Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

736 syf.
·
Puan vermedi
·
9 günde okudu
Bugün üzerine bastığımız, içinde dolandığımız materyal ve kavramsal dünya atalarımızın 13.000 yıllık kümülatif birikiminin sonucu. İlmek ilmek örülen anlamlar bütünü içindeyiz. Bu anlamların ilk çıkış hali ile bizim kullandığımız hali oldukça saptarılmış durumda, fakat pragmatik yaklaşınca kabul edilebilir bir sonuç. Ama dünyayı sadece bugünün penceresi ile görüp anlamlandırmaya kalkarsanız gerçeklikten epey uzak kalırsınız. Bu sizi rahatsız etmiyor ise pek tabii sadece şimdinin çizgisiyle düşünsel dünyanızı idame ettirebilirsiniz. Ama hakikati öğrenmek, bilmek niyetindeyseniz böyle sıkıcı görünen kitapları da okumanızı tavsiye ederim.  Daha önce başka bir yerde şöyle bir yazı okumuştum:  "İnsanların çok yüksek meçhul bir kulede hep daha yukarıya çıkma çabalarını anlatan bir hikâye vardır. İlk kuşak beşinci kata kadar çıkabilmiş, ikinci kuşak yedinciye ulaşırken; üçüncü kuşak onuncu kata tırmanmıştı. Zamanla, sonraki kuşaklar yüzüncü kata kadar gelmişler, ardından merdivenler çökmüştü. Yüzüncü katta kalan insanlar, burayı bir güzel döşeyip yaşamaya başlamışlar, atalarının alt katlarda geçirdikleri ömürleri ve onların uğraşa uğraşa yüzüncü kata kadar çıktıklarını unutup gitmişlerdi. Gerek kendilerini gerekse de dünyayı bu yüzüncü katın perspektifinden görürken, insanların buraya kadar nasıl ulaştıklarını bilmiyorlardı. Hatta, kendi katlarının perspektifi üzerinden kurdukları ilişkileri ve düşünceleri, bütün insanlığa mal etmeye kalkıyorlardı." Şimdi kitap size daha anlamlı görünmüştür diye umuyorum, zira bu kitabı okumamak büyük bir kayıp olur. Maalesef kitapları ne kadar ilgiyle okursak okuyalım belli bir zaman geçtikten sonra tortuları kaybolmaya başlıyor. Arada bakıp anımsamak adına çıkardığım özeti buraya da eklemek istedim. Konu ve İçerik itibariyle anlamsız gelebilir ama beni çok derinden etkilediğini de belirtmeliyim.  Mumford aslında bir Biyolog. Biyolojik düşünce kalıplarının metodolojisi ile kent gibi soğuk bir kavramı yaşayan bir organizma olarak betimleyerek adeta canlandırır.  Ve şöyle çok önemli bir uyarı yapar "Böylesi uçsuz bucaksız bir boşluğu bir avuç anıtla ve birkaç yüz sayfalık yazılı kaynakla doldurmayı ümit edemeyiz. Böyle bir bataklıkta en somut olguya dahi güvenilemez ve kişi iki seçenek arasında bocalar durur; ya araştırmasında bir arpa boyu ilerleyemeyecek ya da dipsiz bir spekülasyon batağına saplanıp kalacaktır. Okuru uyarıyorum: Bu alanda daha da ilerlemek istiyorsa, karşılaşacağı risk yalnızca kendisine aittir! "  Tabii ki risk almaya değer, çünkü kaynakları çok zekice karşılaştırıp, boşlukları tatmin edici derece dolduruyor. Kenti incelerken direkt olarak etrafı surlarla çevrili bir kentsel plan incelemesi beklemek yanlış olur, çok daha gerilere gitmemiz gerektiğini belirtir. Kentten önce mezralar, kutsal yerler ve köyler vardı; köyden önce de obalar, ilkel sığınaklar, mağaralar ve işaret taşları. Bütün bunlardan önce ise, insanoğlunun diğer birçok hayvan türüyle açıkça paylaştığı toplumsal yaşam eğilimi söz konusuydu. İnsan hayatı iki kutup arasında gidip gelir: hareket ve yerleşme. Sabitlik ve süreklilik yani yerleşme konusundaki içgüdümüzün, hayvansal geçmişimizden geldiğini belirtir. Diğer hayvanların "yerleşme" için tercih ettiği hareket ve ilerleyiş olgularına değinir. Kuşlar bu konuda güzel bir örnek; bazı kuşlar mevsimden mevsime aynı yuvayı kullanırlar ve sürüler halinde yaşayan türler yavrulama dönemlerinde ada ve bataklık gibi korunaklı yerlere topluca yerleşirler ve kuşların bölge davranışı, insanın kendi bölgesel alanını korumaya benzer.  İnsan kentinin teknolojik karmaşıklığı bile hayvan davranışlarından izler taşır. Belli bazı hayvan türlerinde de, özellikle de kunduzlarda, kolonileşmeyle birlikte çevrenin bilinçli bir biçimde yeniden şekillendirilmesi söz konusudur: Ağaçların devrilmesi, baraj yapımı, yuva inşası gibi. Bu inşaat işleri, dar bir aile topluluğunu, çok sayıda aileden oluşan ve ortak görevlerin yerine getirilmesinde, ortak habitatın iyileştirilmesinde işbirliği yapan daha gevşek bir topluluğa dönüştürür. Kunduz kolonisi, her ne kadar bir kentin çoğu özelliğinden yoksunsa da, hidrolik mühendislik konusunda oldukça başarılı olan ilk köylere bir hayli yakındır.  İş bölümü, kolonizasyon etkileşimi olarak da arılar ve karıncalar örnek verilebilir. Yani bunlar bizim için prototip kent davranışlarıdır. Paleolitik Çağ, konuyu temelinden kavramak için çok önemli. Üzerine inşa edilen gerçeklik bu çağdaki rastlantısal ve güdüsel seçimlerin sonucu günümüze değin başkalaşarak devam etmiştir. İlk insanlar ölülerine anıtlar yapmış ve onlarla iç içe yaşamıştır. Bu özellik onları hayvanlardan ayırmıştır. Nekropolist alanlar oluşturulmuş. Mumford bunu ifade etmek için şöyle bir tanım yapar "İlk insanın ölüye olan saygısı bu, başlı başına onun gündüz kurduğu hayaller ve gece gördüğü rüyalardaki güçlü imgelerle nasıl büyülendiğinin bir ifadesidir" der. İlk olarak ölüler kenti vardı, sonra canlılar kenti yaratıldı.  Kent henüz sabit bir yerleşim alanı olmadan önce bile, insanların belli dönemler bir araya geldikleri bir toplanma yeri olarak başlar hayatına: Mıknatıs, kaptan önce gelir; kent sakini olmayanları karşılıklı ilişkiye geçmeleri için kendine çekmesi ve manevi bir uyarıcı rol üstlenmede ticaretten aşağı kalmaması, kentin temel kriteri olma özelliğini korur; bu özellik daha durağan ve içe dönük bir yapıya sahip, dışarıdan gelenlere düşman olan köyün aksine, kentin özünde var olan dinamizmin kanıtıdır der. Yani şöyle olmuş olmalı; bir mezarın veya resmedilmiş bir simgenin, büyük bir taşın veya kutsal bir korunun civarında toplanmada, tapınaktan gözlemevine, tiyatrodan üniversiteye kadar çeşitlilik gösteren, birbirini izleyen kentsel kuramların başlangıcını buluruz. Kentin ilk tohumu, insanların hac amacıyla gittikleri bir törensel toplanma yeri olarak atılmıştır diyor.  Neolitik Çağ insanı doğanın nimetlerini seçerek ayıklamış ve çoğaltmış, üstelik bunu öyle güzel bir biçimde yapmıştır ki, tarih boyunca hiçbir topluluk neolitik çağ insanının evcilleştirdiği veya yetiştirdiklerine kayda değer önem taşıyan bir bitki ya da hayvan ekleyememiştir. Bastığı, yürüdüğü, dokunduğu, tükettiği evreni her yönüyle keşfedip, tanımlayıp, kategorize ettiği bir dönem. Bunda kadının payı çok yüksek.  Kadının ihtiyaçları, endişeleri, büyüme süreçlerine olan yakınlığı, şefkat ve sevgi kapasitesi büyük bir rol oynamış olmalı diyor. Giderek daha çok sayıda bitki ve hayvanın evcilleştirilmesi ile yiyecek büyük ölçüde bollaştı, bunun sonucunda yeni ekonomik düzende kadının merkezi rolü iyice arttı.  “Yuva ve anne” neolitik çağ tarımının her evresinde etkisini göstermiştir. Bu evrede ortaya çıkan ev temelleri ve mezar bulgularından anlaşıldığı üzere, bu ikilinin yeni köy merkezleri üzerindeki etkisi de büyüktü. Toprağı belleyip çapalayan kadındı; bahçe ürünlerine bakan, ayıklama ve çapraz dölleme yöntemleriyle yabani türleri ıslah ederek verimli ve besin değeri yüksek ürünlere dönüştürme başarısını gösteren, ilk kap kaçakları yapan, ilk sepetleri ören ve çeperi oluklu ilk toprak kaplan kilden biçimlendiren kadındı. Biçim açısından köyde onun eseridir: Ne olursa olsun köy her şeyden önce küçük çocukların bakımı ve beslenmesi için kurulmuş kolektif bir yuvaydı. Burada kadın, çocuğun bakıldığı ve sorumluluk üstlenmeden oyun oynadığı insanın gelişmesinde büyük rol oynayan süreyi daha da uzatmıştır. Sabit köy hayatı, birbirlerine gevşek bağlarla bağlı seyyar küçük gruplara göre daha avantajlıydı, zira doğurganlık, beslenme ve korunma açısından azami kolaylık sağlıyordu. Çocukların bakımının topluluk tarafından paylaşılması sayesinde daha çok sayıda insan refah içinde yetişebildi. Bu uzun süreli tarımsal ve evcil gelişim olmadan kent hayatını olanaklı kılan yiyecek ve insan gücü fazlası asla sağlanamazdı.  Kadının varlığı köyün her bölümünde kendini hissettirmekteydi; köydeki fiziksel yapıların da kadının varlığından etkilendiği rahatça söylenebilir. Güvenlik, karşısındakini anlama yeteneği, sarmak, beslemek - bütün bunlar kadına ait işlevlerdir ve bu işlevler köyün dört bir yanında, evde ve ocakta, ahırda ve ambarda, sarnıçta, erzak çukurunda, tahıl ambarında yapısal bir ifade kazanır; oradan da kente intikal edip, surlarda ve hendekte, ayrıca atriumdan revaklara kadar bütün iç mekânlarda kendini gösterir. Ev, köy ve nihayet kentin kendisi genel anlamda kadının fermandır. Bu çok uçuk bir psikanalitik varsayımmış gibi geliyorsa eğer der Mumford, Mısır hiyeroglifinde “ev” veya “kasaba”, bireysel ve kolektif çocuk bakımı işlevleri arasındaki benzerliğini onaylamasına “anne” simgesi yerine kullanılabilirler. Buna koşut olarak, daha ilkel yapılar -evler, odalar, mezarlar- genellikle yuvarlak hatlıdır, tıpkı Yunan mitolojisinde tasvir edilen, Aphrodite’nin memesi model alınarak yapıldığı söylenen ilk kâse gibidir. Köyün doğasını Kadına atfetmek hiç yanlış olmaz. Paleolitik dönemin aletleri bile delici, kesici, sokucu, kırıcı gibi yok etme, çatışma üzerineyken, Neolitik çağ aletleri, kap, tabak, sepet gibi yani tutma, kuşatma, koruma üzerine aletler yapılmıştır.  Tarım devrimi denen olaydan önce büyük ihtimalle bir cinsel devrim yaşanmıştır diyor Mumford: Üstünlüğü çevik, atak, her an öldürmeye hazır, uğraşı gereği acımasız bir doğaya sahip avcı erkekten alıp, daha pasif, çocuklarına bağlı, onlar nedeniyle fazla hızlı hareket edemeyen, her türlü canlının yavrusunu koruyup besleyen, hatta kimi zaman anaları ölmüş yavru hayvanları bile emziren, tohumlarını büyüyüp çoğalmasıyla yiyecek kaynağını daha da büyütme olasılığı henüz kendini göstermemişken -belki ilk kez bir bereket ayininde- tohum eken ve fidelerle ilgilenen kadına teslim eden bir değişimden söz eder ama tabii bu mübadele tekrar yer değişecekti.  Peki yerleşik köy yaşamına geçtikten sonra avcı insanlara ne oldu? Paleolitik ve Neolitik kültür birleşti ama bu birleşme avcı insanları/erili daha da güçlendirerek yaşam sahasında etkin kılmaya başladı. Avcı, köyün koruyucusu olarak alet yapımı, kullanım  ve avlanma becerileri ile neolitik ekonomide öne çıkmaya başlıyor. Avcı tarafından korunan köy, koruyucusu olmayan, yabani sürüler tarafından çiğnenmiş veya çocukları yağmacı vahşi hayvanlar tarafından ezilmiş olabilecek köylerden farklı olarak gelişti. Köy, avcının dikkatli koruması altında zenginleştikçe rolü daha da değerli hale geldi ve "koruma parası" talep etti. Köylüler, avcının “koruduğu hayvanlardan daha çirkin dişler göstermesi” korkusuyla boyun eğdiler. Bu da kent yapısının ilk temelleriydi. Avcının bir "siyasi şefe" doğru doğal evrimi, onun kral gibi iktidara daha da yükselmesinin yolunu kolayca açtı. Üstelik kent ortaya çıktıkça "mücadele, hakimiyet, hakimiyet ve fetih yeni temalar haline geldi" ve bu da avcının doğal özelliklerinin daha da ön plana çıkmasına neden oldu. Gezgin Paleolitik avcının yolculuğu, binlerce yıl boyunca "gök ile yer arasında aracı" olan kral ve ilk şehirlere düzen getiren merkezi güç biçimine yükseldi. Şimdi kenti oluşturan önemli temel noktaları anladığımıza göre Kentin kristalleşmesini ele alabiliriz.  O zamana kadar dağınık ve örgütsüz olan birçok işlev sınırlı bir alanda bir araya getirildi ve topluluğun bileşenleri dinamik bir gerilim ve etkileşim durumunda tutuldu. Kent surlarının çevrelediği kapalı mekân içinde neredeyse zorunlu olarak ortaya çıkan bu birlik içinde, kent öncesinin yerleşik yapıları -tapınak, pınar, köy, pazaryeri, müstahkem yer- kent içinde meydana gelen genel büyüme ve büyük sayıların yoğunlaşması sürecine katıldılar ve yapısal bir farklılaşma yaşayarak kent kültürünün sonraki tüm aşamalarında varlığını sürdürecek olan birtakım biçimler kazandılar. Kent,  içe patlamayı yaratan kaptı ve biçimi sayesinde bu yeni güçleri bir arada tutuyor, içsel tepkilerini yoğunlaştırıyor ve başarı düzeyini bütünüyle yükseltiyordu. Şöyle tanımlar Mumford; Bu içe patlama, akımlarla ve değiş tokuşla, el koymalarla, müsaderelerle, göçle ve köleleştirmelerle, vergi toplamalarla ve işgücünü toptan zapturapt altına almalarla, etkileşim alanının büyük ölçüde genişlediği anda gerçekleşti. Bir egemen kurumun, yani krallığın baskısı altında, hasım olarak karşı karşıya gelmemişlerse de uzun süreden beri aynı ve her biri kendi içine kapalı birçok toplumsal parçacık yoğun kentsel alanda bir araya getirildi. Adeta gazlarda olduğu gibi, bu kapalı mekân içindeki basınç, moleküllerin daha çok sayıda sosyal çarpışmaya uğramasına ve sınırlan olmayan kendi eski bölgelerinde yalıtılmış halde yaşarken yüzyıllar içinde meydana gelebilecek toplumsal etkileşimin, bir nesil içinde gerçekleşmesine neden oldu. Ya da organik terimlerle açıklayacak olursak, farklılaşmamış ve karmaşıklaşmamış, her parçası aynı derecede, aynı işlevleri yerine getiren küçük komünal köy hücreleri bir eksen etrafında örgütlenerek, farklılaşmış dokularıyla, özelleşmiş organlarıyla, bütün için düşünen ve bütünü yönlendiren bir merkezi sinir sistemiyle karmaşık bir yapılar toplamına dönüştü.   Mezopotamya ve Mısır kentlerinin oluşum ve iç işleyişini ele alarak inceler. Mezopotamya kentlerindeki kralların katı ve sert bir tiranlık uyguladığını, Mısır'ın daha zekice bir taktikle Kral/Tanrı tanımıyla Firavun yaratımı ve bunların üzerinden dökülen kent olguları var olur. Yunan ve Roma kentlerinin kentsel plan yapısını ve kurumların tek tek nasıl çıkmış olabileceğine uzun uzun değinir. Sokakların darlığı, genişliği, binaların tekli veya çoklu yapıda olması, odaların sayısı, mutfak, banyo, tuvalet, çevre temizliği, gece sokakların aydınlatılması, çöp sorunu, binaların nereye neden konumlandırıldığı gibi kentin dış yapısına dair karşılaştırmalı detaylar yapılır. Bu kısımlar daha teknik ilerliyor. Daha sonra Roma'da pagan gücünün zayıflayıp Hristiyanlığın ele geçirdiğini anlatılır. Ortaçağ ile birlikte kilisenin gücünün arttığı ve kurumları etkilediği döneme giriş yaparız. O da zamanla din anlayışının kırılmasıyla birlikte hakim güç ticarete geçer. Kapitalist sistemin temelleri kentin başlangıcında iş bölümüyle atılmıştı zaten ama tekelci denetimin ve teknolojinin artışıyla yeni sanayi kolları ortaya çıktı. Maden ocakları, fabrikalar, demiryolları, farklı farklı iş kolları, farklı statülerde proleter sınıf yarattı. Bu gelişimler kentin şeklini, işleyiş yapısını ve  ağırlık merkezlerini değiştiriyor.  800 sayfalık uzun bir kitaptan söz ediyoruz ve her aktardığı bilgi konuya bağlam noktasında önem arz etse bile buraya hepsini aktarmak mümkün değil. Evleri, sokakları, yolları, tapınakları, kurumları, çağlar boyu insanların bu kurumlara itkilerini ve inşa sürecini zihinde canlandırmanın, adım adım yol almanın verdiği garip bir haz var. Okurken kentin belgeselini zihninizde izliyorsunuz. Kent, burjuvazi olanaklarını yaşama imkanı sunan bir kap. İnsan, kentin sunduğu bu burjuvazi konfor için emeğini, kendini satıyor. Burada şöyle bir pencere açmak isterim; İnsan, burjuvazi tarafından köleleştirildi, proleter sınıf yaratıldı, kötü iş koşullarına maruz bırakıldı/ bırakılıyor demek alışılmış bir analiz akışıdır. Fakat, insan biraz da hazlarının, duygusal ve zihinsel zayıflığının kurbanıdır. Bu burjuvaziyle yapılan rızaya dayalı bir antlaşmaydı. İşçi sınıfı diye tanımladığınız kesim peynir için kendini feda etmiştir. Burjuvaziye bir kere bu zaaf açıldığı için günümüze değin insan algısını manipüle etme diktelerine devam ediyor. "İnsan algısını manipüle etme" fikrinin doğmasıdır bu aslında. Zaaflarımız var ve yenik düşüyoruz. Bugün işçi sınıfı kentleri terk edip kırsallara dağılırsa eğer burjuvazinin halini kestirebiliyorsunuz değil mi? Kent budur, çıkarlar teatisi sağlanır. Karşılıklı bir mübadele söz konusu. Bu mekanizmanın içinde olup da biz sömürülüyoruz denmesi bana samimi gelmiyor. Koşullar iyileştirilebilir tabii ki, o çok ayrı bir konu ama "kapitalist" dramatizesi geçerli bir hikaye değil. Tarihe bakıp gördüğümüz kadarıyla işlevsiz olduğunu görebiliyoruz. Tanımı değişiyor belki ama asla özünden farklı bir kimyaya dönmüyor, dönemez. Yeni bir kap yaratmaktan başka şansın olduğunu düşünmüyor. Durum gayet açık; sömürüden kurtulmak istiyorsanız, bunu beslemek için var edilmiş olan "kenti" yok etmeniz gerekiyor.  Biraz da duygusal bağ kurarak içinden aldığım şu perspektif benim için çok değerli. "Köy kadının, kent erkeğin eseriydi" bu yapıların içsel düzenine bakınca hangisinin daha şefkatli ve huzurlu olduğunu görebiliriz. Hiç böyle düşünmemiştim.. Ve şunu düşündüm; ondanmış insanın kent içinde dolanıklığı, anlam arayışı ve aceleciliği, çünkü kent çok huzursuz, çok saldırgan, karmaşık, adımını attığınız, dolandığınız her yerde yoğun ve saçma derecede itaat örüntülerine yapışıyorsunuz. Herkesin birbirine yabancı olduğu, yabancıların içinde dolaşmanın verdiği kaygı, güvensizlik duygusu. Çok derinlerde huzursuzluk tabakası üzerine inşa edilmiş bir günden koptuktan sonra eve, kendi güvenli mağaramıza girince, aile birliğinin verdiği tanınmış yüzlerin enerjisi ile huzurla uykuya dalabiliyoruz. Madem bu kadar huzursuz, neden modern köleliği tercih etme uğruna içinde yaşıyoruz? Sağladığı çoklu seçenekler ve farklı sosyal topluluklar için mi? Hiç sanmıyorum. Bence uyuyoruz, halihazırda bu yapının içine doğduğumuz için gerçeklik algımız yine bu gerçekliğin belirttiği dokulardan örünmüş durumda, o yüzden gerçeklik buymuş gibi geliyor ve kanıksamıyoruz. Düzeltmeye gücümüzün yetmediği şeylerdeki gerçekliğin farkına varmak dehşet verici bir huzursuzluk yaratıyor. Ya da, belki de ben çok içselleştiriyorumdur.
Tarih Boyunca Kent
Tarih Boyunca KentLewis Mumford · Ayrıntı Yayınları · 201336 okunma
·
398 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.