Gönderi

Muhteşem bir yazı…
Mesai saatlerinden ibaretiz; otobüs seferlerinden, sıkışık trafik ağlarından... Bir yazılımı yaşıyoruz sanki hayat yerine. Ekranların karşısındaki kimliksiz gölgeleriz, uzaktan kumandaların, 'mouse'ların, klavye tuşlarının çalışmasını sağlayan yarı insan yarı robot gölgeler... Tepkilerimizi kalıplara döküyorlar, sevgilerimizi sloganlara, duygularımızı 'stiker'lara, kahve fincanlarına, kağıt peçetelere... Bir sürü dokunmatik şeyi olan ama birbirlerinin hayatlarına dokunamayan şaşkınlarız. Bağıra bağıra söyleyecek çok şeyimiz var ama doğru dürüst konuşacak hiç bir şeyimiz yok. CV'lerimiz var, kartvizitlerimiz, imajlarımız, referanslarımız, kredi kartlarımız, parmak izlerini tanıyan kimliklerimiz... Peki kimiz biz tam olarak? Kimiz ve kim değiliz? Bu yüzlerden hangisi bizim yüzümüz? Hani bizi birbirimizden ayıran kendine özgü hikayelerimiz? Hangi kelimeler sadece bizim kelimelerimiz? Konuştuğumuz bunca dil arasında hangisi gerçekten bizim dilimiz? Bir de şunu düşünün; kocaman bir hoparlöre yakalanmış küçük bir fısıltı ne hisseder? “Açı doyurduğumda, hakareti affettiğimde, düşmanımı sevdiğimde... Bunlar güzel erdemler... Fakat ya dilencilerin en fakirinin ve suçluların en gaddarının kendi içimde olduğunu görürsem! Ya şefkatime en muhtaç kişinin ve en azılı düşmanımın kendim olduğunu farkedersem! O zaman ne olacak?” diye soruyor analitik psikolojinin kurucusu Carl Gustav Jung. Kendinden başka dil bilmeyen, hayatı hiçbir dile çevrilemeyen insanlar da var. “Tek bir ânını hakkıyla yaşadın mı ki” dedi meczup, “uzun yaşamanın sırrını arıyorsun!” Gökhan Özcan
·
51 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.