"1956 yılında Rajk'ın iade-i itibarında yapıldıgı gibi Nagy'nin de iade-i itibarının yolu kaçınılmaz olarak MacarSovyet uzlaşmasından geçer. Yalan ve vicdanların ihlali üzerine sağlam bir şey inşa edilemez." 1957 Eylül'ünde, Imre Nagy'nin şahsiyeti ve fikirleri üzerine yaptığım bir araştırmayı bu ifadelerle bağlamıştım. Onun ve en sadık dava arkadaşlarının, General Maleter ve gazeteciler Miklós Gimes ile József Szilagyi'nin idamı, isyanın bastırılmasındaki sertliğe rağmen Macar sorununa barışçıl ve eşitliğe dayanan bir çözüm bulunma ümitlerini sona erdirdi. Imre Nagy hayatta olduğu sürece, siyasi ihtiyat ya da hiç olmazsa adalet açısından, muhtelif Sovyet-Macar ihtilaflarının çözümüne yarayacağına ve en azından Sovyet blokunun stratejik menfaatleri ve Macarların inatçı ve pek yaman bağımsızlık arzularını hesaba katacağına inanmak mümkündü... 1956 Ekim'inde, Macarların bu arzusu kendini çok sarsıcı biçimde ifade etmişti. Eğer Ruslar için Nagy bir asi idiyse Macarların gözünde daha çok bir uzlaştırıcıydı. Komünist ve vatansever olarak Macar halkı ve Kremlinli efendiler arasında "geçerli arabulucu" olarak doğmuş gibi kabul ediliyordu. Nagy ile birlikte sözcülüğünü yaptığı "Macarları sosyalist kampa götüren yol" düşüncesini de idam ettiler. Nagy'yi öldürerek, onu "sosyalist kampın birligi'' adına öldürerek, kampın yöneticileri uzun zaman için, hatta her zaman için "sosyalist" sözcüğünün itibarını düşürerek, Macarların gözünde Sovyet blokuna bağımlı olmayı artık tedavi edilemez ve haysiyet kırıcı bir esaret duygusuna dönüştürdü. Nagy ile, SSCB Komünist Partisi XX. Kongresi, Cenevre ruhu ve Bandung ile elde edilen ümitler toprağa gömüldü. Gerçi burada söz konusu olan 10 milyon nüfuslu küçük bir ulustu. Siyasi ve askeri stratejilerin kıtalar düzeyinde düşünülüp uygulandığı bir dünyada onun kaderinin ne önemi olabilirdi, bu halkın gözyaşları ve bedduaları ne kadar değerliydi? Budapeşte'nin "aptalca suçu" çok protestoya neden oldu. Birkaç yoldaşı iğrendirdi ama büyük güçler arasındaki güç oranını asla değiştirmedi. Sovyet yöneticilerin, yeni zirvelere hazırlandığı bir dönemde Batı kamuoyunu kışkırtacak benzer kanlı hareketlerden kaçınacaklarına inanılabilirdi. Gerçekten de bu olayın yarattığı hoşnutsuzluk uluslararası aktüalite tarafından hızla emildi ve 1956'da olduğu gibi, Süveyş meselesi ile birlikte Batı'nın Yakındoğu ve Ortadoğu'daki menfaatlerini korumak üzere alınan tedbirler, bir kez daha Rus-Çin ikilisine Arap ülkelerinin bağımsızlığının savunucuları gibi görünme imkanı sağladı. Pekin' de yayımlanan Le Quotidien du Peuple tam bir utanmazlıkla, bütün edep kurallarını hiçe sayarak 26 Temmuz 1958'de şöyle yazıyordu: "...Eğer halkın desteğini kaybeden bir hükümet bir ihtilal ya da iç savaş sırasında yabancı yardımı talep ederse o hükümetin hukukfliği şüpheyle karşılanır." Le Quotidien du Peuple, tezinin Kadar'ı da dahil ettiğini görmezden gelerek Chamoun ve Hüseyin'e gönderme yapıyordu. Halkların bağımsızlık haklarını belirlemek ve hükümetlerine güvenmesini temin etmek söz konusu olduğunda "iki ağırlık ve iki ölçü" kullanılmaması gerektiğini söylediği için mahkum edilmemiş miydi Nagy? "Bazı aşırı fikirlere göre," diyordu, "Bandung'un beş ilkesine ve bunlara gösterilecek saygıya bağlılık, demokratik ve sosyalist ülkeler arasındaki ilişkiler söz konusu olduğunda proleter enternasyonalizmle bağdaşmayacaktır. Bu durumda bunlar şoven bir milliyetçilik tarafından yazdırılacaktır ve demokratik ve sosyalist kampı zayıflatacaktır. Aslında tam aksi oluyordu. Beş ilkeye saygı sosyalist kampın dayanışmasını güçlendiriyordu."
Nagy, 1956 yılında Macaristan'ın yerinin Sovyet blokunun içinde değil, dışında, Avusturya, Yugoslavya ve Finlandiya'ya benzeyen ''aktif birlikte yaşama'.' statüsünde olması gerektiğini düşünmeye başladı. SSCB'nin güvenliğinin gerekliliği ve geleneksel olarak Batı tarafından cezp edilen vatandaşlarının arzuları arasında düşündüğü uzlaşmanın anlamı buydu. Bu düşünceye ihanet denilebilir miydi? Kime ihanet? Halkına mı? Kesinlikle değil. Partisine mi? Macar Partisi'nin üyelerinin büyük çoğunluğunun -eğer serbestçe uygulama imkanlarına sahip olsalardı- bağımsızlığı istediğinden şüphe edilmemelidir. Netice itibariyle Nagy'nin ve dostlarının hayatlarıyla ödeyecekleri hataları, gerçek "ihanetleri", Kruşçev'in başkan seçilmesi, Çin Partisi'nin gittikçe artan etkisi ve XX:. Kongre'nin "sosyalist ülkeler arasında ilişkiler''in eşitlik temeline dayalı kökten ve yeniden düzenlenmesine yol açan kararlarına inanmalarıdır. XX:. Kongre'nin, dünya komünizmi için Imre Nagy'nin iktidara ilk geçişinde (Haziran 1953-Mart 1955) uygulamaya gayret ettiği ve Rakosi'nin onu "saga meylettigi'' gerekçesiyle mahkum ettiği siyasi ilkelerini doğrulayan yeni bir çağ açtığına inanıyorlardı. Nagy Kadar gibi yapabilirdi: Başta Çinliler olmak üzere Sovyet bloku yöneticilerinin çoğunluğunun güvence verdikleri Kremlin'in kararı önünde eğilmek. Yugoslavlar Kadar ile uzlaşması için ısrar ettiler. Seçim çok dramatikti. Ayaklanmanın baskısı altındaki Nagy hükümetinin faaliyeti onun 1953 programını hatta 1955- 1956 siyasi yazılarında ifade ettiği fikirleri dahi aşmıştı. "Ulusal komünizm" ile parlamenter demokrasiyi ayıran çizgiyi Tito ve Gomulka tarzında geçmişti. Halkın gürültülü arzusuna teslim olduktan sonra Nagy Sovyet baskısına da teslim olabilirdi. Yapmadı, çünkü ulusla dayanışmayı Parti'ye sadakatin üstüne koymakta haklı olduğuna, gerçek yolda olduğuna inanıyordu. Nagy'nin komünist âleme sunduğu skandal buydu. Dünyadaki bütün komünistlerin gözünde "olayların altında kalan zayıf adam" konumundan "Parti'ye ihanet eden adam" konumuna geçişi böyle oldu. "Macar komünizminin sakin, kalender ve sevgi dolu adamı" iken "ayrılıkçıların" içinde en nefret edilen ve ölümü bütün uluslararası komünistlerin "en aşırı"ları için birleşme sloganı olan adamı hfiline geldi. Nagy'nin kişiliği, komünist sistemin ilk aşılma denemesinin, ilk ciddi meselesinin simgesiydi. Bu nedenle Nagy'nin nefes alışı durmadan komünist mekanizmaya durmak yoktu. Çünkü onun nefes alışı onlar için ölüm tehdidiydi. Nagy'den, onlara musallat olan bozguncu bir fikir gibi nefret ediyorlardı. Bu bir fikirdi. Nagy'nin şahsında yıkmak istedikleri postkomünist, halkçı, antitotaliter bir fikir. Ama bir fikir öldürülebilir mi?