Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Bu şarkıyı ilk duyduğumda on üç yaşındaydım. Öyle sıradan, alelade şekilde de işitmedim. Bu şarkıyla tanışma hikâyem hep kekremsi bir tat olarak dilime gelir, anlatmaya kalktıkça. Klasik bir müteahhit işi olan, bitmek bilmeyen uzun ve bol tıkırtılı bir inşaat sürecinden sonra nihayet tamamlanabilen dört ayrı daireye sahip evin ikinci alıcıları teşrif etmişti yeni komşularımız olarak. Öyle tanıdım ben Okan'ı. 23 yaşında, İTÜ mezunuydu. Emekli bir subay ve ev hanımı bir annenin tek çocuğuydu. Keşke eski hâlini tanıma fırsatım olsaydı, keşke ses tonu nasıl bilebilseydim diye düşündüğüm Okan... Henüz komşuların, komşulukların önemsenmediği zamanlara girmemiştik. Hoş geldiniz ziyaretine gittiğimizde aileye, gözlerinin altı ağlamaktan kan çanağına dönmüş Okan'ı gördüm, lavaboya giderken odasının aralıklı kapısından. O da beni gördü fakat hiçbir şey demedi, sanki bakılmaya katlanılmaz bir suratı varmış gibi eliyle yüzünü kapatarak sertçe kapattı kapısını. Henüz yeni bir yerleşim yeri olduğundan etrafta çok evin olmadığı tenha bir alandı mahallemiz. Bir gün karanlıkta oturduğu balkonda yüksek sesle açtığı bu şarkıyı duydum odamdan. Pencerenin başına geçip arka arkaya hiç durdurmadan dinlediği bu şarkıyı ezberlediğimi fark bile etmedim. "Korkuyorum anne al beni içine, alışamadım anne, al beni yine. Büyüdüm anne, evler büyüdü, büyüdü pabuçlar, yollar büyüdü. Orduya istiyorlar, savaş çıkar diyorlar. Silah veriyorlar anne. Bana öldür diyorlar. (Bu kısmı söylerken Yaşar Kurt, hıçkıra hıçkıra ağladığını hatırlıyorum. Onunla birlikte ben de.) Yat diyorlar anne. Kalk diyorlar. Beynimi yiyorlar anne. Beynimi yiyorlar. Kapat televizyonu anne, seni de kandırıyorlar! Kapat televizyonu anne, seni de kandırıyorlar. Oyunu verme anne, oyuna gelme anne..." İlk öğrendiğimde ben de bir gün boyunca hiç konuşmadığımı hatırlıyorum, konuşmayı çok seven hatta artık biraz olsun susturulmaya çalışılan bir çocuk olmama rağmen. Babası kendisi gibi subay olsun istediği oğlunun, eline silah almayı bile istememesini duyunca küplere binmiş. "Ben silaha dokunamam, ben onu birine doğrultamam" demiş sert babasına nihayet. Mesleğinden gitmemesini bir şekilde kabullenen baba "askerliğini yapmazsan kendi ellerimle vururum seni" deyince, gidiyor askere Okan. Ama Okan olarak dönemiyor. Karışık zamanların, karışık yerlerin içine, beynini yesinler diye atılıveriyor. Birini öldürmek zorunda kalıyor askerlik yaptığı esnada Okan. Siz düşman diyerek, kötü diyerek, karşı taraf diyerek onu kahraman ilan edecekken, o sadece bir insanı öldürmüş olmakla ilgileniyor. Ellerinden tiksiniyor. Sonra tam alnının çatına dayamışken, arkadaşları engel oluyor kendini vurmasına. Ne yaptılarsa konuşturamıyorlar Okan'ı. Yemek yediremiyorlar, döve döve bile yerinden kımıldatamıyorlar. En sonunda sağlığı bozuk olarak muaf tutuluyor askerlikten. Klinikte bile yatırıyorlar altı ay boyunca. Artık hayatta kalacak kadar yemek yese de, hala konuşmuyor Okan. O yüzden herkesin askere alınmasına karşıyım. Bunu daha çocuk yaşımda idrak etmemi sağladı bu çarpıcı olay. Biz toplum olarak erkeklerimizin bu kadar üstüne gidip, onları duygulardan, hassasiyetlerden yoksun sayıp, ağlamaz ağlatır, düşmez düşürür, kırılmaz kırar, dövülmez döver, korkmaz korkutur, susmaz susturur gibi çeşitli meziyetler yüklettiğimiz için şu an kadınlara hayatı zindan eden erkekler var. Bir erkeğin öğrenmek için bile eline silah almak istememesine, ne tepkiler veriyoruz bir düşünün. Elin hamuru kadınlara yakıştırıldığından, erkeklerin hamur yoğurmasına bile hala garip bakılan bir toplumda, sessiz çığlıklara altyazı geçtiği için bir kez daha teşekkür ediyorum Yaşar Kurt'a.
·
80 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.