Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Tarihî Bağlam
Macar İhtilali'nin tarihi anlamı, Yalta Konferansı paylaşı­mından sonra Doğu ülkelerine zorla kabul ettirilen halk re­jimlerinin derin sevimsizliğini gösterişli biçimde ispat etme­sinde yatıyor. Bu yönde Batı kendini tebrik edebilir: Olay onun propaganda tezlerini tasdik ediyordu. Bu da hükümet­lere yetiyordu. Amerikalılara göre Yalta anlaşmaları her za­man geçerliydi. O dönemdeki Amerika'nın Moskova büyükelçisi olan Charles Bohlen hatıralarında, 29 Ekim 1956 tari­hinde, Devlet Bakanı John Poster Dulles tarafından, Sovyet yöneticileri Kruşçev, Bulganin ve Mareşal Jukov'a acil bir mesaj iletmekle görevlendirildiğini anlatıyor. Acaba bu, Ma­car İhtilali'ne yapılacak askeri bir müdahaleye karşı uyarı mıydı? Aksine Dulles, Sovyet yöneticilerine Macaristan'ın ya da herhangi bir uydularının Amerika'yı bir askeri müttefik olarak ilgilendirmediğini söylettirdi. Bunun anlamı şuydu: Macaristan sizin meselenizdir, biz burnumuzu sokmak iste­miyoruz. Kruşçev rahatlamıştı ama bu rahatlatıcı davranış asilerde Amerikan silahlarının ele geçirildiğinden bahseden Sovyet propagandasını engellememişti. Aynı fırsatı değer­lendiren Bohlen kendi adına konuşarak Kruşçev'e Stalin'in Doğu Avrupa üzerinde katı bir denetim uygulamakla muaz­zam bir hata yaptığını hatırlattı. Roosevelt ve Churchill'in tavsiyelerini dinleseymiş ve bu ülkelere Finlandiya'ya yapıl­dığı gibi davransaymış daha iyi olurmuş. Kruşçev "Belki de haklısınız" dedi ve ekledi: "Bütün hata­larına rağmen Stalin akıllı adamdı hatta dô.hiydi."Ve bitir­mek için, bütün zorluklara, bütün can sıkıcılıklara rağmen Sovyet hükümetinin siyasetini değiştirmeyeceğini ve liberal­leşmeyi sürdüreceğini sözlerine ekledi. Kruşçev'in gözünde Macar İhtilali, Tito ve Mao Zedong ile birlikte Doğu bloku ülkelerinde uygulamaya koymaya aşağı yukarı karar verdikleri reformlar yolunda bir kazadan başka bir şey değildi. Mareşal Jukov için mesele basitti: ''Ayaklan­ma," diyordu, "ihtilal karşıtı bir darbedir, belki de meşru sa­yılabilecek bir memnuniyetsizliğin suçlular tarafından istis­marıdır." Dönemin Fransız Dışişleri Bakanı Christian Pineau bize '1ohn Poster Dulles, kurtuluş doktrini (rollback) ile, Doğu bloku ülkelerini cesaretlendirmekle hata yaptı, çünkü, ger­çekte ABD onlar için ne bir şey yapabilirdi ne de yapmak isti­yordu" dedi. Fransa ve lngiltere'ye gelince, onların da Avru­pa'ya karşı ABD'ninkinden farklı bir politikaları yoktu. Zaten ayaklanma patladığında iki ülke Süveyş harekatı hazırlıkları­na kendilerini kaptırmışlardı. Macarlara göre, Süveyş olayı siyasi ve ahlaki bir felaketti. Siyasi felaketti çünkü, belli bir zaman sürecinde ABD'yi Sov­yetler Birliği'nin objektif dostu gibi göstererek Batı'daki de­rin bölünmüşlüğü dünyanın önüne serdi ve aynı zamanda heyecanlı biçimde Batı yanlısı olan bir halkın isyanını Ba­tı'nın pek önemsemediğini gösterdi. Ahlâkî felaketti çünkü, Süveyş, Sovyetler'e, ordusu gerçek bir halk ayaklanmasını ezmeye hazırlandığı sırada halkların bağımsızlığının ve ba­rışın koruyucusuymuş gibi yüksek sesle konuşmasına imkan sağladı. Zaten Christian Pineau "Kremlin'in emredici tavırla manevra yapması sayesinde, Sovyetler Birliği neredeyse her konuda kazanıyordu. Port Said başarısızlığının sorumlulu­ğunu Amerikalıların üzerine atarak Atlantik Paktına kesin darbe indirmeyi başarmıştı. Ayrıca, övünülecek tarafı olma­yan Budapeşte harekatını dünya kamuoyu nezdinde ikinci sıraya atmıştı." diyerek gerçeği itiraf etmişti. Süveyş ve Macaristan birbirine karışmıştı. Ruslar Eden'a atom bombası atmakla tehdit ettikleri telgrafı gönderdiğin­de, İngilizler çok endişeliydiler. Pineau bana: "itiraf ediyo­rum ki ben, Sovyetlerin Macaristan'la işlerini yüklenmek ni­yetinde olduklarına inanmıyordum... Tehditlerini blöf kabul ettim. Bilahare, Kruşçev alışılmış kaba doğru sözlülüğüyle be­nim fikrimi onayladı: Notamızı, dedi, Arapları bizim lehimi­ze etkilemek için gönderdik. Bizi ilgilendiren, Amerikalıların Süveyş meselesinde çuvallaması ve dolayısıyla Atlantik Pak­tı'nı bölme/eriydi." Nihayetinde Amerika'nın davranışı uzun vadede Fransa'nın NATO'dan ayrılması sonucunu doğurdu. Fransız bakana yaptığı tekliflerin şahit olduğu aynı açık yüreklilikle Kruşçev, Macar dramının çözümünün (2 Kasım) arefesinde Brio'daki evine yaptığı ani ziyarette Mareşal Ti­to'ya da açıldı. Süveyş meselesi, Sovyet yöneticilerin fazla sevgi duymadığı Macaristan'ın kaderini belirlemek için el­verişli şartları yaratıyordu. Ayrıca Tito'ya Macaristan'ın Batı­lılarla birlik olup iki kez Rusya'ya karşı savaştığını hatırlattı ve Sovyet ordusunun "Rusya'ya karşı yeniden Batılı ülkeler safında yer almak istemesinden hoşlanmadığını" ısrarla be­lirtti. 1956 sonbaharındaki Sovyet-Yugoslav görüşmelerinin ayrıntılı bir raporunu borçlu olduğumuz Yugoslavya'nın eski Moskova Büyükelçisi Miçunoviç "Kruşçev bize açıkça Sovyetordusunun Macaristan'a müdahale konusunda alınacak ka­rarda bir numaralı unsur olduğunu söyledi" diyor. Bu görüşmelerde Kruşçev Budapeşte hükümetinin düş­meden önce yaptığı tarafsızlık açıklamasını hiç kaale alma­dı. Onu, aslında hiçbir zaman söz konusu olmayan "Maca­ristan'ı Atlantik cephesine kaydırmak" istemekle suçladı. Müdahaleden önceki günlerde Kremlin Doğu bloku, Batı bloku (Belçika) ve üçüncü dünya ülkelerinden birçok heyeti kabul etti. Her ziyaret Sovyet yöneticilerine, uluslararası iliş­kilerde barışçı bir ülkeyi yönlendirmesi gereken ilkelerin al­tını çizme imkanı sağladı: egemenliğe ve devletin bütünlü­ğüne saygı, iç işlerine karışmama, vs. Kruşçev Macaristan'daki ayaklanmanın ihtilal karşıtı ka­rakteri üzerine, olaylardan sorumlu olmakla suçlandığını bildiğini hissettiği ağırlıkta gürültü kopardı. Onu 1955'ten beri Macaristan'da sürdürdüğü kötü siyasetin sonuçları hak­kında uyarmış olmalarına rağmen Yugoslav dostları bile, gerçek suçluların Kremlin'de oturduklarını düşünmekteydi­ler: Rakósi'nin yerine gelecek kişinin durumunu düzenle­mek üzere Budapeşte'den gönderilen Mikoyan ve Suslov, doğru tavsiyeleri dinlemeden aşırı kararlar almışlardı. Eğer Yugoslavlara göre isyanın asıl nedeni reformların uy­gulanmasındaki gecikme ve uygulamanın "doğru ellere" ema­net edilmemesi ise birçok Doğu bloku yöneticisi, özellikle Prag, Bükreş ve Sofya'dakiler, Stalin'in suçlarını açığa çıkara­rak, Stalinsizleştirmeyi emrederek kifayetsiz muhterisi oyna­dığını söyleyen Enver Hoca gibi düşünüyorlardı. Bilhassa Ma­caristan'da olanlar için Enver Hoca, Kruşçev Rakósi'nin, "O dürüst adam, iyi niyetlerle heyecanlanan komünist eski tüfeğin" otoritesini zayıflatmakla ve onun aydınların hareketini daha doğmadan bastırmasını engellemekle suçluyordu. Stalinsiz­leştirme, işte buydu sorumlu olan! Suçlu olarak seçilenin ka­derini engellemek için birçok komünist hareket şefi tarafın­dan politikasının başarısızlığı olarak yorumlanan Kruşçev gi­bi büyük manevracı olmak gerekiyordu. Kruşçev bu zor günlerinde (belki de görüldüğü kadar ilgi­siz kalmayan) Çinlilerin destek ve anlayışına güveniyormuş gibi görünüyordu. Şüphesiz onlar Stalin'in hatırası ile he­saplaşma tarzı konusunda hemfikir değillerdi. Ama Stalin­sizleştirmenin bir yanı onları çok ilgilendirmişti: komünist partilerle devletler arasındaki ilişkilerin yeniden düzenlen­mesi. 1957 yılında hürriyeti seçen eski bir Polonyalı yönetici Seweryn Bialer sayesinde ele geçirdiğimiz 1955 Temmuz'un­da yapılan bir Sovyet Merkez Komitesi toplantısının rapo­rundan Stalin'in ölümünden hemen sonra Mao Zedong'un, generalin seleflerini "büyük güç şovenizmi" uygulamalarını terk etmeye ve iktidardaki diğer partileri astları gibi kullan­maktan vazgeçmeye davet ettiğini biliyoruz. Mikoyan, SSCB ile uyduları arasındaki siyasi ve iktisadi ilişkileri mahkum et­tiği bilgisi için Mao ile yaptığı bir sohbeti kaynak gösteriyor. Aynı toplantı esnasında, Molotov, Polonya'nın işlerine "kaba ve kabul edilemez müdahalelerde" bulunmakla suçlandığını görüyor. Büyükelçi Popov'un Varşova'da Polonya'nın yöneti­cisi gibi davranması hatırlanacaktır. Molotov'un gönderdiği diğer biri olan Profesör Aleksandrov, bu ülkenin entelektüel yaşamında aynı rolü oynuyordu. Profesör Nitchine bütün felsefe eserlerini denetliyordu, yoldaş Pankratova bütün ta­rih kitaplarını sansürden geçiriyordu, Kuzminov Polonya ekonomisi üzerinde hakim durumdaydı. "Bierut (Polonya Partisi eski başkanı) bir gün bana, büyü­kelçinin birçok kez kendisini emir vermek üzere uşagı gibi çağırdıgını söyleyerek dert yandı" diyor Kruşçev'in Politbü­ro'dan meslektaşı Kaganoviç. Halbuki aynı sistem Macaris­tan'da da yürürlükteydi. Çinliler bu uygulamaları kabul edi­lemez buluyorlardı. Böylece, Merkezi Avrupa ülkelerindeki bu duruma paralel gelişmeyi büyük bir sempatiyle takip edi­yorlardı. 1956 Eylül'ünde sırasıyla Polonya ve Macaristan partilerini temsilen Çin Partisi'nin VIII. Kongresi'ne giden Ochab ve Kadar, daha muhtar bir yönetim mevkii için Mao'nun mukaddes onayını aldılar. Ekim günlerinde, anti­komünist unsurlar nedeniyle işi başından aşkın hale gelen Imre Nagy Pekin' in sempatisini kaybetti. O kadar ki, Sovyet­ler Polonya'daki hareketlere müdahale etmeye hazırlanırken onları vazgeçirten Çinliler daha sonra Macaristan'a müda­halede çekingen davranmaları karşısında onları teşvik etmiş olmakla övündüler. İki olayda da, Mao Zedong belirli bir tu­tarlılık örneği gösterdi. Moskova'nın vesayetinden mümkün olduğu kadar kurtulmuş, demokrasiye ve Batı'ya kaymaya mukavim komünist rejimler istiyordu. Ochab ve Gomulka'yı Kruşçev'e karşı destekledi -ve bunda yanılmadı- çünkü, Po­lonyalı yöneticilerin, halkın memnuniyetsizliğini Parti'nin otoritesini geri getirmeye ve Polonya'yı sosyalist birliğin içinde tutmaya yönlendireceğine inanmıştı. Ama Kruşçev'e Nagy'yi devirmesi için baskı yaptı çünkü, onun gözünde Nagy komünist rejimi ayakta tutacağı güvencesi vermiyor­du. Bu güvence ancak komünist blokun temsilcisi sıfatıyla Sovyet askeri birliklerinin 'yardımı" ile onarılabilirdi. Çin mantalitesi, Sovyetlerin Polonya ve 1956 Macaristan harekatının derin nedenlerini mükemmel şekilde aydınlatı­yor. (1981 yılında, sorunun verileri aynı olmayacaktır). lki ülkede, halk yaşamının demokratikleştirilmesi -sansürün kaldırılması, polisin ve bürokrasinin keyfiliğine karşı ku­rumsal güvenceler aranması, sendikaların Parti'nin vesaye­tinden bağımsız kılınması, din hürriyeti, aydınlar sınıfının konumunun yükseltilmesi, tarımın özelleştirilmesi- Rus ha­kimiyetine karşı ulusal yakınmaların, kültürün Ruslaşması ve geleneklerin ihlalinin açıkça ifade edilmesinden önce söz konusu olduğunun altını çizmek gerekir. Ulusal talepler (1968'de Çekoslovakya'da da böyle oldu), zaten kamuoyu sistemde reform yapılması yönünde harekete geçtiği an Sov­yetlerin ülkenin arzularına baskı yaptığı anlaşılınca daha güçlü olaral< beliriyor. Tabiatıyla bu, milliyetçiliğin (belki de vatanseverlik dernek daha doğru olacak) demokratik arzu­lardan daha önemsiz potansiyel bir güç olduğu anlamında değildir. Doğrusu bunun tersidir. Polonyalıların ve Macarla­rın büyük çoğunluğunun Sovyetizmin derinliklerine karşı olduklarında ısrar etmek gereksizdir. Ama, ilk anda bakıldı­ğında, SSCB'nin hayati menfaatlerine zarar vermekten imti­na edecek öncüleri vatansever komünistler olan (iktidarın kumandalarını ellerinde tutanlar sadece onlardır) bir re­form, yeni Sovyet siyasetinin istikametiyle uyuşmaktadır. Jkin.ci olarak, her türlü reforma karşı çıkan Parti mekaniz­masının unsurları Kremlin' in desteğine güvenirler. O zaman milliyetçilik -bilhassa siyasi tecrübesi olmayan üniversite öğrencisi gençlerde- diğer bütün taleplerin önüne geçer, demokratik hareketin baş aktörleri kamuoyu tarafından milli kahraman olmaya itilirler. Yönetimindeki bazı "liberal unsurlarca yönlendirilen aydın hareketi, kendi dinamiğini kazanır: Yazarlar ve gazeteciler sansürden kurtulur, "revizyo­nistler" işçi kurulları teşkilatlanması fikrinin oluştuğu fabri­kalarla irtibat kurar. Bu noktaya kadar olaylar, 1956 yazı ve sonbahar başı boyunca, hem Polonya'da hem de Macaris­tan'da şaşılacak derecede benzer biçimde yürür. Öyleyse kamuoyu hareketi Polonya'da Parti tarafından yönlendirilerek bir çatışmayı önlemek yerine Macaristan'da kökleşiyor ve gerek Parti'ye, gerekse Sovyetlere karşı askeri müdahaleyi kışkırtacak kadar büyük bir halk ayaklanmasına dönüşüyor. Her iki ülkenin yöneticilerinde gözlemlenen ze­ka, siyasi kapasite ve vatanseverlik farkının verilecek ilk ce­vap olduğuna inanıyorum. Polonya'da, Stalinci Birinci Sekreter Bierut'un selefi Ed­ward Ochab, Gomulka'nın kamuoyu ve Parti'nin büyük ço­ğunluğu tarafından arzu edilen çağrısının duruma hakim ol­masına imkan vereceğini tam zamanında fark etti. Mao'nun desteğini alarak, aslında şiddetle karşı olan Kremlin'i bu de­ğişikliğin yarattığı fırsat konusunda inandırmayı başardı. Macaristan'ın da yedekte -ileride göreceğiz- vatansever ve liberal olarak kabul edilecek bir komünist yöneticisi var: Im­re Nagy. Ama önce Rakosi, sonra onun halefi Gerö, dramatik ve karmaşık 23-24 Ekim gecesine kadar onun geri çağrılma­sına kesinlikle karşı çıktılar. Polonya'da, aceleyle gelen Sov­yet yöneticileri, sadece kamuoyu değil, silahlı kuwetlerce de desteklenen, neredeyse yekvücut bir Merkez Komitesi (ülke­nin denetimini tekrar ele alabileceği kesin olan bir yöneti­me) ile karşılaştılar. Macaristan'da, komünist yönetim çok bölünmüştü, şaşkınlık içindeki Parti çökmüştü, demokrasi­nin (yani, Sovyet terminolojisinde ihtilal karşıtlığı) zaferi kaçınılmaz görünüyordu. Halbuki 1968 Çekoslovakyası söz konusu olmadan önce "Brejnev doktrini" açıklanmıştı. Sov­yetlere göre mahalli komünist partisinin "yönetici rolü"nün ayakta tutulması, müdahale etmeme ilkesini bilhassa üçün­cü dünya ülkeleriyle ilişkilerinde ihlal etmemesi şartıyla "sosyalist kazanımlar"ın mutlaka korunması gereken temel ölçütüydü. Sovyetler, bu ilkenin en gösterişli savunucusu idiler. Bütün görüntüsüne rağmen devirdiği komünist parti aslında en güçlü olandı, çünkü arkasında Sovyet ordusu var­dı ve bunun ispat edilmesi gerekiyordu.
73 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.