Gönderi

Türkçemin bu hale gelmesine, her gün bana Türkçe öğreten hocamın verdiği derslerle birlikte Misket Hanım ve hizmetçilerle yaptığım alıştırmaların büyük yardımı oluyordu. Fakat en büyük yardımı komşularımızdan birinin Mehmet ismindeki küçük çocuklarından gördüm desem yeridir. Onunla etrafı daha iyi tanımak için her sabah dolaşmaya çıkıyorduk ve benim Türkçe öğrenmeme yardım ediyordu. Tatlı tatlı konuşarak beni bir şeyin önünde durdurup o şey üzerinde konuşmaya zorlar: “Bu nedir? Rengi nasıl? Yumuşak mı, yoksa sert mi? Hayvan mı, sebze mi, maden mi? gibi sorular yöneltirdi. Ciddiyetle yaptığımız bu pratik çalışmalarda benim telâffuzumun Arapçaya kaçtığını üzülerek söylerdi. Bazen kendisinden biraz daha büyük olan yeğeni, bazen de bir çocuk grubuyla oyunlarına katılırdık. Gelip geçen yaşlı adamlar, beni çocukların aralarında oynarken görünce sempatik gülüşlerle bizi seyrederlerdi. Küçük çocukların birbirleriyle samimi olmalarına rağmen biri diğerine hitap ederken yetişkinler gibi “Beyefendi” “Hanımefendi” demeleri hayret vericiydi. Bu şekilde hitap eskiden beri devam etmekteydi. Fakat şu sıralarda isimle çağırmak geleneği yerleşmeye başlamıştı ve birbirlerine “Mehmet” “Saffet” veya “Halil” gibi hitapları yadırganmıyordu. Küçük Mehmet’in sayesinde birçok tekerlemeler öğrendim. Ev sahibem bu hususta büyük hazineydi. O, kurbağaların, kuşların hatta bitkilerin dilini biliyordu, çünkü bir kere onun sardunya tohumunu şu kelimelerle etkilediğini görmüştük: “Dön dön babacık. Dönmezsen kafanı koparır kanlı kuyuya atarım… Tohumun, gözle görülür bir şekilde onun çağrısına cevap verdiğini ben ve Mehmet hayretle görmüştük ki, bu hayretimiz, biz onu etkilemeyi deneyipte başaramadığımız zaman iyice artmıştı. Mehmet’in bütün canlı yaratıklara karşı ince bir duygusu vardı. Gördüğü ve bildiği kümes hayvanlarından birinin kesilipte önüne yemek olarak getirildiğini görse şiddetle ağlardı. Yürürken karınca bile görse “Onları çiğneme” diye bağırırdı. Kuvvetli bir çocuk değildi, bu ve benzer sözlerinden onun zayıf ve korkak tabiatlı bir çocuk olduğu yargısına varmıştım; tamamıyla yanılmışım. Ondan Türkçe öğrenirken, kendime has anormal hareketlerimi de meydana çıkarmaya çalışmıştım. Benim doğuştan mimiklerimi, çalım satarak yürümemi, kaş çatışımı dişlerimi göstererek gülmemi, jestlerimi kısa bir zamanda mükemmelce taklit edebiliyordu. Bazı davranışlarımı benimsemesi bana hayranlığından ileri geldiğini gösteriyordu… Netice olarak, hiçte zayıf ve korkak biri olmadığını keşfettim. Bir gün koşarken keskin bir taşın üzerine düşmüş, dizini kestirmişti, çok kan akıyordu, onu hemen odama götürdüm kesiği yıkayıp temizledim. Düşünüyorum da onun yerinde ben olsaydım sızlanır ağlardım, fakat o hiç böyle yapmadı. Yalnız benim ilgimi görünce, yüzünü buruşturup büyük bir azap çekiyormuş intibasını uyandırmak için, bana acıklı gözlerle bakarak inliyor ve “ne kadar da çok acıyor… diyordu.” Dışarı çıktığımızda topallıyordu, bu yüzden koluna girerek yardım ettim. Annesi gelinceye kadar bu şekilde topallayarak yürümeye devam etti. Annesi meselenin ne olduğunu sordu. Çocuk duyduğu acı yüzünden konuşamıyordu. Bir kaza olduğunu ve dizini kestirdiğini söyledi. Annesi benim sardığım sargıyı çözüp baktı ve eliyle sıvazladı. Mehmet’in pek yaramaz bir çocuk olduğunu söyledi. Onun ağlamaya başlamadığını görünce şaşırdım. O yine yüzüme kaçamak bir sırıtışla baktı ve alaylı bir tavırla “ne kadar acıyor” dedi. Benim huyumu taklit ediyor gibiydi. İngilizlerin kan görünce ürperip korkuya kapıldıkları gibi, hiçbir Türk’ün erkek olsun, kadın veya çocuk olsun böyle bir korkuya kapıldığına rastladığımı söyleyemem. İster kendisinin ister başkasının olsun veya miktarı ne olursa olsun, akan kan bir Türk için tabii bir olaydır, onlar için önemli olan akan kanın aslında nasıl durdurulabileceğidir. Bu özellik onların barbar ve duyarsız oldukları şeklinde insafsızca yorumlanmamalıdır, tersine Türklerde en az bizim kadar duyarlı ve insancıldırlar. Onların bu özelliği kadere ve kısmete fazlasıyla inanmalarından ileri gelmektedir. Buna bir misal vermek gerekirse; tanıdığım önemli kişilerden biri, bir seferinde eski Türklerin kanlı olaylar karşısındaki tutumlarıyla ilgili şöyle bir hikâye anlatmıştı: “Varsayalım ki, odamda oturuyorum. Adamlarımdan birkaçı içeri girip, dışarıda cinayet işlendiğini söylese, onlara şöyle derim: Hemen durdurun. Giderler ve sonra tekrar gelerek önleyemediklerini söylerler. Sonra kendim gidip olayı görür ve emrimdeki kuvvetin olayı durdurmaya yetip yetmeyeceğini hesaplarım. Onların yeterli olmadığını anlar veya bana bağlı kuvvetlerin yenileceğini kestirirsem, yedek kuvvetleri çağırtırım. Gelmediklerini varsayın, o zaman cinayetlerin devam etmesi durumunda elebaşlarını, ibreti alem olsun diye cezalandırırım. “Bu metodun, bizim fikirlerimize ters düşse bile, yine de bir fazilet yönü vardır. Fakat –kusura bakmayın Mehmet’i anlatırken başka konulara geçtim- bahsettiğim Mehmet’in anne ve babası bizim arkadaşlığımızı uygun bularak; benim köşklerine gidip gelmemde ve aile çevrelerine katılmamda bir sakınca görmemişlerdi. Annesi çok güzel ve enerjik bir kadındı. Her gün siyah hayalet gibi ortalıkta işi icabı dolaşırdı. Konuşuncaya kadar o mu, o değil mi diye tereddüt ederdik. Bu haliyle İngilizlerin bildiği Türk kadın modeline pek uymamaktaydı. Kendi ev işleri dışında, cepheden gelen yaralılara yardım toplanmasını organize ederdi. Ayrıca cephede çarpışan askerler için tütün ve yiyecek toplardı. Kendi düşüncesinde olanlarla tren istasyonunda saatlerce, kar kış demeden, Ankara’dan Konya’dan asker getiren ve hızla geçip giden trenin kompartımanlarına hediyeler atardı. Hâlihazırda daha büyük bir işle meşguldü; kadınların Türk endüstrisine yardım ve nezaretini organize ediyordu. Sürekli yüksek görevlilerden biri olan kocası; şimdiye kadar tanımak şansına eriştiğim en nazik ve en ince duygulu bir insandı. Avrupa siyaseti hakkındaki görüşleri, kendi memleketiyle ilgili görüşlerine nazaran daha isabetliydi. Önce de belirttiğim gibi Türklerin Avrupa siyasetini yakından takip etmek gibi bir zaafı vardı. Fakat bu adamın görüşleri fevkalâde isabetli ve akılcıydı. Ayrıca Türkiye hakkındaki görüşleri de çoğu Türklerden daha isabetliydi. Ateşli bir hürriyetçi olmasına rağmen bazen ittihatçılardan iyilikle söz ederdi. Tanıdığım diğer hürriyetçiler o kadar partizanca duygulara kapılmışlardı ki çoğu zaman oturup sağduyulu bir karara varamıyorlardı. Avrupalıların ve bilhassa ittihatçıların yüzünden bu hale geldik, artık işimiz bitik diye söyleniyorlardı. Utancımız çok büyük, Fransız ve İngilizler ittihatçıların esiri olduğumuzu görünce ne düşünüyorlar acaba? Keşke, yer yarılsa da içine girsek gibi laflar ediyorlardı.
·
71 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.