emri, belli bir ılımla davranılmasını gerektiriyordu ki bu da Macaristan'da ve diğer halk demokrasilerinde kimi zaman az kimi zaman çok gayretle uygulanmaktaydı. Halbuki, Macaristan'da olsun, Polonya'da olsun Parti'nin kültürel, entelektüel ve gazetecilik mekanizması içinde Stalin'in ölümünden sonra sansüre aldırmadan çalışma adeti, hataların tenkit edilmesini ve sistemin hakemliğini cesaretlendirdi. Böylece, Parti'nin resmi kültür dergisi lrodalmi Ujsag (Edebiyat Dergisi), rejimin idari ve polisiye hatalarını ortaya çıkarmaktaki gitgide artan özgürlüğünü görev kabul eden bir muhalefetin sözcüsü oldu. Kruşçev'in ve Batı ile ilişkilerde yumuşama taraftarlarının baskısı üzerine Kremlin'in dış siyasetinde yeni bir yön çizmesiyle muhalefet cesaretlendi. Moskova'nın, bağımsızlığına devlet güvencesi vermesiyle Avusturya'daki konumundan vazgeçmesi komşu Macaristan'da heyecan yarattı. Stalinizm ile aralarında güçlü bir mesafe yaratan diğer bir tedbir de Kruşçev'in Belgrad'a yaptığı "Canossa'yı ziyaret" inde Tito Yugoslavyası'yla uzlaşmasıdır: Tito merkezilikten uzaklaşmış bir enternasyonalizmin sözcüsü değil midir? Stalin'le çatışması onu SSCB'nin egemenliğini tanımayı ve Kremlin'in uydu ülkelere dayattığı ve bütün halk cumhuriyetlerinde geçerli kural yaptığı polis kontrolünü reddetmeye sevk etmedi mi? Aynı zamanda Kremlin'in yeni yönetimi, Nehru (Hindistan), Nasır (Mısır) ve Sokarno (Endonezya) tarafından yönetilen tarafsız blok ülkeleri ile yakınlaşmaya çalışıyordu: Hepsi sosyalist olduğunu söylüyordu ama Stalinci Marksizm-Leninizmi benimsemeyi reddediyorlar, komünistleri iktidardan uzak tutuyorlar ve bağımsızlıklarını gerek ABD'ye gerekse Sovyet blokuna karşı koruyorlardı. Zaten Tito'yu kendi şefleri olarak tanıyorlardı. Bu arada, Macaristan'daki muhalefetin üzerinde kesin etkili olan, 1956 Şubat'ında Komünist Parti XX. Kongresi'nde Kruşçev'in yaptığı şaşırtıcı konuşma oldu. Macaristan'daki muhalefet, Bilimler Akademisi, Yazarlar ve Gazeteciler Birliği gibi kültürel kurumlarda, hatta başkentteki Komünist Parti teşkilatında kendini ifade etmeye başlıyordu. Bu konuşmada, Parti'nin birinci sekreteri sıfatıyla, 1937- 1939 yıllarındaki gösterişli büyük duruşmalarda entrikacı sebepler ileri sürerek bir mahkeme düzenledi ve terörist Stalin'i neredeyse Lenin'in çevresinde toplanmış bütün eski muhafızları öldürmekle suçladı. Muhakkak ki Kruşçev, Stalin davasının sınırını bütün rakiplerini ve olası muhaliflerini öldürmekle çiziyordu ve bilhassa kulakları Parti'nin düzenlediği kolhozlara girmeye zorladığında ve orduda ve devlet teşkilatında yaptığı temizlikte halka yaşattığı muazzam acıları söylemekten kaçınıyordu. Muhakkak. ki Kruşçev, otuzlu yılların duruşmalarında sınırlandırılan ve gizlice telaffuz edilen tek.liflerin etkisini hafifletmeye çalışıyordu. Bunlar SSCB'de, uydu ülkelerde ve dünyada, manipüle edildiği aşikar olan verilerle azar azar halka açıklandı. Stalin'in suçlarının açıklanması onun eski teğmenlerinin uydu ülkelerde, hatta Mao Zedong'un ülkesinde bile durumlarının güçleşmesini engelleyemedi. Mao, Kruşçev'in kendi iktidar mücadelesinde örnek olarak aldığı "Halkların Babası" saygınlığını yerle bir etmesini affetmedi. Bu ünlü konuşmadan sonra Rakosi'yi Parti'nin başında tutmak imkansız hfile geldi. Halbuki o sırada Kremlin 1956
Ekim olaylarında büyük rol oynayacak olan hatayı yaptı. Halkın, lmre Nagy'nin iade-i itibar edilip ülkenin başına geçirilmesi arzusuna cevap vermek yerine, Rak.osi'nin yerine Parti'nin başına ondan belki de daha çok nefret edilen yöneticiyi, Emest Gerö'yü getirdi. Kremlin hiç olmazsa çok idealist olan Irnre Nagy yerine Janos Kadar'ın Parti'nin başına geçirilmesini tavsiye eden Tito'yu dinleyebilirdi. Kadar bizzat Stalin terörünün kurbanıydı ve ancak onun ölümünden sonra serbest bırakılmıştı ve Nazi karşıtı mukavemet hareketini yönetme konusunda Nagy'den daha avantajlı konumdaydı. Proleter kökenli komünist olan Kadar, başkentin büyük fabrikalarındaki işçiler nezdinde belli bir popülerliğe sahipti. Polonya'da Komünist Parti yönetimi, tarıma muhalefeti nedeniyle durumu Imre Nagy'ye benzeyen, 1949 yılında uzaklaştırılan eski genel sekreterini başa geçirmelerine denilebilir ki son anda karar vermesiyle, Macar komünistlerinin körlüğü vatanlarını gerçek bir trajediye sürükledi. Bu dönemde yapılan ve metni 1989'dan sonra elde edilen Moskova Prezidyumu toplantıları incelendiğinde, Kruşçev'in SSCB ile Batı ilişkilerini iyileştirme gayretlerini artırdığı ve 30 Ekim 1956'ya kadar Molotov ve aşırı Stalinci arkadaşlarına karşı Macar krizine barışçı bir çözüm imkanı olduğunu savunduğu görülür. Ama sonunda, 3 1 Ekim 1956'da, ayaklananların isteklerinin kökleşmesi karşısında askeri müdahalenin kaçınılmaz olduğuna iman getirmişti. Bu dönüşün sorumluları -Kremlin'deki uslanmaz Stalinciler dışında- Macar komünist yöneticilerdir. Kitapta da bahsettiğimiz gibi, onu Belgrad'a götüren Macar heyetinin dönüşünde o ana kadar Polonya taraftarı, demokratik ve barışçı gösterilerin isyana dönüşmesine neden olan kıvılcımı çakan ve içeriğinde göstericileri karşı ihtilalci, hatta faşistlikle suçlayan hakaretler bulunan konuşma, Gerö'nün yaptığı konuşmadır. Banliyölerden yığınlar halinde koşup gelen işçilerin temin ettiği silahlarla donanmış üniversite gençliği, polisin ateşine karşılık vererek onları kaçırtmış, sonra da Gerö tarafından çağrılan ve sokak muharebelerine iyi hazırlanmamış Sovyet İşgal Birlikleri garnizonuna bağlı tanklara karşı durmuştur. Bu ilk Sovyet müdahalesinin uğradığı yenilgi başkentin farklı noktalarında tek tük toplanan muharip grupların güvenini artırmıştı. Bunlar hareketin gittikçe artan Sovyet karşıtlığı, hatta vatanseverliğinden büyük oranda sorumluydu. Imre Nagy tarafından yapılan ateşkes çağrısı -bu arada kelimenin tam anlamıyla kafayı yitirmiş haldeki Gerö ve arkadaşları tarafından Parti başkanlığına çağrılmıştı- etkisiz kalmıştı. Mukavemetçiler şu şartlar yerine gelmesi halinde silahlarını bırakacaklardı: AVO'nun (Silahlı polis gücü) silahsızlandırılması, Sovyet birliklerinin Budapeşte'yi boşaltması ve gittikçe köktenleşerek çok partililiğin getirilmesi, Varşova Paktı'ndan çıkılması, Macaristan'ın tarafsız bir statüye geçmesi. İhtilalci hareket sanayi şehirlerini hızla sardı. Sadece köylüler bekleyiş içine girerek sükuneti korudular. Resmi Macaristan ile sivil toplumun, Komünist Parti ile halkın büyük çoğunluğunun arasındaki kopuş aşikardı. Bizzat Parti, hükümet, Parlamento, SSCB'de yetiştirilmiş subaylarla kuşatılmış ordu, siyasi polis, komünistleştirilmiş sendikalar, bütün yığınsal organizasyonlar, asilerin kararlılığı karşısında güçsüz kaldılar. ihtilale katılan gazeteler, isyancıların manifestolarının sözcüleri oldular. "Kazanılmış bir özgürlük duygusuyla sarhoş olmuş gibi, halk kazanılmış bir özgürlük efsanesi yarattı," diye yazmıştım Cahiers Hongrois de Paris'de. Imre Nagy "yakın korumalarından kurtulduğu" zaman, onun kişiliğinde kendini tanımayı başardığında sakinleşmeye başladı. Bu duygulu ve ılımlı adam o günlerde isyancıların heyecanını frenlemek için neredeyse insanüstü ve durdurak bilmez gayret içindeydi. Bu arada halktan ayırmak yerine onun tarafından sürüklenmeye bırakıyordu kendini. Davranışı 1 848 Fransız lhtilali'nde "Onların başı benim, öyleyse onları takip ederim" diyen Ledru-Rollin'i hatırlatmaya başlamıştı. Reformcu komünist ruhuyla ayaklanmış, ihtilalci vatanseverlerle, enternasyonalizmi -Macaristan'daki Stalinci emperyalizmle karıştırılmasın- reddetmeden vatansever olarak bir bakıma kendine rağmen dayanışma içine girdi. Muhakkak ki Nagy'ye, neredeyse halkın tamamının talep ve arzularının uluslararası güç ilişkileri içinde gerçekleşmesinin imkansızlığını fark etmediği suçlaması yapılabilir. Tito'nun birçok kez hapsetmek zorunda kaldığı arkadaşı olan önce yönetici sonra muhalif komünist Milovan Djilas Macar ayaklanmasından hemen sonra yayımlanan "La Nouvelle Classe" (Yeni Sınıf) adlı kitabında şöyle yazıyordu: "Macar ihtilali, geçmişteki Rus ve Fransız ihtilalleri kadar anlamlıdır." Bu görüş fazla abartılıdır ama şurası muhakkak ki hareketi gözlemleyenler onun yaratıcı atılımından etkilenmişlerdi. Paris'e göçmüş Yunan-Fransız felsefeci Castoriadis'in "toplumsal hayal" dediği buydu. 1956 sonunda yayımlanan "La Tragedie Hongroise" (Macar Trajedisi) adlı kitabımda "Sovyet blokunun evrimi perspektifinden bakıldığında 1956 Macar ihtilalci patlaması Avrupa'da totaliter komünizmin çöküşünün başlangıcı olmuştur" diye yazmıştım. Zaten, lmre Nagy ve dostları tarafından gerçekleştirilen ve birkaç haftada uygulamaya konan yeniden yapılanma çalışmalarında demokratik, sosyalist ve bağımsız reformcu bir yapının güç hatları açıkça belirginleşir. Imre Nagy, Parlamento'daki odasına yerleşerek 29 Ekim tarihine kadar Parti merkezinde tahammül ettiği Gerö takımının denetiminden de kurtuldu. Derhal muhatap kabul ettiği muhtelif ihtilalci grupların ve komitelerin temsilcileriyle irtibat kurdu. Orılar taleplerini bildirdiler: Düzenin yeniden teminine katkılarının şartı, taleplerinin tatmin edilmesine bağlıydı. Ara verildikçe Imre Nagy'nin Budapeşte'ye 24 Ekim gecesi gelen Krerrılin'den gönderilenlerle pazarlık yapmaya mecbur kaldığı zorlu tartışmalar yaşandı. Elverdiği kadarıyla isyancıların oybirliğiyle talep ettiği Sovyet ordusunun Budapeşte'den ve civarından çekilmesi meselesinde, Krerrılin'i tatmin edecek bir uzlaşma çerçevesinde arıları ikna etmeye çalışıyordu. Imre Nagy ve Geçici Hükümet üyeleri sınırda yeni Sovyet birliklerinin yığıldığını haber aldıkları sırada, onu tatmin etmek için Sovyet görevliler kendisiyle aynı fikirde olduklarını açıklıyorlardı. Nagy ve arkadaşları bu manevrayı önce Stalincilerin aralıksız baskılarının bir bölümünü oluşturan bir blöf olarak algıladılar. Zaten lmre Nagy, Sovyet görevlilerinin, bilhassa Kruşçev'in en yakını olan Mikoyan'ın açıklamalarından, ayaklanmanın yayılmasını durdurmak için Kremlin'in l 949'da Rakosi tarafından kapatılan demokratik partilerin temsilcilerini hükümetine almasına bile onay verecekleri sonucunu çıkarmıştı. Bu, tek partili sistemin kaldırılmasına eşitti. Çok partili sistemin yeniden getirilmesi resmen 30 Ekim'de şekillendirildi. Önceden, 28 Ekim'de, Imre Nagy yaptığı heyecarılı konuşmada, gençliğin 23 Ekim'deki demokratikleşme taleplerinin hukukiliğini kabul etmişti.
Imre Nagy'nin reformcu gayretleri; içlerinde en ciddisi, gösteri yapmaya gelen kalabalığa Parlamento meydanındaki binaların çatısından açılan ve yüzlerce kurban verilen ateş ve ardından isyancılar tarafından, teslim olmak üzere Parti merkezinden dışarıya çıkan ve aralarında Imre Nagy'nin arkadaşı, tanınmış reformcu komünist Ferenc Mezö'nün de bulunduğu memurların linç edilmesi sayılan muhtelif olaylar neticesinde kösteklenmiştir. Sovyet elçisi Andropov, Kremlin'e gönderdiği durum raporlarında, merkezi Münih'te bulunan ve yayınlarının ABD'nin resmi düşüncesini yansıttığı kabul edilen Hür Avrupa Radyosu (Free Europe)'nun kamuoyu üzerindeki gittikçe artan etkisini işaret ederken bu son olaya özel bir anlam yükledi. Halbuki, bu yayınlar lmre Nagy'yi Macar halkına iharıet eden biri, halkın güvenini istismar eden bir sahte komünist, ayaklarımaya Batı'dan askeri yardım geleceğine yakınındakileri inandıran biri gibi gösteriyordu. Bu arada ekim ayı sonlarına doğru, durumu daha çok iyimserlikle düşünmeye ve normalleşme perspektifleri görülmeye başlanıldı. Zaten, Imre Nagy'nin katılmasını sağladığı ılımlı milliyetçi Istvan Bibo ve Küçük Mülk Sahipleri Partisi'nden ve yeniden yapılarıarı Sosyal Demokrat Parti'den birçok siyaset adamının katılımıyla ve Janos Kadar ile felsefeci komünist György Lukacs'ın desteğiyle çok partili bir hükümetin atanması, rahatlatıcı işaretler olarak görülmekteydi. Sovyet Parti yönetiminin ve hükümetinin 30 Ekim'de halka açıklanan resmi bildirisinin barışçı bir tonu vardı ve Kremlin'in hakların eşitliğine ve başka sosyalist hükümetlerin milliyetçi arzularına saygı gösterilmesi gereğini beyan ediyordu.
Batılı gözlemcilerin bu açıklamaya yapılan yorumlar üzerindeki düşünceleri farklıydı. Takip eden günlerdeki olaylar, bunun Imre Nagy'yi ve grubunu SSCB'nin niyetleri konusunda aldatmak üzere hazırlanmış bir tertip olduğu tezini güçlendirdi. Bu arada başka bir yorum da yapıldı: Açıklama, Savunma Bakanı Mareşal Jukov tarafından yönetilen askeri müdahale taraftarları hazırlıkları tamamlamak için kazanılan zamandan istifade ederlerken Prezidyum'daki barışçı çözüm taraftarlarının en kötü sonucu önlemeye yönelik ümitlerini yitirmedikleri bir sırada düzenlendiği görüşüne yer verildi. Bu tezi rahatlatan bir şey ise Kremlin'in Batı'da görevli diplomatları tarafından -aynı zamanda patlayan Süveyş meselesiyle meşgul olan- Batılı hükümetlerin Macaristan'da askeri bir çözümü SSCB'nin ve kampının iç işi olarak görüp kabul edeceklerine dair verdikleri güvencedir. Imre Nagy'ye gelince; 3 Ekim'de ayaklanmanın bir sağ karşı ihtilale dönüşmesi tehlikesini de dikkate alarak önceki gün komünistlerin linç edilmesi sürecini silmeyi başarmıştı. Beklendiği gibi, başkentte ve taşrada teşkilatlanmış bulunan İşçi Kurulları'ndan hükümeti için ciddi destek sağlamıştı. Gene de Varşova Paktı'ndan . ayrılma ve ülkenin tarafsızlığı konusunda Sovyet baskılarına cevap vermek için zamanın elverişli olduğunu düşünerek hata yaptı. BM'yi ve Batılı hükümetleri diplomatik yollarla bilgilendirdiği ve 1955'te Macar Parti Merkezi'ne gönderdiği dilekçeyle kamuya duyurduğu bu iki karar ile Imre Nagy, Kruşçev'inkiyle mükemmel örtüşen kendi programını aşmıştı. 30 Ekim Sovyet bildirisi, Kremlin' in gerçek niyetleri konusunda yanılmasını teşvik etmiş olabilir. Halbuki, Sovyet birliklerinin sınırı aştıkları haberi ona ulaşmıştı.
Şüphesiz, tarafsızlık açıklaması Kremlin'in 1 ya da 2 Kasım kararında baskın rol oynadı. Bu arada o ana kadar Imre Nagy'nin bütün kararlarını desteklemiş olan Janos Kadar ortadan kayboldu. 1 Kasım sabahı, Andropov ile Moskova'ya gitmek üzere Parlamento'dan ayrılarak Sovyet Elçiliği'ne gitti. Ama aslında, sonradan öğrenildiği gibi, elçiliğin kapısından hiçbir zaman girmemiş. Sovyet ajanları tarafından içinde arkadaşı Münnich'in de bulunduğu bir taksiye ite kaka bindirilip havaalanına götürülmüş. Aynı akşam Moskova'ya varmış. Kelepçe takılıp takılmadığını bilmiyoruz. Kruşçev'in hazır bulunmadığı ama tam kadro toplanmış olan Prezidyum' a getirilmiş ve şu tercih karşısında bırakılmış: Ya ona biçilen rolü kabul edecek ya da Imre Nagy'nin suç unsuru kabul edilen kararlarına destek vermenin sonuçlarına katlanacak. Muhtemelen, onun kırılgan karakterini ve Kremlin'e tam sadakatini bilen Sovyet yoldaşlarının onu kandıracaklarından ve boyun eğdireceklerinden hiç şüpheleri yoktu. Gerçekten de Janos Kadar, Imre Nagy'ye yapılan suçlamalarda onun kadar suçluydu. Bu yüzleşme sırasında Kruşçev'in hazır bulunmaması, Macar krizinde kararı Kadar'ı sorgulayan iki yoldaşına bıraktığı sonucuna varmamıza izin veriyor. Kadar'ın kaçırıldığı gece Kruşçev Brioni Adası'nda, Adriyatik'teki küçük adada, Imre Nagy'ye sempatisi bilinen Mikoyan'la beraber davetlisi olduğu Mareşal Tito'nun evindeydi. Kruşçev Macaristan'ın başındaki lmre Nagy'nin yerine başkasını getirmek için SSCB'nin askeri harekata ihtiyacı nedeniyle Yugoslav Devlet Başkanı'nın desteğine muhtaçtı. Ayrıca, Tito'nun Macaristan'daki reform hareketini onayladığını, hatta cesaretlendirdiğini biliyoruz. Çünkü Mathias Rakosi'yi kendi aykırı komünizm kavramının en ateşli düşmanı olarak görüyordu. Ayrıca biliyoruz ki, Macaristan'ı yönetme hususunda uzun süredir Kadar'ı, çevresindeki "revizyonist" aydınlardan etkilenen ve çok partili sistemi ve Tito'nun Yugoslav yönetim tarzı için büyük tehlike yarattığına inandığı demokratikleşmeyi uygulayan Imre Nagy'den daha uygun buluyordu. Macar taleplerine taviz verilmesi halinde halk cumhuriyetlerinin oturmuşluğu hakkında endişe duyan Mao'nun, hatta aralarında en esnek olan Polonya'nın yeni Devlet Başkanı Gomulka da dahil bütün sosyalist ülkelerin Stalinci yöneticilerinin fikriydi buydu. Dolayısıyla Batılı yöneticilerin onu beğeniyor olmaları karşısında tavır takınması riskinin idrakinde olan Tito müdahaleye onay vermişti. Gene de onayı şarthydı. 1956'da bir sırdaşından öğrendiğime göre Tito, SSCB'nin Sovyet toprağına sığınan Rakosi grubunu, müdahale etmesine rağmen nefret ettikleri yöneticileri tekrar Macaristan' a getirmeyeceğine Macarları inandırmak amacıyla, ebediyen atmaya ve yerlerine şubattaki XX. Kongre'de Kruşçev'in ilan ettiği bu "yeni dönem"i almaya kendini mecbur addettiğine inandırmayı ümit ediyordu. Ayrıca Kruşçev Tito'ya, Macaristan'da normalleşme olur olmaz Kad.ar'ın 1956'dan itibaren halk tarafından vatan haini olarak görülmesine rağmen onu sevimli kılacak tedbirler almasına izin verileceğine söz verdi. Her türlü ihtimali dikkate alarak Kruşçev aracılığıyla Tito'nun desteğinin güvencesini alması, Kadar'ı, Moskova'ya dertop edilişinin ertesi günü sırtına yüklenen belirsiz görevi kabul etmesi hususunda ziyadesiyle cesaretlendirdi. Bu sırada, 2 Kasım'dan itibaren, Janos Kadar Kruşçev'in hazır bulunmadığı Prezidyum'un huzuruna çıkarıldı. Orada, bir tanıktan ziyade, geleceğin suçlusu olarak belirdi.
Bu toplantının manyetik banda kaydedilmemiş olan raporları bilahare Macar hükümetine verilen stenografı kayıtlarıyla kamuya duyuruldu. Kadar, Sovyet birliklerinin hareketliliğiyle ilgili haberlerin ulaşmasıyla Imre Nagy etrafında oluşmuş olan aşırı asabiyetten bahsederek raporuna başladı. Toplantıya davet edilen Sovyet elçisi Andropov, bildiği kadarıyla sınırı geçen Sovyet demiryolcu olmadığını ifade etti. Hazır bulunan Macar hükümet üyeleri itiraz ettiler. Macar sınır muhafızlarının ifadesine göre sınırı aşanlar demiryolcular değil, askerlerdi ve öğleye doğru Budapeşte'ye ulaşan haberlere göre Sovyet tank birlikleri Macaristan'ın doğusundaki Szolnok kentine varmışlardı. Andropov cevaben bunların Budapeşte muharebeleri sırasında yaralanan Sovyet askerlerini taşıyan araçlardan başka bir şey olamayacağını söyledi. O zaman Macar hükümeti üyeleri gelen Sovyet birliklerinin amacının Budapeşte'yi işgal etmek olduğuna kanaat getirdiler. Demek ki kentin savunmasına hazırlanmak gerekiyor diye düşündüler. Kadar: "Tarafsızlığın ilanı düşüncesi o anda akla geldi. Savaşın hemen sonrasındaki Kurul başkanı Küçük Mülk Sahipleri Partisi'nden Zoltan Tildy tarafından ifade edildi ama zaten herkes onunla hemfikirdi. O arada toplantıdan ayrılmış bulunan Andropov'la konuşmadan hiçbir şey yapılmaması gerektiğini söyledim. Ama ben hariç bütün Macar hükümeti, Sovyet hükümetinin bizi aldattığında birleşiyordu." lki saat aradan sonra, Kadar, tanıklığına kaldığı yerden devam etti. Buna göre elçinin açıklamaları Macar hükümetini rahatlatmayı başaramamıştı: "O zaman, Andropov'un gidişinden sonra, tarafsızlığa ve açıklamamızı bir telgrafla BM'ye göndermeye karar verdik." "Beni ilgilendiren kısma gelince oyumu bütün kararların lehine kullandım." Ama Kadar özür dilercesine ekliyordu: "O an, bir müddet sonra, belki iki ya da üç ay sonra, Sovyet birlikleri ülkeyi terk edeceklerdir diye düşündüm. Önemli olan onların gitmesiydi. Böylece Partimiz, başka partilerle birlii< olup karşı ihtilali ezebilirdi. Doğrusunu isterseniz emin değildim." Sonra karmakarışık biçimde konuşmaya başladı. Ona bakılırsa karşı ihtilale dönüşme olayı koalisyon partileri için çok ciddi bir tehlikeydi. Ve o zaman başka bir yol takip edilebileceğini, Macaristan'ın Varşova Paktı içinde tutulacağını anlatmaya başladı. Ancak o takdirde de muharebeler olacaktı ve bu nereye varacaktı? Komünist Parti'nin morali tamamen çökecekti ve bu durum diğer sosyalist ülkelere de zarar verecekti. Diğer ülkelerin de benzer zorluklar yaşamadıklarından nasıl emin olunabilirdi? Bu notlardan Kadar'ın tam bir kafa karışıklığı içinde olduğunu görüyoruz. Ama Moskova'ya kendi arzusuyla teslim olmadığı ve çok güçlü bir baskıya boyun eğdiği hatırlanacaktır. Geri kalanı için okuyucuyu kitaba geri gönderiyorum. Imre Nagy'nin 4 Kasım tan ·yeri ağarırken Yugoslav Elçiliği'ne sığınmak üzere Parlamento'dan ayrılmadan önce Macar Radyosu'nda yaptığı açıklaması ile bitirmek istiyorum: "Ben Imre Nagy, Kurul Başkanı. Bugün tan yeri ağarırken Sovyet birlikleri, Macar demokrasisinin hukuki hükümetini devirmek niyetiyle başkente saldırı başlattılar. Birliklerimiz savaşıyorlar. Hükümet görev yerindedir. Durumu Macar halkına ve bütün dünyaya duyuruyorum."
Bununla belirtmek istediği, SSCB'nin Macaristan ile savaş durumuna girdiği ve bunun sorumluluğunu taşıması gerektiğidir. Kendisine gelince; ona yapılan bütün baskılara rağmen Romanya'ya götürülmesinden ve ardından Macaristan'da üst düzey ihanetle suçlanarak hapsedilmesinden sonra, ölünceye kadar kendi hükümetinin hukukiliğini savunmada gösterdiği sağlam duruş, ezilen ihtilalin liderinin trajik azametini ve ülkesini temsil etmekteki yerinin önemini ortaya çıkarmaktadır. Nihayet, bu hükümetin hukukiliğinden, Macar halkının çoğunluğunun mutabakatı ile Avrupa modeline uygun demokratik, sosyalist, bağımsız ve dürüst bir hukuk devleti inşa edeceğinden şüphe duyulmadığını düşünüyorum. Ve kitabımın, 1957'de tamamlanan La Tragedie Hongroise'nin İtalyanca baskısının son sözünde belirttiğim gibi "Macaristan'ın kurtuluşu lmre Nagy'nin ve programının yeniden itibar kaianmasıyla başlayacaktır." Bu da 1989 yılında gerçekleşti.
François Fejtö
Paris, 23.06.2006