Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Hamile bir kadın yazarın duyguları.... Kırpmaya kıyamadım! Sizde OKUMAYA …
Bir bebeğin ağlamasını duymak için kulak kabarttığında diyordu Lydia Davis, rüzgârı, martıları hatta siren seslerini bebeğin sesi sanırsın. Her sey en önce onun sesi gibidir. Yeryüzüne kulak kesilirsin ama asıl duymak istediğin onun ağlayıp ağlamadığıdır. Evet, her şey bu kadar yalın. Yazmak, benim için biraz da bundan ibaret. Bir bebeğin sesini duyar gibi yeryüzüne ve kendi içime kulak vermek. Karşılaşmalar, rüzgâr ve martılar, yani Sen'in sesin sandığım seyler, gerçekler ve sanrılar, onları ayırt edebilir miyim içimin sesinden? Bir süredir içimde bir kalp daha taşıyorum, bir bebeğim var, hemen burada, bu kadim ışığın altında benim için çok temel sorularin saati çalıyor. Uyanmak zorundayım. Artık onun sesine de kulak vermem gerekiyor fakat ona nasıl seslenmeliyim? Hangi isimle? Dünya onu nasil çağıracak, o dünyaya geldiğinde? Zaman geçiyor ve o esrarlı varlığıyla gün gũn bende büyümeyi sürdürüyor. Yeryüzünde yoğun bir düşünce bulutu gibi gezinirken birden daha çok beden olarak duyuyorum kendimi, vücudumun ağırlık merkezi değişiyor, hiç tatmadığım bir memnuniyet, bir var olma hazzı dolduruyor boşluklarımı. Herkes böyle mi yaşıyor bu sarsıntılı duyguyu? Yaşam, bu defa benden fışkırmak, bende tazelenmek için tüm boşluklarıma kastediyor. Bir aşığın kalbi gibi çırpınıyor kalbim, çok sevdiğimde, çok utandığımda, çok korktuğumda kanım çekilirken șimdi hiç duymadığım bir sıcaklık, bir canlılık duyuyorum. Tin ve ten, bu defa her ikisi birden, yeni bir başlangıcın tan kızıllığında pembeleşip sedefleniyorlar. Daha çok kadın, daha çok insan, daha çok ölümlü ve daha çok ölümsüz hissediyorum. Bazen istiridye kabuğu üzerindeki Venüs, bazen de hurma dalları altına uzanmış Meryem gibi duyuyorum kendimi. İçimde büyüyen beni içimden büyütüyor. Vakit yaklaşıyor. Artik bir isim vermeliyim ona. Bir bebeğe, o henüz doğmadan bir isim vermek, adlandırmak cüreti, başlamak kadar zor olan o kudret, insanı korkutan erk. Korkutuyor beni de, adların büyüsü ve zorbalığı. Verili her şey gibi kuşatıcı. İstemeden, istemenin ne olduğunu bilmeden verilen her şey gibi... Bir yüz, bir ses ya da beden. Ama bugün, iliklerime dek dolan bir mecaz yetisiyle yaşıyorsam, tutup birbirine ilikleye biliyorsam bir ağızla bir başka ağzı, her seyi nasil gözlediğimi gözleyen bir göz olmaktan memnun, durgun ve biraz da dalgınsam sebebi var: "Çünkü Cemâl'inizi gördüm." Ve daima isminizle çağırdım onu... Çocukken ilk kez adımı yazdığımda demişti Edmond Jabes, bir kitaba başladığım hissine kapılmıştım. Şimdi elimde bir kalemle ben de isimler yazıyorum boş bir sayfaya. Onun kendince devam ettireceği kitaba başlayabilmek için, hayatımdaki en zorlu karşılaşmaya hazırlanıyorum. Nihayet iki isim yan yana geliyor. Gece ve gündüz gibi tamamlıyorlar birbirlerini. Heyecanla eşime bahsediyorum, ne dersin, bu iki isim, tek solukta, yan yana? Sessizce dinliyor beni. Ertesi gün bir küçük hediye paketiyle geliyor. Açıyorum, içi su dolu mavi bir küre çıkıyor. Cam kürenin üstüne o iki isim yazılmış. Bir kitabın ilk sayfası, sudan ve camdan. Yaşam ve kırılganlık iç içe, hayatın kendisi gibi. Işığa tutuyorum küreyi, suyun altından gökyüzünde sedeflenen güneşi seyreder gibi o ismi uzun uzun seyrediyorum. Bilinmez olan çağırır bizi, ama bazı bilinmezleri bir başkası için saklarız yaşamımızda. Fransız yazar Maurice Maeterlinck'le işte böyle karşılaşıyorum. Gündelik Hayatın Trajedisini hediye ediyor bana bir arkadaşım. Eve getirip kitabı açar açmaz, sanki doğrudan benim için yazılmış bir mektup hitabını andıran o başlıkla ürperiyorum: "Agâh Olanlar" Günler önce oğluma verdiğim o iki isimden ikincisiyle, Agâh adıyla Maeterlinck'in bir kitabında karşılaşmak şaşırtıyor beni.
DÜRDANE İSRA ÇINAR/ Agah olanlar
·
75 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.