Bir gün etrafa maaş tevzi ettiğim (dağıttığım) sırada Jandarma Tabur Komutanı Binbaşı Zübeyir Bey beni çağırdı. Colan’dan (Golan) Arap kabilelerinin gazveleri (çatışmaları) sırasında, külliyetli m iktarda deveyi, yüz kadar müsellah (silahlandırılmış) şahsın sürüp götürdüğü ve bunların Ezra Jandarma Bölüğü önünden geçerken yaptıkları müsademede iki jandarm a erini yaraladıklarını bildirdi ve takip için Dera Jandarma Merkez Bölüğü Süvari takımıyla Estersüvar Bölüğü’nün bizzat alıp hareket edeceğini ve hemen bölüğün hareket haline geçirilmesi emrini verdi. Estersüvar birliğim emir aldıktan beş-on dakika sonra hemen harekete hazır hale getirildi.Havran Jandarma Taburu’nda temdidi (görev süresi uzatılmış) çavuş ve erat vardı. Binbaşı Zübeyir Bey bu eski kıta çavuşlarını toplamış, vaziyeti bunlarla inceliyor, Ezra’daki vakanın arasından beş-altı saat geçtiği için bu çatışmayı çıkaranların kimler olabileceğini ve hangi istikamete gitmeleri lazım geleceğini kestirmeye çalışıyordu. Tabii ben de garip garip bunların haline bakıyordum. Mûhit hakkında hiçbir bilgim yoktu. Neticede Müseyifre bucak merkezi istikametinde takibe geçilmesini kararlaştırdılar. Bu vaziyet bidayette (başlangıçta) o kadar garibime gitti ki; haritaya bakıldığı vakit, Ezra kaza merkezi Dera mutasarrıflık merkezinin şimalinde, Colan da Ezra’nın garbında kalıyordu; bizim gideceğimiz istikametin mutasarrıflık merkezinin hemen doğusunda olmasından dolayı bu kadar aykırı hareket edilmesine bir mana verilememesi tabiiydi. Böyle acemilik ve manasızlık içinde harekete geçildi. Önde merkez bölüğünün tecrübeli Süvari Takımı hareket ediyor ve bu takımla beraber ayrıca üç subay ve takımdan hariç Binbaşı Zübeyir Bey’in emrinde yine ayrıca erbaşlar da vardı. Ben de bölüğümle beraber bunları takip ediyordum. Müseyifre’yi geçtik. Önümüzde görünen büyücek bir tepenin gerisinde durduk. Binbaşı Zübeyir Bey maiyetiyle ve diğer subaylarla tepeye çıktılar. Ben de onları takip ettim.
Acemi olduğum için bana aldırış etmiyorlardı; adeta seyirci gibi bulunuyordum. Binbaşı Zübeyir Bey’in elinde bir dürbün, ilerisini Cebel-i Duruz tarafım gözetliyordu. İyice baktı, elindeki dürbünü başkalarına da verdi. “Hiçbir şey görünmüyor. Siz de bakınız” dedi. Bert de bir tarafa çekilerek kendi dürbünümle onların baktığı istikameti gözden geçirdim. Zübeyir Bey’in dürbünü ile bakanlar hiçbir şey göremediklerini söyleyip şu hale göre gazvecilerin bu istikamette geçmediklerine ve müfrezenin dönmesine karar verdiler. Bense dürbünümü sabitleyip büyücek bir köyün hareket halinde olduğuna tesbit etmiş, gazvecilerin bunlardan başkası olmadığına kanaat getirmiştim. Diğerleri kalkmışlar gitmek üzere bulunuyorlardı. Binbaşı Zübeyir Bey’e, “Benim dürbünüm iyidir. Ben gazvecileri gördüm, yalnız biraz uzaktalar. Lütfen dürbünü şöyle tespit edip bakınız, seyyar bir köy göreceksiniz. Hedef budur zannederim” dedim. “Evet” dedi ve bir-iki kişi daha baktı, “Bunlar olacak” dediler.Binbaşı Zübeyir Bey, alaylı ve yaşlı bir zattı. Bana subayların yanında şöyle emir verdi: “Mesafe uzak, ben ihtiyarım oraya kadar yetişemem. Bütün kuvveti subaylarla birlikte sizin emrinize veriyorum. Bana birkaç atlı bırakınız istediğiniz gibi takip ediniz. Allah muvaffak etsin.” Ben derhal işe başladım. “Atına güvenen bir subayla on süvari eri isterim” dedim. Subaylardan biri benim atım iyidir diye ileri çıktı. “Derhal on süvari de ayırınız. Göstereceğim şu istikamete son süratle gidilecek (kuyu bulunduğu anlaşılan üç-dört ağaçlı şu gördünüz mevkiye), atlar geriye çekilecek. Siz bu mevkide bir nevi yem olacaksınız, size bir buçuk kilometre yanaştıkları vakit derhal ateşe başlayacaksınız. Korkmayın yere iyi siper alınız ve süratle ateş ederek, bu kuvveti üzerinize çekiniz. Ben yandan hücum edeceğim. Hayvanlar telef olursa bedeli tazmin edilecektir” dedim.Subay, yanındaki on süvariyle dörtnala gösterdiğim bölgeye gitti ve aldığı emri harfiyen tatbik etti. Yüz kadar silahlı gazveci, dört nala üzerilerine gelen bu küçük kuvvete çaldıkları hecinler (çok dayanıklı, hızlı, koşucu bir cins deve) ve diğer develere binip yolladığım küçük kuvvete karşılık vermek istedi. Silahlı çatışma başlamış, gazvecilerden birkaçı yaralanmış, bir kısmı da yaya olarak çatışmaya girmişti. Bu sırada ben de bütün kuvveti yayarak, dörtnala yan taraflarından taarruz ettim. Vaziyetin vahametini anlayan gazveciler, yaralılarını alıp kaçmaya başladılar. Yetişmememiz için de bütün develeri üzerimize sürdüler. Deve deryası içinde kalan kuvvetlerimiz bu kitlenin arasından sıyrılıncaya kadar kendileri Cebel-i Duruz içine girmiş oldular. Binbaşı Zübeyir Bey de, “Dürzi içinde fazla ilerlemeyiniz, icap ederse başka yollarla almaya çalışırız” demişti. Biz de fazla takip etmedik. Peşlerinde deve de yoktu.
Elde edilen hayvanatın bir kısmı hecin idi. Hepsi seçme ve değerli olan bu hayvanların, koşum takımları da üzerindeydi. Saydırdım, sekiz yüz küsur olduğu anlaşıldı. Benim bölüğün bir kısım efradı esasen Hecinsüvar’dan (deve binen asker) nakil edilmiş olduğundan bu erattan Hecinsüvar müfrezesi tertip edildi ve muntazam bir halde tabur komutanı Binbaşı Z übeyir Bey’in yanma geldik. Hareket ve neticesi arz edildi. Bizden yemlemeye memur edilen erattan bir temdidi onbaşının asil kısrağı çatlamış, başkaca yaralı ve zayiatımız yoktu. Binbaşı, “Ben dürbünle takip ettim. Çok iyi hareket ettiniz ve Cebel içerisine de girmediğiniz iyi oldu, teşekkür ederim. Deve ve hecinleri de sonra sahiplerine teslim edersiniz” dedi ve kendisine verdiğimiz süvarilerle Dera’ya döndü. Süveydiye ve Busr-ı Eski Şam bölükleri, bu harekât neticesinde üç Dürzî’nin yaralanmış olduğu ve gazve ettikleri hayvanlardan hiçbirinin Cebel’e getirilmemiş olduğunu ve bu halin halk üzerinde iyi bir tesir yaptığını bize bildirmişlerdi.
Elde edilen hayvanatın Ruvale aşireti Şeyhülmeşayihi (Şeyhler Şeyhi) ve civardaki Arapların “Sultan-ı Berr” dedikleri Nuri Şalan’a ait olduğunun anlaşılmasından dolayı kendisine, adamlarını gönderip develeri aldırması için telgraf yazıldı. Kendisi bu hali, hayretle karşılayıp bizzat beni görmek üzere yanıma geldi ve maalesef, “Ben ilk defa olarak hükümetten yardım görüyorum. Mutasarrıf Beyefendi’ye de teşekküre gideceğim. Dera’da bir değişiklik olduğunu anladım. Allah muvaffak etsin” dedi ve dualarda bulundu. “Oğlum bu gördüğünüz işle bana en az yirmi beş bin altın kazandırdın. Yoksa bu para gitmişti ve kim bilir ki daha bunun sonunda ne kadar zarar edecek ve belki de ne kadar can kaybında bulunacaktık. Sizin bu hizmetinize karşılık küçük bir hediyede bulunamaz mıyım?” dedi. “Biz vazifemizden başka bir şey yapmadık. Katiyen en ufak bir hediye bile kabul edemem” dedim ve müteessir olduğumu bildirdim. “Allah Allah,” dedi ve, “sizi, oğlum Nevvaf kadar sevdim” diye ilave etti. Filhakika, bugünden itibaren N uri Şalan cidden beni sevdi ve bana karşı büyük bir emniyet ve itimat hissi besledi.Ertesi sene, her nedense Nuri Şalan’ın Ruvale aşireti çölden çok erken mamureye (kasaba) geldi. Bana Mutasarrıflığın emriyle bu aşiretin kasabaya sokulmaması ve mezruatın (ekinlerin) harap ettirilmemesi emri verildi. Bir avuç askerle on beş bin çadırlık aşireti geri püskürtmek hayli müşkül ve hemen hemen muhal (imkânsız) gibi bir şeydi; akın eden koca bir kuvveti bir tepe gerisine çekerek tertip edilen beş kişilik müfrezeyi hükümet emrini tebliğ için gönderdim. Bu süvarileri aşiret halkı dinlemediği gibi, reislerinin bulunduğu yeri de söylememişler. “Emril N uri hek” diyerek Nuri Şalan’ın emrinden başka bir şey tanımadıklarını anlatmak istemişler. Hükümetin emri yerine getirilmezse, üzerlerine ateş edileceği bildirilince de, “Biz Nuri’yi tanırız” demişler.Süvariler dönünce, bütün tehlikesine rağmen zaruri olarak bu aşiretin üzerine ateş açıldı. Verdiğim emir de, “İnsanlara değil develere ateş ediniz”den ibaretti. Çünkü aşiret, mütemadiyen garba akıyordu. Develer vurulmaya başladı. Araplar da ateş ediyordu. Bir aralık atlanıp bize doğru gelmeye teşebbüs ettiler. Fakat uzaktan gelen birkaç atlı bunları çevirdi ve kısa bir müddet sonra da bütün Araplar ateşi kestiler. Yürüyüşleri de durdu. Ben de ateş kestirdim. Görüşmek üzere üç atlı at oynatarak bize doğru gelmeğe başladı, ateş ettirmedim. Bana getirdikleri aşiretin Ruvale aşireti olduğunu, koca aşiretin hemen çöle dönmesine imkân bulunmadığını, hükümetin göstereceği hudut dahilinde kalacaklarını ve mezruata zarar vermeyeceklerine dair Nuri Şalan’ın aşirete sıkı emir verdiğini bildirdiler. Ekili olmayan arazinin geçici sınırları bildirilerek geri dönüldü. Mutasarrıf Beyefendi de yapılan işi uygun buldu ve ertesi günde Nuri Şalan gelerek Mutasarrıf Beyefendi’yle görüşmüş. Aşiretin bulunacağı yerler tespit edilmiş. Başkaca da bu aşiretten şikâyet edilmemiştir. Aşiret kasabaya girdikten sonra ara sıra Nuri Şalan, bu azimetli adam, vakurane görüşür, ayrılırken bana bir evlat muamelesi yapar, aşiretinden bir şey istenirse evvela kendisine bildirmemi rica ederdi.
Ruvale aşireti, çok sıkı disiplinlidir. Fertleri münferit vaka yapamazlar. Şeyhlerine ve şeyhülmeşayihlerine karşı çok bağlıdır. Bilhassa şeyhülmeşayihin emri ve icraatı katidir. İdam ettiği şahsın anası ve babasının bile ses çıkarmadığı söylenir. Ağır cezaları, edep ve terbiye kurallarına uyarak, hüküm et memurları huzurunda vermemiş, hükümet içinde hüküm et ettiğini göze batacak suretle açıkça yapmamış, saygı göstermiştir. Hâlbuki Nuri Şalan on beş bin çadırlık seyyar aşiretinden başka Cof havalisinin de mutasarrıfıdır. Badiyetüşşam’da bir mamure olan bu yerin hâkimi doğrudan doğruya kendisi olduğu halde resmi m ühründe, “Şey hülmeşayih-i Ruvale ve Kaymakam-ı Cof ” diye yazılıdır. Bununla, hüküm et namına idare ettiğini bildirmek ister. Cof’la Beyrut arasında haftada iki gün hususi postası vardır. Bu posta bağımsız olarak vazifesini görür. Kimseye dokunmazlar; kimse de bunlara tecavüz etmez. Nuri Şalan’ın beş yüz çadırlık da siyahi kölesi vardır. Bunlar maiyet askeri gibidir. Hepsinin ipek halıları hemen bir örnek maşlakları ve hepsinin ayağında da bizim bildiğimiz galoş kundura vardır. Bunların ellerindeki silahlar yeni ve tek bir cinstir. O sıra mavzerdi; 1334 (1918) nihayetlerinde hususi asker teşkil etmiş, hepsi süvari ve şeyhülmeşayihin çadırı ve maiyetini etrafına toplamış beyaz ve m ahruti (konik) çadırlarda bulunuyorlardı. Türkçe ve Arapça bilen Bağdatlı eski kâtibinden başka İngilizce ve Fransızca bilen yeni tercümanlar ve kâtipler almış olduğu görüldü. Veledia- li, Hıreyşe, Serhan, Cubur gibi müstakil birçok aşiretler de istisnasız Nûri Şalan’ın umumi emirlerini yaparlar, aşiretler arasında bir ihtilaf olursa tabii mercileri olan Nuri Şalan’a şikâyet ederler ve onun riyasetindeki (başkanlığındaki) mahkemenin kararına istinaf ve temyizsiz tabi olurlar. Nuri Şalan’ın elindeki değnek yere vurulup da hüküm bildirildi mi aralarındaki hususi teşrifata göre barışmış olurlar.