Gönderi

Nuri Şalan ve Arap aşireti
Bir gün etrafa maaş tevzi ettiğim (dağıttığım) sırada Jandar­ma Tabur Komutanı Binbaşı Zübeyir Bey beni çağırdı. Colan’dan (Golan) Arap kabilelerinin gazveleri (çatışmaları) sı­rasında, külliyetli m iktarda deveyi, yüz kadar müsellah (si­lahlandırılmış) şahsın sürüp götürdüğü ve bunların Ezra Jandarma Bölüğü önünden geçerken yaptıkları müsademede iki jandarm a erini yaraladıklarını bildirdi ve takip için Dera Jandarma Merkez Bölüğü Süvari takımıyla Estersüvar Bölüğü’nün bizzat alıp hareket edeceğini ve hemen bölüğün ha­reket haline geçirilmesi emrini verdi. Estersüvar birliğim emir aldıktan beş-on dakika sonra hemen harekete hazır ha­le getirildi.Havran Jandarma Taburu’nda temdidi (görev süresi uza­tılmış) çavuş ve erat vardı. Binbaşı Zübeyir Bey bu eski kıta çavuşlarını toplamış, vaziyeti bunlarla inceliyor, Ezra’daki va­kanın arasından beş-altı saat geçtiği için bu çatışmayı çıka­ranların kimler olabileceğini ve hangi istikamete gitmeleri la­zım geleceğini kestirmeye çalışıyordu. Tabii ben de garip ga­rip bunların haline bakıyordum. Mûhit hakkında hiçbir bil­gim yoktu. Neticede Müseyifre bucak merkezi istikametinde takibe geçilmesini kararlaştırdılar. Bu vaziyet bidayette (baş­langıçta) o kadar garibime gitti ki; haritaya bakıldığı vakit, Ezra kaza merkezi Dera mutasarrıflık merkezinin şimalinde, Colan da Ezra’nın garbında kalıyordu; bizim gideceğimiz isti­kametin mutasarrıflık merkezinin hemen doğusunda olma­sından dolayı bu kadar aykırı hareket edilmesine bir mana verilememesi tabiiydi. Böyle acemilik ve manasızlık içinde harekete geçildi. Önde merkez bölüğünün tecrübeli Süvari Takımı hareket ediyor ve bu takımla beraber ayrıca üç subay ve takımdan hariç Binbaşı Zübeyir Bey’in emrinde yine ayrı­ca erbaşlar da vardı. Ben de bölüğümle beraber bunları takip ediyordum. Müseyifre’yi geçtik. Önümüzde görünen büyü­cek bir tepenin gerisinde durduk. Binbaşı Zübeyir Bey maiye­tiyle ve diğer subaylarla tepeye çıktılar. Ben de onları takip ettim. Acemi olduğum için bana aldırış etmiyorlardı; adeta se­yirci gibi bulunuyordum. Binbaşı Zübeyir Bey’in elinde bir dürbün, ilerisini Cebel-i Duruz tarafım gözetliyordu. İyice baktı, elindeki dürbünü başkalarına da verdi. “Hiçbir şey gö­rünmüyor. Siz de bakınız” dedi. Bert de bir tarafa çekilerek kendi dürbünümle onların baktığı istikameti gözden geçir­dim. Zübeyir Bey’in dürbünü ile bakanlar hiçbir şey göreme­diklerini söyleyip şu hale göre gazvecilerin bu istikamette geç­mediklerine ve müfrezenin dönmesine karar verdiler. Bense dürbünümü sabitleyip büyücek bir köyün hareket halinde ol­duğuna tesbit etmiş, gazvecilerin bunlardan başkası olmadı­ğına kanaat getirmiştim. Diğerleri kalkmışlar gitmek üzere bulunuyorlardı. Binbaşı Zübeyir Bey’e, “Benim dürbünüm iyidir. Ben gazvecileri gördüm, yalnız biraz uzaktalar. Lütfen dürbünü şöyle tespit edip bakınız, seyyar bir köy göreceksi­niz. Hedef budur zannederim” dedim. “Evet” dedi ve bir-iki kişi daha baktı, “Bunlar olacak” dediler.Binbaşı Zübeyir Bey, alaylı ve yaşlı bir zattı. Bana subay­ların yanında şöyle emir verdi: “Mesafe uzak, ben ihtiyarım oraya kadar yetişemem. Bütün kuvveti subaylarla birlikte si­zin emrinize veriyorum. Bana birkaç atlı bırakınız istediğiniz gibi takip ediniz. Allah muvaffak etsin.” Ben derhal işe başla­dım. “Atına güvenen bir subayla on süvari eri isterim” de­dim. Subaylardan biri benim atım iyidir diye ileri çıktı. “Der­hal on süvari de ayırınız. Göstereceğim şu istikamete son sü­ratle gidilecek (kuyu bulunduğu anlaşılan üç-dört ağaçlı şu gördünüz mevkiye), atlar geriye çekilecek. Siz bu mevkide bir nevi yem olacaksınız, size bir buçuk kilometre yanaştıkları vakit derhal ateşe başlayacaksınız. Korkmayın yere iyi siper alınız ve süratle ateş ederek, bu kuvveti üzerinize çekiniz. Ben yandan hücum edeceğim. Hayvanlar telef olursa bedeli taz­min edilecektir” dedim.Subay, yanındaki on süvariyle dörtnala gösterdiğim böl­geye gitti ve aldığı emri harfiyen tatbik etti. Yüz kadar silahlı gazveci, dört nala üzerilerine gelen bu küçük kuvvete çaldık­ları hecinler (çok dayanıklı, hızlı, koşucu bir cins deve) ve diğer develere binip yolladığım küçük kuvvete karşılık vermek istedi. Silahlı çatışma başlamış, gazvecilerden birkaçı yaralan­mış, bir kısmı da yaya olarak çatışmaya girmişti. Bu sırada ben de bütün kuvveti yayarak, dörtnala yan taraflarından ta­arruz ettim. Vaziyetin vahametini anlayan gazveciler, yaralıla­rını alıp kaçmaya başladılar. Yetişmememiz için de bütün de­veleri üzerimize sürdüler. Deve deryası içinde kalan kuvvetle­rimiz bu kitlenin arasından sıyrılıncaya kadar kendileri Cebel-i Duruz içine girmiş oldular. Binbaşı Zübeyir Bey de, “Dürzi içinde fazla ilerlemeyiniz, icap ederse başka yollarla almaya çalışırız” demişti. Biz de fazla takip etmedik. Peşlerin­de deve de yoktu. Elde edilen hayvanatın bir kısmı hecin idi. Hepsi seçme ve değerli olan bu hayvanların, koşum takımları da üzerindeydi. Saydırdım, sekiz yüz küsur olduğu anlaşıldı. Benim bölüğün bir kısım efradı esasen Hecinsüvar’dan (deve binen asker) na­kil edilmiş olduğundan bu erattan Hecinsüvar müfrezesi ter­tip edildi ve muntazam bir halde tabur komutanı Binbaşı Z ü­beyir Bey’in yanma geldik. Hareket ve neticesi arz edildi. Biz­den yemlemeye memur edilen erattan bir temdidi onbaşının asil kısrağı çatlamış, başkaca yaralı ve zayiatımız yoktu. Bin­başı, “Ben dürbünle takip ettim. Çok iyi hareket ettiniz ve Cebel içerisine de girmediğiniz iyi oldu, teşekkür ederim. De­ve ve hecinleri de sonra sahiplerine teslim edersiniz” dedi ve kendisine verdiğimiz süvarilerle Dera’ya döndü. Süveydiye ve Busr-ı Eski Şam bölükleri, bu harekât neticesinde üç Dür­zî’nin yaralanmış olduğu ve gazve ettikleri hayvanlardan hiç­birinin Cebel’e getirilmemiş olduğunu ve bu halin halk üze­rinde iyi bir tesir yaptığını bize bildirmişlerdi. Elde edilen hayvanatın Ruvale aşireti Şeyhülmeşayihi (Şeyhler Şeyhi) ve civardaki Arapların “Sultan-ı Berr” dedik­leri Nuri Şalan’a ait olduğunun anlaşılmasından dolayı ken­disine, adamlarını gönderip develeri aldırması için telgraf yazıldı. Kendisi bu hali, hayretle karşılayıp bizzat beni gör­mek üzere yanıma geldi ve maalesef, “Ben ilk defa olarak hükümetten yardım görüyorum. Mutasarrıf Beyefendi’ye de teşekküre gideceğim. Dera’da bir değişiklik olduğunu anla­dım. Allah muvaffak etsin” dedi ve dualarda bulundu. “Oğ­lum bu gördüğünüz işle bana en az yirmi beş bin altın ka­zandırdın. Yoksa bu para gitmişti ve kim bilir ki daha bu­nun sonunda ne kadar zarar edecek ve belki de ne kadar can kaybında bulunacaktık. Sizin bu hizmetinize karşılık küçük bir hediyede bulunamaz mıyım?” dedi. “Biz vazifemizden başka bir şey yapmadık. Katiyen en ufak bir hediye bile ka­bul edemem” dedim ve müteessir olduğumu bildirdim. “Al­lah Allah,” dedi ve, “sizi, oğlum Nevvaf kadar sevdim” diye ilave etti. Filhakika, bugünden itibaren N uri Şalan cidden beni sevdi ve bana karşı büyük bir emniyet ve itimat hissi besledi.Ertesi sene, her nedense Nuri Şalan’ın Ruvale aşireti çöl­den çok erken mamureye (kasaba) geldi. Bana Mutasarrıflı­ğın emriyle bu aşiretin kasabaya sokulmaması ve mezruatın (ekinlerin) harap ettirilmemesi emri verildi. Bir avuç askerle on beş bin çadırlık aşireti geri püskürtmek hayli müşkül ve hemen hemen muhal (imkânsız) gibi bir şeydi; akın eden ko­ca bir kuvveti bir tepe gerisine çekerek tertip edilen beş kişilik müfrezeyi hükümet emrini tebliğ için gönderdim. Bu süvarile­ri aşiret halkı dinlemediği gibi, reislerinin bulunduğu yeri de söylememişler. “Emril N uri hek” diyerek Nuri Şalan’ın em­rinden başka bir şey tanımadıklarını anlatmak istemişler. Hükümetin emri yerine getirilmezse, üzerlerine ateş edileceği bil­dirilince de, “Biz Nuri’yi tanırız” demişler.Süvariler dönünce, bütün tehlikesine rağmen zaruri ola­rak bu aşiretin üzerine ateş açıldı. Verdiğim emir de, “İnsan­lara değil develere ateş ediniz”den ibaretti. Çünkü aşiret, mü­temadiyen garba akıyordu. Develer vurulmaya başladı. Araplar da ateş ediyordu. Bir aralık atlanıp bize doğru gelmeye te­şebbüs ettiler. Fakat uzaktan gelen birkaç atlı bunları çevirdi ve kısa bir müddet sonra da bütün Araplar ateşi kestiler. Yü­rüyüşleri de durdu. Ben de ateş kestirdim. Görüşmek üzere üç atlı at oynatarak bize doğru gelmeğe başladı, ateş ettirme­dim. Bana getirdikleri aşiretin Ruvale aşireti olduğunu, koca aşiretin hemen çöle dönmesine imkân bulunmadığını, hükü­metin göstereceği hudut dahilinde kalacaklarını ve mezruata zarar vermeyeceklerine dair Nuri Şalan’ın aşirete sıkı emir verdiğini bildirdiler. Ekili olmayan arazinin geçici sınırları bil­dirilerek geri dönüldü. Mutasarrıf Beyefendi de yapılan işi uygun buldu ve ertesi günde Nuri Şalan gelerek Mutasarrıf Beyefendi’yle görüşmüş. Aşiretin bulunacağı yerler tespit edilmiş. Başkaca da bu aşiretten şikâyet edilmemiştir. Aşiret kasabaya girdikten sonra ara sıra Nuri Şalan, bu azimetli adam, vakurane görüşür, ayrılırken bana bir evlat muamelesi yapar, aşiretinden bir şey istenirse evvela kendisine bildirme­mi rica ederdi. Ruvale aşireti, çok sıkı disiplinlidir. Fertleri münferit vaka yapamazlar. Şeyhlerine ve şeyhülmeşayihlerine karşı çok bağlıdır. Bilhassa şeyhülmeşayihin emri ve icraatı katidir. İdam ettiği şahsın anası ve babasının bile ses çıkarmadığı söylenir. Ağır cezaları, edep ve terbiye kurallarına uyarak, hüküm et memurları huzurunda vermemiş, hükümet içinde hüküm et ettiğini göze batacak suretle açıkça yapmamış, saygı göstermiştir. Hâlbuki Nuri Şalan on beş bin çadırlık seyyar aşiretinden başka Cof havalisinin de mutasarrıfıdır. Badiyetüşşam’da bir mamure olan bu yerin hâkimi doğru­dan doğruya kendisi olduğu halde resmi m ühründe, “Şey hülmeşayih-i Ruvale ve Kaymakam-ı Cof ” diye yazılıdır. Bununla, hüküm et namına idare ettiğini bildirmek ister. Cof’la Beyrut arasında haftada iki gün hususi postası var­dır. Bu posta bağımsız olarak vazifesini görür. Kimseye do­kunmazlar; kimse de bunlara tecavüz etmez. Nuri Şalan’ın beş yüz çadırlık da siyahi kölesi vardır. Bunlar maiyet askeri gibidir. Hepsinin ipek halıları hemen bir örnek maşlakları ve hepsinin ayağında da bizim bildiği­miz galoş kundura vardır. Bunların ellerindeki silahlar yeni ve tek bir cinstir. O sıra mavzerdi; 1334 (1918) nihayetle­rinde hususi asker teşkil etmiş, hepsi süvari ve şeyhülmeşa­yihin çadırı ve maiyetini etrafına toplamış beyaz ve m ahruti (konik) çadırlarda bulunuyorlardı. Türkçe ve Arapça bilen Bağdatlı eski kâtibinden başka İngilizce ve Fransızca bilen yeni tercümanlar ve kâtipler almış olduğu görüldü. Veledia- li, Hıreyşe, Serhan, Cubur gibi müstakil birçok aşiretler de istisnasız Nûri Şalan’ın umumi emirlerini yaparlar, aşiretler arasında bir ihtilaf olursa tabii mercileri olan Nuri Şalan’a şikâyet ederler ve onun riyasetindeki (başkanlığındaki) mahkemenin kararına istinaf ve temyizsiz tabi olurlar. Nuri Şalan’ın elindeki değnek yere vurulup da hüküm bildirildi mi aralarındaki hususi teşrifata göre barışmış olurlar.
·
69 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.